Dr.
Nurullah Çakmaktaş “Dini Radikalizmin Ana Akım İslamcılara Yönelttiği Tenkitler” başlıklı
makalesinde, Makdîsî’nin “ana akımcı”lara yönelttiği şu eleştirilere yer
veriyor:
Yine bazı İslami hareket müntesiplerinin
davet metodu olarak Kuran’daki yumuşak olma,
nazik davranma ve kolaylaştırma ile ilgili nasları dini radikalizm metodunu
eleştirme sadedinde sürekli gündemde tutmaları el-Makdîsî’yi rahatsız
etmektedir. Ona göre; bu kimseler söz konusu nasları yerli yerinde kullanmamakta, davet hususunda samimi
davranmamakta ve bu konuyu tam manasıyla kavrayamamaktadır. El-Makdîsî’ye
göre; söz konusu naslar davete ilk defa muhatap olan kimse için söz konusu olup
bu yaklaşım tarzı başarısız olduktan sonra davetin üslubu da değişmek
zorundadır. Oysa ona göre; günümüzdeki “tağuti”
rejimler, her geçen gün insanların arasında küfrün ve bozgunculuğun
artmasına ses çıkarmamakta ve hatta bunu tasdik etmektedir. Üstelik toplumu
ıslah etmek isteyen davetçilere karşı baskı kurmakta ve onları istihbarat ve polis servisleriyle sürekli
gözetim altında tutmaktadır. Yine onların beşer ürünü, şirk mahsulü yasalarına itiraz eden, onu inkâr edip ondan uzak
(berî’) olduğunu deklare eden ve insanlara bu yasaların batıl olduğunu anlatan
herkesi cezalandıracak kanun ve
kararnameler çıkarmaktadırlar. Buna mukabil Allah’ın dinine savaş açan her
bir kimseye de alan açmakta ve küfür ve fesatlarını yaymak için basın yayın
organlarını onların hizmetine sunmaktadırlar. İşte bu gibi kimselere karşı
yumuşak üslup benimsemek, onlara güzel sözler söylemek ve onlara ve düzenlerine
dostluk göstermek caiz değildir. Hz.
İbrahim’in yaptığı gibi onlardan ve işledikleri fiillerden berî’ olunduğunu
deklare etmek gerekir. ... (El-Makdîsî, 1984, 27).
Makdîsî’nin yumuşaklık yanlılarına yönelttiği eleştiriler
yanlış değil.
Bunların özelliği ayet ve hadîslerden işlerine gelenleri öne
çıkarmaları, gelmeyenleri ise yok saymaları..
Mesela, Hz. Musa aleyhisselam’a verilen “Firavun’a yumuşak
konuşma” emrini sürekli hatırlatırlar, fakat şu ayetleri görmezden gelirler:
“Ey Peygamber! Kâfirlerle ve münafıklarla
cihad et, onlara karşı sert davran! Onların varacağı yer Cehennem’dir, ve o ne
kötü bir varış yeridir!” (Tevbe, 9/73)
“Allah’a ve ahiret gününe iman eden bir topluluğu, babaları veya oğulları veya kardeşleri veya akrabaları bile olsalar, Allah’a ve Rasulü’ne karşı gelen kimselerle dostluk ediyor bulamazsın. İşte Allah onların kalplerine imanı yazmış ve onları tarafından bir ruhla desteklemiştir. Ve onları, içlerinde ebediyen kalıcı oldukları halde altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacaktır. Allah onlardan razı olmuştur, onlar da O’ndan.. İşte onlar Allah’ın hizbidir. Dikkat edin! Hiç şüphesiz Allah’ın hizbi, gerçekten kurtuluşa erenlerdir.” (Mücadele, 58/22)
*
Çakmaktaş’ın yazısında şu ifadeler de yer alıyor:
Bazı kimseler el-Makdîsî’nin önerdiği
metodu, İslam peygamberinin takip ettiği yola uymadığı için eleştirmişlerdir.
Öyle ki peygamber, Mekke döneminde putların arasında on üç yıl boyunca yaşamış,
zayıf olduğu bu dönemde putları kırmaya
yeltenmemiştir. El-Makdîsî, bu görüşü ileri sürerek kendisine itiraz edenleri
İslam dinini bilmemekle suçlamıştır. Ona göre; peygamberin on üç yıl boyunca
kavmi arasında yaşaması günümüzde bazı davetçilerin yaptığı gibi tağuti yasalara karşı övgüyle bahsetmesi ve
onlara saygı göstermesi anlamına gelmemektedir. Bilakis peygamber,
kendisinin ve arkadaşlarının tağutun
işlerinden ve ilahlarından berî’ olduğunu açıkça ilan etmiştir. Oysa günümüzdeki davetçilerin çoğunluğu batıl ehline karşı dalkavukluk yapmakta,
onlara yumuşak davranmakta ve hatta onlara destek olup yardım
etmektedirler. Artık mesele öyle bir hal almıştır ki, [kâfir ve münafıklarla] düşmanlık ve buğzun yerini vatanın ve milletin [sözde] selameti için omuz omuza iş birliği almıştır (El-Makdîsî, 1988, 137-138;
a.mlf, 1984, 47-49).
Benzer şekilde Türkiye’de de “peygamberi üslub”tan filan bahseden sahtekârlara rastlıyoruz.
Peygamberî üsluptan anladıkları FETÖ (Fethullahçı Takiyye
Örgütü) tipi takiyye, “herkese mavi
boncukӍuluk ve ilkesizlik.
Peygamberî üslup adına herkesin önünde eğilip ellerini öpme..
Fakat bu Peygamberî üslup, farklı düşünen Müslümanlar söz konusu
olduğunda buhar olup uçuyor.
Mesela Fethullah Gülen, 28 Şubat sürecinde Kanal
D’ye
verdiği röportajında darbeci askerlere destek verirken Erbakan’la arasında tenafür (nefret ilişkisi) olduğunu
söyleyebilmişti.
Herkese (Hristiyan’a, Yahudi’ye, Papa’ya, Demirel’e, Ecevit’e, İsrail’e, darbeci içtihatçı/müçtehit askerlere, Ecevit’e) karşı sevgi, hoşgörü, muhabbet fedailiği, bir tek Erbakan’a karşı nefret..
Madem muhabbet fedailiği adını verdiğiniz omurgasızlık ile herkese zeytin dalı uzatıyorsunuz, bari tutarlılık
adına Erbakan’a da bir gramcık olsun hoşgörü gösterseydiniz ya..
Hayır, göstermezler..
Bu tür peygamberî üslup edebiyatçılarının işi gücü yalan ve çifte standart..
Kendilerine İslamî hakikatleri hatırlatanlara Vezüv Yanardağı
gibi kin ve gayz püskürtürler.
*
Bu peygamberi üslup dolandırıcılığı ve çifte standardının
salt FETÖ’ye özgü olduğu zannedilmesin.
Türkiye’de dindarlık, güzel ahlâk, irfan vs. edebiyatı yapan
pekçok grupta aynı hastalık var..
Vatanın ve milletin
selameti meselesine gelince..
Burada söz konusu olan daha çok birtakım imtiyazlı kesimlerin selameti ve kazanımlarının korunmasıdır.
Onların ayrıcalıkları
söz konusu olduğunda olay vatanın ve milletin selameti “marka”sı altında
pazarlanır.
Onların bu selamet sahtekârlığını yutmayanlar ise ihanetle suçlanırlar.
*
Çakmaktaş ayrıca şunları söylüyor:
Dini radikalizm; ana akım İslamcıları,
din ile modern olan arasında sıkışıp kalmakla itham etmiş, onların sürekli bir
kafa karışıklığı ile malul olduklarını iddia etmiştir. İhvan’ın pek çok
meselede muğlak ve ikircikli (bize göre pragmatist) bir tutum sergilemesi çok
sık eleştirilen mesele olarak dikkat çekmektedir. Dini radikalizm; İhvan
özelinde yine ana akım İslamcıları, çoğulculuk,
ötekine saygı ve düşünce özgürlüğü gibi konularda hâkim batılı paradigmaya
teslim olmakla ve dinin bu konulardaki öğretilerini dikkate almamakla
suçlamaktadır. İhvan’ın Mısır’daki Gayrimüslimlere yaklaşımının vatandaşlık hakları çerçevesinde
olması, bu tutumunu vatan kardeşliği
olarak tanımlanması da İhvan’ın el-velâ ve’l-berâ bağlamında eleştirilmesine
neden olmuştur (El-Lecnetu’ş-Şer’iyye, ts., 36-44).
Vatandaşlık
haklarından ve vatan kardeşliğinden
söz etmek paradigma (kavramsal
çerçeve, teorik zemin, düşüncenin üzerine bina edildiği temel varsayımlar)
değişikliğine karşılık geliyor.
Dünyaya bakışınızı paradigmanız belirler. Düşüncenizin akışı kavramlarınızdan bağımsız olarak
oluşamaz.
Mesela şu içinde yaşadığımız kâinata fizikçilerin vs. (kesin doğru olduklarının ispatlanması imkânsız olan)
teorileri ve sadece belirli bir teorik model içinde anlam taşıyan
kavramlarıyla bakarsanız bu evreni ve dünya hayatını müslümanca
anlayıp değerlendirmeniz mümkün değildir.
Müslüman kalmak için bunların hepsini bir yana bırakıp “meleklere iman” ile düşünmeniz gerekir.
Aksi takdirde farkında olmadan şirke
düşmeniz mümkündür.. Fizikçi, geliştirdiği teorinin kesin doğru olduğunun
söylenemeyeceğini bilerek yoluna devam ederken sen onun teorisini mutlak hakikat gibi kabul etme cehaleti sergileyip sözde bilimle
aydınlanmış adam olduğunu zannedersin, fakat gerçekte, su katılmamış saf ve som
budalasındır.
Bilim adamını peygamber, teorisini de vahiy yerine koymuş olursun.
Sosyal bilimler ve ideolojilerde de durum aynıdır. Kimin
kavramlarıyla düşünüyorsan imanın ve itikadın odur.
*
Mesela Kur’an’da Allahu Teala bize ilk
ayetlerde müminin, münafığın ve kâfirin
tanımını yapar, onların özelliklerini anlatır.
Mümin müttekîdir, namazını kılar, zekâtını verir, Allahu
Teala’nın indirdiği vahye ve ahirete inanır; münafık ise mümini gördüğü zaman
kendisinin de iman etmiş olduğunu söyler, fakat kâfirlerle karşılaştığında “Ben onlarla kafa buluyorum” filan der;
kâfir ise açıkça inkâr eder.
Dolayısıyla bir müslüman, topluma “Bu Türk, dolayısıyla
dünyaya bedel bir ‘damarlardaki kan’
hazinesi (mesela 10 yıl kadar önce Mersin’de Özgecan diye bir kıza tecavüz edip
öldüren Türkçü Türk, damarlarındaki kan dolayısıyla dünyaya bedel bir
bulunmaz Hint kumaşıydı); şunlar Kürt, Çerkez, Laz, Boşnak, Arnavut, Roman, Çeçen, Abaza, bunların
kimlikleri ve dilleri lüzumsuzluktur, hatta bölücülük anlamına gelir, şunlar ise filan ırktan, dolayısıyla onlardan
hiç hayır gelmez” diye bakamaz, fertleri kavim ve kabilelerine göre değerli ya
da değersiz göremez.
“Bir Türk dünyaya
bedeldir” ve “Muhtaç olduğun kudret
damarlarındaki asil kanda mevcuttur” türünden hurafe ve safsatalar,
kendisine soyadı olarak (sanki gerçekten Türkler’in atasıymış gibi) Atatürk
adını seçmiş Selanikli bir “vatandaş” söyledi diye “gökten inmiş kutsal ayet”
muamelesi görme hakkı kazanamazlar.
Evet, bir müslüman, insanların iman bakımından hangi gruba
girdiklerine odaklanır: Samimi mümin midir, fırıldak münafık mıdır, inkârcı
kâfir midir?
Yine bir mümin topluma mesela bir solcu gibi “Bu burjuva,
şu proleter, şu işbirlikçi, bu bizim sınıftan, şu başka sınıftan” diye bakmaz..
Zenginle fakir, işçi ile patron arasında ayrım yapmaz, fakat zengine sırf
zengin diye düşman da olmaz.
Şayet böyle yaparsa artık müslümanca düşünmüyor demektir..
Aynı şekilde, bir kimse insanları iman noktasından değil de
soyu sopu noktasından değerlendirmeye başladığı zaman o artık müslümanca
düşünmeyi unutan ya da önemsemeyen bir “ırk
tapınıcısı” haline gelmiş demektir.
*
İhvan-ı Müslimîn teşkilatının vatandaşlık söylemi de bir ölçüde aynı durumda.. Vatan
putunu cilalayıp parlatmış oluyorlar.
Vatan kavramının da, vatandaşlığın da İslam açısından bir
önemi yoktur.. Müslüman, duruma göre, Dünya’nın her tarafında yaşayabilir..
Vatan, senin İslam’ı hür ve bağımsız biçimde yaşayabildiğin
yerdir.
Nitekim Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem, Kâbe ve çevresi kutsal (mukaddes ve mübarek) olduğu halde ashabını Habeşistan’a (Afrika’ya, Etiyopya’ya)
gitmeye teşvik etmişti.
Daha sonra Medine İslam yurdu olunca onlar Medine’ye
geldiler, yoksa hayatlarını Habeşistan’da sürdüreceklerdi.
Evet, İslam açısından (Batı’dan
ithal) vatan kavramının bir önemi olmadığı gibi Müslümanlar'ın gayrimüslimlere
yaklaşımları da laik (siyasal dinsiz)
vatandaşlık kavramı etrafında şekillenemez.
Müslüman (dünya görüşü bağlamında) vatandan değil dâru’l-İslam’dan
(İslam yurdundan) söz eder, gayrimüslim ise vatandaş değil zimmîdir, zimmet ehlidir, güvenlikleri
garanti altına alınmış emanettirler.
Bir gayrimüslim sonradan senin izninle ülkene yerleşti
diyelim, “vatandaş” değil diye, asıl vatanı burası değil diye daha az hakka
sahip olmaz.
*
Devletlerin “vatandaşlık” vermesi ve vatandaşlıktan aforozu ile bu “vatan” kavramının içi iyice boşalmış durumda..
İstersen sen bu vatanda doğmuş ol, devlet seni
vatandaşlıktan attığında, burası senin vatanın olmaktan çıkar mı?..
Çıkıyormuş.
Ne bu, süper lig takımına futbolcu mu alıyorsun, futbolcuyu
kulüpten mi kovuyorsun?
Adamın ataları burada yaşamışsa, kendisi de burada doğup
büyümüşse, burası onun vatanıdır, sen istersen vatandaşlıktan at..
Demek ki, “vatandaşlık” kavramının bizzat kendisi vatansız..
Laik (siyasal dinsiz) kavramların ekserisi böyle..
İçleri boş.
Çoğu safsata ve hurafe..
*
Son olarak şunu da belirtelim: Çakmaktaş'ın yaptığı "dinî radikalizm"-"ana akım İslamcılık" ayrımı da uygun değil..
Bu ayrım çerçevesinde dinî radikalizm, deyim yerindeyse "yan/tâlî akım İslamcılık" olmuş oluyor.
Dinî radikalizm tabiri gerçekte o akım mensubu olarak görülen kişilerin benimsedikleri bir adlandırma değil..
Bu kavram Batılı siyaset bilimci ve sosyologların icadı.. Bizimkiler onlardan alıyorlar.
İşte burada yine paradigma meselesine gelmiş oluyoruz.
Thomas Kuhn, Türkçe'ye Bilimsel Devrimlerin Yapısı adıyla çevrilen kitabında (The Structure of Scientific Revolutions) bilim alanında yaşanan köklü değişimlerin paradigma (teorik zemin, kavramsal çerçeve) değişikliği anlamına geldiğini söyler.
Müslümanlar yaşadıkları ülkelerde önce bu paradigma sorununun üstesinden gelmek zorundadırlar.
Müslümanca düşünme, ancak İslam'ın (Kur'an ve Sünnet'e dayanan) kendi kavramları temel alınarak sağlanabilir.
*
Bir ülkede rejim değişikliği ve dönüşümü önce paradigma değişikliğiyle başlar.
Mesela Türkiye'de bu, Batı'dan ithal edilip kopyalanan vatan, vatanseverlik, (ırkçılık anlamında) milliyetçilik, millet hakimiyeti/egemenliği, inkılapçılık (devrimcilik), meşrutiyet, demokrasi, hürriyetçilik, ittihat (birleşme, birlik), ilerleme, kalkınma, müsavat/eşitlik, asrîlik (çağdaşlık) gibi moda kavramların İslamî kavramların yerini almasıyla başladı..
Bu süslü püslü, janjanlı, boyalı kavramlar, aşağılık duygusu ruhunun derinlerine işlemiş Osmanlı okumuşlarını büyüledi.
İslam'ın kendi kavramlarını devri geçmiş, önemsiz, sönük şeyler olarak görmeye başladılar.
Böylece ithal ve taklitçi Batıcılık ve Türkçülük akımları ortaya çıktı. (Batıcılık ve Türkçülüğün sentezi olan Atatürkçülük de doğal olarak tamamen taklit.. Selanikli'nin ilke ve devrimlerinde orijinal olan, kendi buluşu denilebilecek tek bir tane şey yok.. Mesela A4 kâğıdının ebadını belirleyen kişi Hitler'dir, onun böyle icatları var, Selanikli'de bu da yok. Batı'da ne varsa "Buraya uyar uymaz" demeden, ölçüp tartmadan, "sonradan görme" bir uygarlıkçılıkla aynen kopyalamaya çalışmış.. Şapkasına kadar.. Artık onda nasıl bir sihir, nasıl bir keramet gördüyse?.. Kral şapkanın üzerindeki uygarlık kostümünü herkes göremiyor, bunun için zeki olmak gerekiyor.. Ne şapkaymış ama, zekâ testi yanında hiç! Atatürkçülük ideolojisine göre bir Türk dünyaya, bir ecnebi şapkası bütün bir Türk milletine bedeldir!)
Meselelerin farkında olan âlimler ve bilgili müslümanlar İslam'ı savunmaya, herşeyin en güzelinin ve iyisinin (Allahu Teala'nın bildirmesiyle) İslam'da zaten var olduğunu, İslam dışı yolların uzun vaadede bu milleti çöküşe götüreceğini, toplumun tefessüh edeceğini, Osmanlı'da zaten yaşanmakta olan çürüme ve kokuşmanın kemale ereceğini anlatmaya çalıştılar.
Türkçü ve Batıcılar onları "gerici, mürtecî" diye adlandırdılar. Biraz daha ılımlı olanları ise İslamcı tabirini kullandılar.
Bu İslamcı adı onların üstüne yapıştı kaldı.
Aslında yanlış bir isimlendirme de değildi. Onlar İslamcıydılar, İslam taraftarıydılar..
Batı-cı ya da Türk-çü değildiler.
*
Evet, yukarıda da söylediğimiz gibi, bir ülkede rejim değişikliği ve dönüşümü önce paradigma değişikliğiyle başlar.
Batılılar ve yerli-milli işbirlikçileri/uzantıları bunu bildikleri için Müslümanlar'ın kendi kavramlarıyla düşünmelerinin önüne geçmeye çalışıyorlar.
Mesela dinci-dindar, İslamcı-müslüman ayrımı icat edip önümüze koyuyorlar.
İslam'da böylesi ayrımlar yok.
Mantıken de böylesi ayrımlar mümkün değildir..
Kinci olunmadan kindar, emekçi olunmadan emektar olunamaz.. Bunlar kinci olmadan kindar olma gibi bir imkânsızı nasılsa başarabiliyorlarmış.. Buna inanmamızı bekliyorlar.
Müslüman, tanım gereği İslamcıdır, İslam taraftarıdır.
Allahu Teala müslümanlar için sadece müslüman tabirini kullanmıyor, onlar için "Hizbullah" (Allah'ın fırkası/partisi/hizbi, Allah'ın taraftarları) nitelemesini de yapıyor.
"Ben dindarım dinci değilim, müslümanım İslamcı değilim" diyen adam, (münafık bir sahtekâr değilse) küfrün dolmuşuna binmiş bir aptal demektir, ondan Müslümanlar'a hayır gelmez.
*
Kim kendi kavramlarını başkalarına kabul ettirebiliyorsa, o, hâkim konumda demektir.
Mesela bir işadamı bir şirket kurup birilerine "Sen genel müdürsün, sen sekretersin, sen hademesin" vs. diyebildiği, onları tanımlayabildiği için onlar karşısında güçlüdür.
Kendisine "Get lan, senin genel müdürün mü olacakmışım, hadi ordan!" diyen üzerinde ise hakimiyetinden söz edilemez.
Hakimiyet tanımlayabilmek ve tanımlarını başkalarına kabul ettirebilmekten ibarettir.
Devletler (devletleri temsil eden siyasetçi ve bürokratlar) "Sen vatandaşsın, sen değilsin, sen milletvekilisin, sen değilsin, o genel müdür sen danışmansın, falan bakan sen de tebaasın" filan diyebildikleri için insanlar üzerinde hakim konumdadırlar.
Hakimiyet, tanımlayabilmek ve tanımını kabul ettirebilmektir.
*
İdeolojiler ve dünya görüşleri için de durum aynıdır. Hangi taraf diğer tarafa kavramlarını kabul ettirebiliyorsa, o, galip demektir.
Türkiye'ye bu açıdan baktığımızda ülkemizde İslamî hareketin (zihniyet bakımından) neredeyse bitmekte olduğunu görüyoruz.
Ortalık dinci değil dindar, İslamcı değil müslüman olduğunu söyleyen salaklarla dolu.
Bunlara Batılılar bir de "Siz de boş değlisiniz, sizin öyle bir irfanınız, öyle bir ahlâkınız, öyle bir tasavvufunuz var ki tadından yenmez.. İbn Arabî, Hallac-ı Mansur, 'Enel Hak', kem küm.. Aman ha onların kıymetini bilin" diyerek gaz verince afra tafralarından hiç geçilmiyor.
"Biz neymişiz be, Batılılar da bizim kıymetimizi biliyor.. Bir de şu Siyasal İslamcılar, cihatçılar, Şeriatçılar olmasa.. O zaman bütün dünya müslüman olacak ama işte bunlar İslam'ın adını kötüye çıkarıyorlar" diye maval okuyorlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder