https://archive.org/details/laik-rejimlerde-islami-hareket-yontem-tartismasi
Dr. Seyfi SAY
İÇİNDEKİLER
ŞEYHÜLİSLAM MUSTAFA SABRİ
EFENDİ’DEN “YÖNTEM” DERSİ 6
“İNSANIN
VAZİFESİ” VE İSLAMÎ HAREKETİN “MİSYON”U 16
İLKESİZLİK, EYYAMCILIK,
KONFORMİZM, FIRSATÇILIK, ÇIKARCILIK, TAKİYYE, ŞAHSİYETSİZLİK VE OMURGASIZLIĞA
İLM-İ SİYASET ADINI VERME HOKKABAZLIĞI 19
YUNUS EMRE:
“AŞKSIZLARA ÖĞÜT VERME, ÖĞÜDÜNDEN ALIR DEĞİL / AŞKSIZ KİŞİ HAYVAN OLUR, HAYVAN
ÖĞÜT BİLİR DEĞİL” 24
DİNLER
ARASI DİYALOG 28
CİHAD,
DİYALOG VE SAVAŞ 32
ŞEYH SAİD İSYANINDA BİR KADI 45
HELAK NE YANA DÜŞER USTA,
HÜSRAN NE YANA? 50
"KEŞKE YUNAN GALİP GELSEYDİ" Mİ? 56
ŞEYH EFENDİ'NİN RÜYASINDAKİ
SELANİKLİ MUSTAFA 60
MEHDÎ’Yİ BEKLERKEN (VE DE:
HEM KEL HEM FODUL “HILFU’L-FUDUL” EDEBİYATI) 65
ŞEYH CEVAT AKŞİT'İN BÜYÜK
LAFLARI VE GAFLARI 75
DİNDARLAR, ATEİSTLER,
DEİSTLER, VE SAF YUSUFLAR 79
ŞEYTANÎLERİN EN BÜYÜK HİLESİ
90
NUMAN ALİ HAN DİYE BİR
ŞOVMEN 98
AFOROZ TEKELİ 103
EŞKIYALIK AVUKATLIĞI 109
YASİN EFENDİ VE AHBAPLARI
İLAHİYAT VE DİYANET ŞİRKETİ’NİN İMTİYAZ VE İNHİSARINDAKİ HUSUSLARA DAİR 113
DİNİ AHLÂKÇI VAAZA
İNDİRGEYEN TARİHSELCİ GÜNCELLEMECİLİK VE "YOKSULLAR İÇİN DİN" 121
DERİN DEVLET TEKFİRCİLİĞİ 132
CİHATÇI SELEFÎLER VE
DEVRİMCİ LAİKLER 138
DANİMARKALI GÂVUR ÇİZİM
KARİKATÜRLE GELİYOR, YERLİ-MİLLİ GÂVUR İSE ACZİMENDEBUR MÜSLÜM GİBİ CANLI
KARİKATÜRLERLE İSLAM'I VURUYOR 146
ŞERİAT'E (ALLAHU TEALA'NIN
ADALETİNE) KARŞI LAİK (SİYASAL DİNSİZ) DEMOKRASİ KALPAZANLIĞI 151
LAİK (SİYASAL DİNSİZ) DEVLET
İÇİN TAVİZSİZ, KATI VE KILIÇTAN KESKİN RADİKAL, İSLAM İÇİNSE BATAKLIK ÇAMURU
GİBİ ILIMLI, YUMUŞAK, DİRENÇSİZ VE HAZIMLI OLMAK 155
TASAVVUF VE İRFAN NAMINA
ZÜHD, TAKVA, İHLAS, SIDK U SADAKAT KALMADI, LAİKLİK, DEMOKRASİ, KURTÇULUK,
IRKÇILIK, "SİYASAL DİNSİZ" DEVLETÇİLİK VERELİM 162
LAİK DEMOKRASİYE İMAN EDİP
İSLAMCILIKTAN VAZGEÇENLER, MÜCAHİTLİKTEN "MÜTAHİT"LİĞE VE MÜŞAHİTLİĞE
GEÇENLER, DERİN DÜZENLE ANLAŞIP DERVİŞLİK EDEBİYATININ GÖLGESİNDE KARUNVARİ
SALTANAT SÜRENLER 167
CİHAD MI, DEMOKRATİK
MÜCADELE Mİ? 173
İKTİDAR UĞRUNA "İSLAMCI
DEMOKRAT" OLDULAR, "DEMOKRATİK DARBE" BULDULAR 176
CİHADIN, DEVRİMİN,
DARBELERİN LAİK (SİYASAL DİNSİZ), AMERİKAN USULÜ DEMOKRAT VE AYNI ZAMANDA
MÜSLÜMAN KANI DÖKENİNİ SEVMEK 181
DERİN OYUNLAR 188
ANAYASA'DA İSLAM OLMASINMIŞ,
FAKAT CUMA HUTBESİNDE SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK OLSUNMUŞ 193
DİNSİZ DEVLET HİNLİĞİ 199
TAĞUT (MİLLETİN Mİ, ZİLLETİN
Mİ EGEMENLİĞİ?) 203
SAVAŞ LAİKE (SİYASAL
DİNSİZE), YAHUDİ'YE, HRİSTİYAN'A HELAL, MÜSLÜMAN'A HARAMMIŞ 213
LAİKLİK KÜFÜRDÜR, LAİKLİĞİ
SAVUNAN DA KÂFİRDİR 215
TÜRKİYE'DE İSLAM DEVRİMİ 224
SELANİKLİ'NİN HAYATINDAN
DERS ÇIKARMAK 229
İSLAM DAVETÇİLİĞİNDEN
ATATÜRKÇÜ LAİKLİĞİN NEFERLİĞİNE 233
ÇAĞDAŞ ZINDIKLIĞIN ANATOMİSİ
[LAİK (SİYASAL DİNSİZ) DEVLETTE 'DÜZEN'BAZ DİN İSTİSMARI] 239
NATO'CU TÜRKİYE TEKFİRCİLİĞİ
251
İBRAHİM MİLLİYETÇİLİĞİNDEN
ATATÜRK (ÇAĞDAŞ YAHUDİ-HRİSTİYAN UYGARLIĞI) MİLLİYETÇİLİĞİNE 256
"ANAYASA'DA İSLAM
OLMASIN, İMAN OLMASIN, FAKAT İSLAM'IN ŞİRK VE KÜFÜR SAYDIĞI ŞEYLER OLSUN"
ZİHNİYETİ 264
28 ŞUBAT, FETHULLAH GÜLEN,
VE 15 TEMMUZ 271
CEMAATLERDEKİ DEVEKUŞU GİZLİLİĞİ
277
DİNCİLİK (İSLAMCILIK)
KARŞITLIĞI: "DİNSİZ DİNDARLIK, İSLAMSIZ MÜSLÜMANLIK" GÖZBAĞCILIĞI 284
*
ŞEYHÜLİSLAM MUSTAFA SABRİ EFENDİ’DEN “YÖNTEM” DERSİ
Merhum Şeyhülislam şöyle diyor:
… bu memleketin ve bu milletin
kurtulmak için bir çaresi kalmıştır: Her hususta hak ve hakikatı görüp de alenen söylemiyenlerin omuzlarındaki büyük vebali düşünebilmeleri!
Din âlimlerinden ve diğerlerinden
olmak üzere, sayılarının henüz kâfi derecede olduğuna şüphe etmediğim bu
zümrenin, vazifelerini, uhrevî mesuliyetlerinin
derecesini takdir ettikleri dakikada kurtuluş ümidi
başlayacaktır.
İşte şimdi ben yolumuzun çaresini bu
son had (sınır) ile hülasa ediyorum.
Bundan başka kültürü yayma gibi, umumî terbiye (eğitim) gibi,
uzun vakte muhtaç olan, iyileşmemizi onlardan beklerken, onların başlaması da iyileşmemize bağlı bulunan imkânsız
esas tedbirleri beklemeğe hal ve vaziyetimizin tahammülü yoktur.
(Şeyhülislam Mustafa Sabri, Dinî Mücedditler, İstanbul: Sebil Neşriyat, 1969,
s. 231.)
*
Bir zamanların muhterem ve
mübarek hocaefendisi Fethullah Gülen‘in
talebeleri/şakirtleri, 40 yıl boyunca bu “kültürü
yayma ve umumî eğitim” hikâyesini anlattılar.
Siyasal İslam’dan, İslamcılıktan birşey çıkmazdı. Bunlar,
toplumu eğitecek, dönüştüreceklerdi. Hakkı açıkça söylemeye gerek yoktu, takiyye yöntemi ile, “kendini gizleyerek” bir yerlere gelmek,
devlet kadrolarında yer bulmak gerekiyordu.
Tabiî bu şakirtler,
etrafındaki üç beş görevli bir tarafa bırakılırsa (peşinden gittikleri, 12
Eylül döneminde sözde devlet tarafından takip edilen, yani
devletin hışmına uğramış gibi görünen) Fethullah’ın aslında devlete
çalıştığını, o “kültürü yayma ve umumî eğitim” talimatnamesinin de eline derinler tarafından
tutuşturulmuş olduğunu bilmiyorlardı.
*
Kimilerinin Cemaat, kimilerinin Hizmet Hareketi, kimilerinin de FETÖ diye adlandırdığı Fethullahçı hareket Cumhuriyet Türkiyesi’ne özgü bir ucube.
Mağma gibi derinlerde
gizlenen sakatlık ve bozukluğunun yüzeye püskürdüğü nokta ise siyaset sahası.
Sürekli Siyasal İslam’a karşı olduklarını
söylüyorlar, fakat kendileri dibine kadar laik
(siyasal dinsiz) siyasetin içinde oldular.
Siyasetle ilişkileri 1994’e
kadar “derin devlet” kanallarından gizli
saklı yürüdü.
O tarihten sonra Fethullah
kamuoyu önünde Demirel, Ecevit, Çiller,
Türkeş ve Erdoğan gibi
siyasetçilerle foto muhabirlerine poz vermeye başladı.
Siyasî parti lideri değildi
fakat resmen siyaset yapıyordu.
Bu tavrı, 28 Şubat sürecinde darbeci saftaki subaylar, MİT’çiler ve laik medya ile birlikte Erbakan’a dirsek gösterdiğinde zirve
noktasına ulaştı.
*
Bir taraftan Siyasal İslam’a karşı olduklarını
söylerken (yani siyaset alanında İslam’a yer olmadığını deklare ederken), diğer
yandan grup olarak mevcut siyasal yapıdan yararlanmaya ve devlet kadrolarında
yer kapmak suretiyle siyasal (devletsel) bir güç haline gelmeye çalışıyorlardı.
Normalde bunların,
mensuplarına devlette görev alma yasağı getirmeseler bile, özel olarak devlette
kadrolaşmaya çalışmamaları, salt
ahiretlerini kurtarma gayesine yönelik bir “dindarca yaşama” çabası içinde
olmaları gerekirdi.
Fakat bütün “himmet”leri hırslı bir biçimde devlette
kadrolaşmaya yönelikti.
*
İşte tam bu nokta,
Fethullahçılığın başını çektiği Türkiye tipi ihlassız, dünyevileşmiş, riyakâr
ve sahtekâr dindarlık ile Arap
dünyasında özellikle selefî Siyasal
İslamcıların temsil ettiği dinciliğin karşı karşıya geldiği nokta..
FETÖ (Fethullahçı
Takiyye Örgütü) tipi hareketlerin, Siyasal
İslamcı olmadıkları için siyasete ve
(tanım gereği ulusal siyasetin ta kendisi olan) devlette görev almaya soğuk
bakmaları, özel olarak ondan uzak durmaya çalışmaları beklenir, değil mi?
Yine, Siyasal İslamcıların
“siyasal”lık özellikleri nedeniyle devlete
(ulusal siyasete) sızma çabası içinde olmaları gerekir, değil mi?
Durum tam tersi..
Dindar olduklarını
söyleyenler devlette (ulusal siyasette) post kapmak için takla üstüne takla
atar, “kuzu postuna bürünmüş kurt” gibi söylemde hoşgörü bayrağını göndere
çekip eylemde agresif stratejinin destanını yazarken, dinci Siyasal İslamcılar
(Thoreau ve Gandi’nin sivil itaatsizliğini hatırlatır şekilde) laik devletin makam
ve mevkîlerinden uzak durulması gerektiğini savunuyorlar.
Siyasal İslamcı (dinci) olarak bilinenler güncel siyaset açısından
bakıldığında pratikte apolitik (siyaset dışı), hatta anti-politik (siyaset
karşıtı) bir tutum sergilerken, Siyasal
İslam karşıtı dindar olduklarını söyleyenler, söylemlerinin tam tersi
noktada duruyor, uygulamada tamamen siyasal bir tavrı benimsiyorlar.
Yani dertleri, siyasetin
içinde olmak, fakat siyasetin içine İslam’ı (müslümanlıklarını) bir tarafa
bırakarak, siyasal açıdan dinsizlikçileşerek
(anti-İslamcı olarak) girmekten ibaret.
Kısacası dindarlık adını verdikleri dinsel dolandırıcılıkları şu anlama
geliyor: Siyaseti İslam için ve İslam’a göre yapmamak, gâvur tipi siyaseti benimseyip onun içinde olmayı dindarlık (gerçek Müslümanlık) olarak
göstermek, İslam’ın siyasete yön vermesini savunmayı ise Siyasal İslamcılık (dincilik) diye adlandırarak lanetlemek.
*
Dr. Nurullah Çakmaktaş’ın “Dini
Radikalizmin Ana Akım İslamcılara Yönelttiği Tenkitler” (Akademik İncelemeler
Dergisi, C. 16, S. 1, Nisan 2021) başlıklı
makalesinde yer alan şu ifadeler, selefi dincilerin
“laik düzende siyaset”e nasıl baktıklarının anlaşılması bakımından yeterli
olabilir:
“Diğer taraftan
El-Makdîsî, ‘bera’’ ilkesi gereğince zulme ve küfür kanunlarına destek
niteliğinde olan her türlü resmi
vazifeden de uzak durulması gerektiği fikrini benimsemiştir. Ona göre
muvahhit bir Müslümanın, küfrün ve batılın korunması anlamına gelen emniyet teşkilatında veya ordusunda,
istihbarat biriminde, danışmanlık
hizmetlerinde, vergi, gümrük ve hazine gibi iktisadi alanlarda, tağutun
temsilciliği olan konsolosluk ve elçilik görevlerinde, savcılık, avukatlık ve
hâkimlik gibi yargı sahasında, parlamento üyeliği ve bakanlık gibi vazifelerde
görev alması düşünülemez. Zira bu vazifelerin üstlenilmesi, tağuti sisteme tabi
olmak, icraatını onaylamak ve kanunlarını içselleştirmek anlamına gelmektedir.”
Bera, berî/uzak olma
anlamına geliyor.
Küfür ve şirk düzenlerinde
devlet görevlerinden uzak durulması hususunda Hz. Yusuf a.s. örneğini
göstererek farklı yaklaşımlar sergileyen, Hz.
Yusuf gibi heva ve hevesine, uçkuruna ve makam sevgisine mağlup olmayacak,
daima hakkı dile getirecek ve hakkı gözeterek hareket edecek kişiler için
farklı fetvalar verenler olabilir, fakat Makdîsî’nin tezi gerçekte ahir zamanla ilgili hadîslere
dayanıyor.
Yani Makdîsî, işkembeden
atıyor ve boş konuşuyor değil.
*
Evet, Peygamber Efendimiz
sallallahu aleyhi ve sellem, ahir zamanda asker,
polis (emniyetçi), vergi memuru (tahsildar), yöneticilerin danışmanı/yardımcısı
vs. olunmamasını tavsiye ediyor.
Çünkü (Şeriat’in, yani adaletin hâkim olmadığı ülkelerde) bu görevler
zulmün temerküz edip yoğunlaştığı noktalar durumundadır.
Hakim ve savcılar,
maliyeciler resmen zulme alet olurlar..
Aynı durum istihbaratçılar,
emniyetçiler ve laik (siyasal dinsiz)
rejimi korumak için “gerekirse silah kullanacak” askerler için de söz
konusu..
Hepsinin İslam düşmanı
olduğu düşünülemez, fakat İslam düşmanlarının arabasında teker olmaya
razıdırlar, mazeretleri de hazırdır: “Emir
kuluyuz, emir demiri keser.”
Ancak bu “kulluk”, Allahu
Teala’nın ahirette mazeret olarak kabul edeceği bir kulluk değil..
Tam aksine, önlerindeki
Cehennem’in alevlerine bakarken “Neden
benden başkasına kul oldunuz?” sorusuyla karşılaşacaklar.
*
Ahir zamanla ilgili
hadîsleri dinci Selefîler biliyorlar
da Fethullah ve etrafındaki “dindar”
ilahiyatçılar bilmiyorlar mı?
Biliyorlar fakat hatırlamak
ve hatırlatmak işlerine gelmiyor.
Buradan da anlaşılabileceği
gibi Selefîler her durumda “devrim”
yapılmalıdır, laik (siyasal dinsiz) küfür rejimlerine karşı daima silahlı mücadele verilmelidir diye birşey
söylemiyorlar.
Dedikleri şu: “Laik
(siyasal dinsiz) düzenlerin dümen suyuna girmeyin.. Gücünüzün yettiğini
gördüğünüzde demokratlık taslayıp da
düzeni değiştirme vazifesinden kaçmayın.. Gücünüz yetmiyorsa da hiç değilse zalimlerle
işbirliği yapmaktan kaçının, dünyalık için onların zulümlerine alet olmayın.”
“Dinci Siyasal İslam”
karşıtı dindar Fethullah ise, siyasal dinsizlikçi 28 Şubat darbesi
lehine fetva vermiş olduğu gibi, bu siyasal tavrını 15 Temmuz’a (Adil Öksüz
gibi muhtemelen “çift taraflı” çalışan adamları vasıtasıyla) destek vererek
sürdürmüş durumda.
Tabiî Türkiye’de “dinci olmayan dindar” siyaset
üçkâğıtçıları Fethullahçılardan ibaret değil.. Derin devletin ve MİT’in
güdümüne girmiş cemaat adlı “cemadat”ların hepsi “laik (siyasal dinsiz) Türkiye
tipi dindarlık” yarışında..
AK Parti “dindar”lığı (din anlayışı) da aynı durumda. Yerli ve milli
Kemalistlerin/Atatürkçülerin hatırına Siyasal
İslamcılıktan (dincilikten) uzak duruyor, onların izin verdiği sınırlar
içinde top koşturuyorlar.
Fethullahçılar ise “daha
büyük” oynamaya kalkıştı, yahudi ve hristiyan dünyasının küreselliğinin
hatırına “yerli, yerel ve milli” olanın sırtına tekmeyi indirdi. Sahtekârlığı
ve yalancılığı “içselleştirmiş” (ya da iflah olmaz budalalar) oldukları şurdan
belli ki, son tahlilde “kendileri gibi dindar”
bir hareket olan AK Parti’yi Siyasal İslamcı olmakla suçluyorlar.
*
Görece daha doğru bir
çizgide olan Erbakancı harekete gelince..
Onlar, sözde özgürlükçü ve
demokratik rejimin yasaklarını aşabilmek ve siyaset yapabilmek
için çifte lisan kullanıyorlardı. Dışarıda, Erbakan’ın
deyimiyle “kuş dili” konuşuyorlardı. Davaları “Millî Görüş“, hedefleri
“Adil Düzen“di.
Fethullah’ın eğitim yoluyla sözde gerçekleştirmek
istediklerini bunlar siyaset yoluyla
kestirmeden yapmak istiyorlardı.
Sonuç: Asıl dili önemli
ölçüde yitirdiler, kullanmaya kullanmaya unutmaya başladılar, geriye Milli
Piyango türü “milli”lik kaldı.
O
kadar ki, Erbakan’ın halefi Temel Karamollaoğlu efendi gerine gerine, iftihar
edercesine İslamcı olmadığını söyler hale geldi.
Vatandaş İslam-cı olmaya tenezzül etmeyecek,
fakat millet onun hatırı için parti-ci olacak, Saadet-çi olacak,
Milli Görüş-çü olacak.. Din-ci olmayacak.
Anlaşılıyor ki Erbakan’a
siyaset arenasında alan açan rejim, ona umut bağlayan Şeriatçıların, “sisteme dahil” olmaları sayesinde
zamanla rejimin işleyişine uyum sağlayacaklarını ve dönüşeceklerini umuyordu.
Bu, bir ölçüde gerçekleşti.
*
Eski Milli Görüş-çü olup da gömlek
çıkaranları da unutmamak gerekiyor.
Bunlar da, Şeriat’le (en
azından söylem düzeyinde) sorunu olmayan Mısır ve Tunus‘a gidip Şeriat
yerine laiklik tavsiye etme, Aziz Atatürk‘lerinin ruhunu
şad etme gibi “hizmet”lerde bulunabildiler.
Devr-i saadetlerinde “derin”ler, Şeriatçı/İslamcı kalmakta,
“Made in Turkey” damgası taşıyan (Selanikli Mustafa ile ve de “siyasal dinsizlik” demek olan laiklik
ile barışmış) Siyasal-sız İslam’ı
onaylamayan “dinci”lere bazen açık,
genellikle de örtülü yöntemlerle kök söktürmeye devam ettiler.
*
Türkiye’de bazıları da “kendisi
muhtac-ı himmet dede” Diyanet kurumuna, imam hatip liselerine umut bağlamış
durumda.. Kelin ilacı olsa kendi başına sürermiş, Diyanet daha Şeriat konulu
hutbe bile okuyamıyor. Buna bile gücü yetmiyor.. Darülaceze’den farksız..
Çünkü bağımsız/özerk bir
kurum değil.
Dahası, “derin” odakların,
(askerî vesayet döneminden kalma alışkanlıkla) medyadaki uzantıları vasıtasıyla
Diyanet üzerinde bugün bile baskı kurmaya çalıştıkları, (sonradan Atatürk
soyadını almış olan) Selanikli Mustafa’nin isminin (“gökten indiği sanılan” diyerek bütün kutsal kitapları ve bu arada Kur’an-Azîmüşşân’ı alenen
aşağılayıp küfrünü ilan etmiş olduğu halde) cuma hutbelerinde anılmasını sağlamaya
çalıştıkları görülüyor. (Önce medyadaki “bindirilmiş
kıtalar” sahaya sürülür, kalemlerini yamyam mızrağı gibi kullanarak ciyak
ciyak şirret çığlıklar atmaları, glu glu dansı yapmaları sağlanır.. Sonra da
habersizlik numarası yapılarak “tarafsız” bir pozisyonda “Kamuoyu baskısı var,
milli birlik beraberlik, huzur ve barış ortamı, tepkileri dikkate almak lazım,
kem küm” filan denilir.)
Ve ne yazık ki taa Mısır’a
ve Tunus’a laiklik götürmeye çalışmış olan mevcut iktidar, böylelerine “Laiklik gereği devlet dine, siyaset
hutbelere karışamaz, haddinizi bilin!” demiyor.
“Yetti artık!.. Her
meydanda Atatürk heykeli, her resmî bina önünde heykel, her resmî dairede
Atatürk resmi, her ders kitabının başında Atatürk fotoğrafı, her parada pulda
Atatürk, her milli bayramda Atatürk, her resmî yeminde Atatürk, her okulda
Atatürk ilke ve inkılapları dersi.. Kala kala bir namaz kaldı, cuma namazına da
Atatürk!.. Yeter artık!” diye cılız bir inilti, fısıltı, vızıltı ya da mırıltı
devletin yüksek kademelerinde duyulmuyor.
Her fırsatta (dünyanın en
büyük türbesi olan) Anıtkabir’e gidip (sanki Allahu Teala’ya hesap verir gibi)
bir ölüye hesap vermekten buna vakit bulamıyor olmalılar.
Diyanet de “Dinimiz İslam’a
göre, Selanikli Mustafa zihniyetindeki bir adamın hutbelerde peygamberler gibi ve
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabı gibi yâd edilmesi haram,
bunu helal kabul etmek ise küfürdür
küfür” diyemiyor.
*
“Özel Diyanet teşkilatı” hükmünde olan birtakım cemaat ve
tarikatlara gelince..
Türkiye dışında yaşayan ve
ülkemizi tanımayan biri, bunların özerk
ve bağımsız olduklarını, dolayısıyla Diyanet’in eksiklerini
tamamladıklarını, söyleyemediklerini söylediklerini düşünebilir.
Böylesi topluluklar yok
değil, fakat “marjinalleştirilmiş”,
etkisiz hale getirilmiş durumdalar.. Kendileri konuşup kendileri dinliyor,
kendileri yazıp kendileri okuyorlar.
Sesleri her tarafa
ulaşanlar ise (Haydar Baş belası gibi tiplerde olduğu gibi) ya doğrudan ve açıkça ya da derin (örtülü, gizli) biçimde mevcut
rejime angaje edilmiş, gizli
servislerin emrine girmiş durumdalar.
Gelinen noktada laik
(siyasal dinsiz) rejimin bu ülkede yerleşik hale gelip kök salmış, toplumu
dönüştürüp kendisine benzetmiş olduğunu kabul etmek gerekiyor.
Toplumun ekseriyeti “siyasal”lığı dinsizliğin doğal hakkı
görüyor, İslam’ın ise “siyasal”
alanla bir işinin olmaması gerektiğine inanıyor.
*
İşte bu noktada mesele
dönüp yine Şeyhülislam Mustafa Sabri
Efendi’nin vurguladığı noktaya geliyor.
Türkiye’de (görünürde) İslam kültürünü yayma ve toplumu eğitme
amaçlı kurumlar (imam hatip liseleri ve ilahiyat fakülteleri) oluşturulmadı
değil..
Fakat bunlar “Her hususta hak ve hakikatı görüp
de alenen söyleyecek” değil,
söylemeyecek, takiyyeci, “kuş dili”ci adamlar yetiştirmeye başladılar.
Laik (siyasal dinsiz) devlet
bunlara böyle bir rota belirledi, bunların oryantasyonunu laiklik (siyasal
dinsizlik) açısından sağlam kazığa bağladı.
İş o hale geldi ki, bu
oryantasyon değirmeninde ufalanıp şahsiyet, salâbet ve hamiyyet bakımından
unufak olan ilahiyatçılar, “her hususta hak ve hakikati görüp de alenen
söyleyenleri” fitne çıkarmakla suçlayabiliyorlar.
Başlangıçta takiyye
yaptıklarını zannediyorlardı.. Zamanla takiyye de gitti, (Fethullahçı
Takiyye Örgütü örneğinde olduğu gibi) takiyye adına söyledikleri yalanlara
inanmaya başladılar.
*
Öte yandan ilahiyat
fakültelerinde bir de tarihselci, modernist ve “yerli milli” oryantalistler
türedi.
Evet, (uluslararası çapta)
âlim yetiştirme bakımından pek fazla bir varlık gösteremeyen ilahiyatlar, Ord.
Prof. Dr. Ali Fuat Başgil’in büyük bir firasetle uzun yıllar önce dile
getirmiş olduğu gibi (kişilik bakımından arızalı, Batı karşısında aşağılık duygusu
ile kıvrım kıvrım kıvranan, onlara kendini beğendirmek için gâvurdan fazla
gâvur gibi konuşmaya çalışan) “din tenkitçisi/eleştirmeni” angut soytarılar ürettiler.
Bu çağdaş zındık tipler
hadîs inkârcılığıyla başladıkları zendeka mesleğinde zamanla büyük mesafe kat
edip işi Kur’an’a dil uzatmaya
kadar vardırdılar.
Türkiye’nin geldiği nokta
bu.
*
“Her hususta hak ve hakikatı görüp de alenen söyleme” meselesi,
birtakım kişisel veya grupsal kazanımlar elde etme meselesi değildir.
Sorumluluktan kurtulma meselesidir.
Dünya da, ahiret de Allahu
Teala’nındır.. Mülkü (dünyevî hakimiyeti) dilediğine verir.. Hz. Süleyman
a.s.’a da mülk vermiştir, Firavun’a da.. Zülkarneyn a.s.’a da mülk vermiştir,
Nemrut’a da.. Çünkü dünya hayatı bir
imtihandır, rüya gibidir.. Asıl hayat, ahiret hayatıdır.
“Her hususta hak ve hakikatı görüp de alenen söyleme” durumunda
olan kişi başkalarının “kurtarıcısı” vs. olmadığını unutur da “gelecek
hesapları” yaparak lafı eğip bükerse, kendince “ilm-i siyaset” takip
ederse, yarım aklıyla (ayet ve hadîslerle çelişen) strateji ve taktikler
üretirse, değil başkalarını, kendisini bile kurtaramaz.
Kurtarıcılık da, hidayet de
Allahu Teala’ya aittir.
“Her hususta hak ve hakikatı görüp de alenen söyleyen” kişi,
gerçekte başkalarını değil, kendisini, kendi ahiretini kurtarmaya çalışmış
olur.
Söylememesi durumunda hak ve
hakikati görmesinin fazla bir anlamı kalmaz.
Bilgisi, kendisinin aleyhine
delil olur.
*
“Sizden
önceki çağlarda yeryüzünde bozgunculuğu önleyecek birikimli kimseler bulunsaydı
ya! Onlardan bunu, kurtuluşa erdirdiğimiz az bir kesim yaptı. Zulmedenlerse
içinde şımartıldıkları refahın peşine düşüp günahkâr oldular.”
(Hûd, 11/116)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder