Genel yayın yönetmenliğini Prof.
Dr. Yasin Aktay’ın yaptığı Stratejik Düşünce adlı derginin
Ocak 2013 tarihli sayısında zamanın dışişleri bakanı Prof. Dr. Ahmet
Davutoğlu’nun bir konferansının metni yer alıyordu.
Konferans, 27 Aralık 2012 tarihinde
gerçekleştirilmişti.
O günlerde Davutoğlu, AK Parti’nin “superman” kabul ettiği bir isimdi..
Dışişleri bakanıydı, istikbal vaad
ediyordu, ve gelecekte başbakan olacağını kendisi de dahil kimse bilmese de,
hemen herkes onu Türk siyasetinin parlak beyinlerinden biri kabul ediyordu.
Ancak, konferansta ortaya atmış olduğu
fikirlere bakıldığında, onun, “batılılaşma” ideolojisi
bestesini yerli-milli kabul edilen enstrümanlarla aranje etmeye
ve “içselleştirme”ye çalıştığını kabul etmek gerekiyordu.
!
Davutoğlu söz konusu “stratejik”
derinlikteki konferansında şöyle demiş bulunuyordu:
“[Siyasal
gelişmelere] Bir analiz içinde bakmak lazım ve ilkesel
tutarlılık içinde bakmak lazım. Hatta bazen devlet adamları
daha pragmatik olabilirler. Entelektüellerin devlet
adamlarını daha idealist olmaya zorlamaları
lazım. Şu veya bu gerekçeyle daha realist bir
politikaya yönelebiliriz. Ama entelektüel camianın, o tarihî akış ve ilkesel duruş noktasında bizi uyarması lazım.”
Dışışleri Bakanı, bunları
söyledikten sonra, kendilerine sadece hata arama dürtüsüyle
yaklaşıldığını, son iki yıldır karşılaştıkları eleştirilerde, sözü edilen
türden bir ilkesel duruşun mevcut olmadığını
belirtiyordu.
Ancak, genelde siyasal iktidardan
daha fazla pragmatik ve realist olan,
neredeyse hiçbir ideal ve ilke kaygısına sahip
bulunmayan Türk “entel”lerinde ilkesel duruş aramanın,
kaplumbağalardan yarış atı olmalarını istemek gibi bir ham hayale karşılık
geldiğini anlayamamış gibiydi.
Bununla birlikte, Davutoğlu’nun
sözlerinden, pragmatik ve realist hareket
ettiklerine, ideal yoksunluğuyla malul bulunduklarına dair bir vicdan muhasebesi içinde olduğu çıkarımı da
yapılabilirdi.
*
Sözünü ettiğimiz konuşmasında yer
alan başka ifadeleri, gerçekten de bir “ideal krizi”
yaşadıklarını gösteriyordu.
Mesela şöyle diyordu:
“Tunus’taki
sıradan bir genç, Mısır’daki sırada bir genç, şimdi Suriye’deki sıradan bir
genç niye ayağa kalktı? Şu diktatör gitsin
de, bu diktatör gelsin diye mi ayağa kalktı? Şu mezhebî grup
gitsin de, bu mezhebî grup gelsin diye mi
ayağa kalktı? Şu dinî gruba karşı, şu dinî grubun totaliter sistemini kuralım diye mi
ayaklandı? Hayır, istedikleri, talep ettikleri şey, çok basit, anlaşılır ve insanlık onuruna yakışan şeylerdi.”
Davutoğlu’nun bu lafları, kavramsal çerçeve (conceptual framework) açısından, onursuz “onur yürüyüşü” düzenleyen LGBT’cilerin entelektüel
“derin”liğiyle paralellik gösteriyordu.
“Entel”lik düzeyi bakımından
aynıydı.
Bu “derinlik” düzeyi, pratikte, “Bir hayata çattık ki. hayata kurmuş pusu” dedirtecek
şekilde, bütün yüce ve değerli idealleri süslü laflardan imal edilmiş kör
bıçaklarla boğazlama idealine karşılık
geliyordu.
*
Çünkü, Davutoğlu’nun bu lafları
ne ilkesel ve idealist bir nitelikteydi, ne de gerçek
anlamda entelektüel bir derinliğe (hikmete, hakîmane düşünceye) dayanıyordu.
Herşeyden önce, birtakım ön
kabuller ya da zımnî varsayımlar üzerine kurulu basmakalıp
ve ezbere yargılardan, içi boş sloganlardan ibaretti.
Buna göre, birincisi, Suriye
halkının herhangi bir dinî talebi yoktu.
İkincisi, varsayımsal olarak,
siyasal düzeyde, din ile totalitarizm aynı
şeydi. Davutoğlu’nun “ezber”i çerçevesinde totalitarizm, dinî sistemin ayrılmaz
bir özelliği oluyordu.
Üçüncüsü, dinî talepler anlaşılır ve insanlık onuruna
yakışan şeyler olmaktan çıkıyor, onursuzluk haline geliyordu.
Dördüncüsü, anlaşılır ve insanlık onuruna yakışan şeyler, dinî nitelik taşımamak zorundaydılar.
Davutoğlu’nun lafları,
“anlaşılır” dil ve mantık kuralları çerçevesinde
bunlardan başka bir anlam taşımıyordu.
*.
Halbuki, şöyle birşey demesi, hem daha idealistçe, hem de daha realist ve
gerçeğe uygun olurdu:
“Mısır’daki sıradan bir genç, şimdi
Suriye’deki sıradan bir genç niye ayağa kalktı? Şu laik diktatör gitsin de, bir başka laik diktatör
gelsin diye mi ayağa kalktı? Şu mezhebî grup gitsin de, laiklik gelsin diye mi ayağa kalktı? Rusya ve
İran’a karşı ABD’nin laik totaliter sistemini kuralım diye mi ayaklandı? Hayır,
istedikleri, talep ettikleri şey, çok basit, anlaşılır ve insanlık onuruna yakışan şeylerdi. Onlar, müslümanca yaşayabilmek, Hama’da şurada
burada katliama tâbi tutulmamak, inançlarından dolayı sürgüne gitmemek, hapishanelerde işkencelere katlanmak zorunda
kalmamak istiyorlardı.”
Davutoğlu böyle söyleseydi, tam
da vakıayı/gerçekliği dile getirmiş olurdu.
Ama öyle yapmamıştı.
Şu veya bu dinî grubun totaliter sistemi gelmesindi, onun İslam dünyası için temennisi
ve onda görmekten mutlu olacağı şey buydu..
Peki ne gelsindi?..
Davutoğlu’nun sözlerinde bu babda müşahhas, elle tutulur hiçbir şey yoktu..
*
Suriye’ye gelebilecek tek dinî
sistemin ne olabileceği malumdu: İslam..
Allah’ın kulları için seçtiği din, AK
Parti ideoloğu Davutoğlu’nun türrehatı çerçevesinde totalitarizme karşılık
geliyordu..
Konuşmasındaki bir başka sorunlu
alanı, bizzat ilke anlayışı ve “halk” vurgusu oluşturuyordu.
Onda hak kavramı
yoktu, halk vardı.
Şöyle konuşmuştu:
“Ben Esed’le
son yaptığımız görüşmede üzerinde mutabık kaldığımız 14 maddelik bir plan
vardı. Orada şunu çok açık bir şekilde
kendisine iletmiştim; “Geçmişte birçok ülke size baskı yaparken, biz sizin
yanınızda yer aldık. İzolasyonlara karşı yanınızda olduk ve yine baskı olursa
yine yanınızda oluruz. Geçmişte o ülkelerle karşı karşıya kaldığınızda komşunuz
olarak yanınızda olan bizler, eğer bir gün siz şunu derseniz, halkla karşı karşıya gelip ‘Ya halkı
seçin ya da bizi seçin’ diye bir tercih sunarsanız, bir dakika bile
tereddüt etmez, Suriye halkını seçeriz. Çünkü liderler geçicidir, halklar bakidir.”
Davutoğlu, halkların da liderler
kadar geçici olduğunu idrak edememiş bir insan gibi konuşuyordu..
Şunu anlayamıyordu, bir liderin
gidip diğerinin gelmesi gibi, bir nesil gider, bir başkası gelirdi.
Nehir aynı
nehirmiş gibi görünse de, su hiçbir zaman aynı su olmazdı.
Halk, soyut bir kavramdı, müşahhas olarak
düşünüldüğünde, halkı oluşturan her bir bireyin, geçicilik ve kalıcılık bakımından lidere bir
üstünlüğü yoktu.
Halkı seçmek ve tutmak değil, hakkı seçmek ve tutmak önemliydi.
*
Suriye’de o sırada halkın haklı
olması, her durumda halkın haklı olmasını ve halktan yana olmanın
bir ilke olarak savunulmasını gerektirmezdi.
Bazen yabancı güçler, ülke
içinde beşinci kol faaliyetleri ile halkı
yanıltabilirlerdi.
Hatta halkı isyana
sevkedebilirlerdi.
Mesela Sultan Abdülhamid böylesi bir bahtsızlığı
yaşamıştı.
Sultan Abdülhamid’i geçtik, Hz. Osman gibi halkın karşısına asker dikmeyen,
modern tabirle tankının namlusunu halka çevirmeyen (halkı ordusunun oklarına
hedef yapmayan) bir zatı bile “halk”, evine kadar girerek taciz etmiş, hatta
öldürmüştü.
Onun merhametini ona karşı
kullanmışlardı.
Hz. İbrahim‘in (a.s.)
halkının karşısında tek başına kalması, Peygamber Efendimiz s.a.s.’in Mekke halkının çoğunluğu
tarafından dışlanması, bir kusur değildi.
Mekke’de Resulullah s.a.s.’in
karşısında Ebu Cehil’in, Mekke’de Hz. Musa a.s.’ın karşısında Firavun’un halk
desteğini arkalarına almış olmalarının bir kıymeti yoktu.
Hitler‘in
ardındaki muazzam halk desteğine zerre kadar bir kıymet atfedilemezdi.
Haklıdan yana
olmak, ilkesel bir duruştu. Halktan yana olmak ise, saf ve yalın bir pragmatizmdi.
Faydacılık ve menfaatperestlikti.
Oportünizmdi, fırsatçılıktı.
*
Ve, AK Parti’nin “parlak” ismi
Davutoğlu, bunu anlayamamıştı, ya da anlamazlıktan geliyordu.
Tıpkı diğer AK Parti ileri gelenleri
gibi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder