Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, bir İslam alimi olarak, laik Türkiye Cumhuriyeti hükümeti hakkında şu değerlendirmeyi yapmıştı:
“Başı Şeriat’a bağlı olmamak üzere müteşekkil (oluşturulmuş) bir
hükümet, İslam hükümeti olamayacağı gibi, o hükümet bir
ecnebi (yabancı) hükümet değil de, halkın, milletin kendi kendine teşkil ettiği bir millî hükümet ise, öyle bir milletin de, kişilerce (kişiler olarak) isimleri Ahmed, Mehmed olmasına rağmen, İslam dini ile ilgilerinin, hükümetleri vasıtasıyla toptan kesilmiş olması zarurî
idi (zorunludur).
“Yalnız bu
hallere karşı içinden kan ağlayan ve elinden bir şey gelmediği gibi
memleketinden hicret imkanını da bulamayan halkın güçsüzleri için
bir mazeret hakkı kalıyor.”
Ali Rıza oğlu
Selanikli Mustafa konusunda derin hassasiyet geliştiren ehlî sünnetçiler
sakin olsunlar, bunları yazan zat selefî bir Arap değil..
Vehhabî hiç değil.
Osmanlı’nın
sondan ikinci şeyhülislamı..
Tokatlı.. Türk
oğlu Türk.
Kayseri ve İstanbul'da ilim tahsil etmiş.
*
Merhum Şeyhülislam'ın ifadelerinden anlaşılabileceği gibi, mesele bir hükümetin "milli/yerli" hükümet olmasından ibaret değil.
Asıl istenen idarenin İslam hükümeti (İslamî hükümet) olmasıdır.
İsrail'de Yahudiler'in kendileri açısından yerli-milli bir hükümete sahip olması, hak ve hakikat noktasından değer taşıyan bir durum değildir.
Hatta Yahudiler'in Müslümanlar'ın idaresi altında olması, kendilerine ait bir yerli-milli hükümetlerinin bulunmaması hem genel olarak insanlık, hem de kendileri için daha hayırlıdır.
*
Böyle olmakla
birlikte, merhum Şeyhülislam'ın sözleri “laik (siyasal dinsiz) rejim” açısından kabul edilemez şeyler değil.
Çünkü başı
Şeriat’e bağlı olmayan bir hükümete İslam
hükümeti denilmesini İslam kabul etmediği gibi, laik (siyasal dinsiz) rejim de kabul
etmez.
Bunun, benimsediği laikliğine (siyasal dinsizliğine) aykırı olduğunu
söyler.
O yüzden, bugün Türkiye'de herhangi bir siyasal parti,
programına “İslam hükümeti olarak faaliyet göstereceğiz”
şeklinde bir ifade koyamaz.
Koyarsa, derhal kapatılır.
*
Ancak, laik rejimcilerin Şeyhülislam’ın
bu tür yazılarına acayip “gıcık” olduklarını biliyoruz.
Kızmaları şundan: Aynı şeyi
kendileri olumlu bir anlam yükleyerek ve övünerek, Şeyhülislam ise olumsuz biçimde ve yererek dile getiriyor.
Bunlar istiyorlar ki, Türkiye’nin
laikliğini (siyasal dinsizliğini) herkes alkışlasın.
Kendileri “fikirsizliği hür, vicdansızlığı hür, irfansızlığı hür” olarak her
lafı söyleyebilsinler, fakat Şeyhülislam gibi zatlar “fikri hür, vicdanı hür,
irfanı hür” olmasın.
Kendilerinin ilkokul ezberlerini
herkes düşüncesizce tekrarlasın istiyorlar.
*
Ecnebî/yabancı bir
hükümet ile yerli/milli hükümet arasındaki
farka gelince..
Müşahhas örnek üzerinden gidelim,
mesela Batı Trakya Türkleri‘ni alalım.
Batı Trakya, Lozan’la Yunanistan‘a bırakıldı. Oradaki Türkler açısından
Yunan hükümeti ecnebi bir hükümetti, İslam hükümeti değildi. Bu hükümeti “kendi
hükümetleri” kabul etmiyorlardı. Benimsemiyorlardı.
Dolayısıyla Yunan hükümetinin küfrüne onay vermiş olmuyorlardı.
Tabiî ki, (Yunan hükümeti İslam
hükümeti olmaya tenezzül etmediği halde) “Bu hükümet de İslam hükümetidir” diye
kabul etmeye başladıkları anda, İslam’ı tahrif edip bozma cinayetini işlemiş, küfre düşmüş olurlardı.
Çünkü, nasıl müslümanı tekfir etmek, kâfir saymak küfürse, bir kâfiri müslüman kabul etmek de küfürdür.
*
Türkiye Cumhuriyeti, laikliğini (siyasal dinsizliğini, siyaset sahasında dinsizliği benimsediğini) alıştıra alıştıra ortaya koydu.
Önce, cumhuriyetin ilanından dört
yıl sonra Anayasa’dan “Devletin dini, din-i İslam’dır”
maddesi çıkartıldı.
Ardından 10 yıl sonra, 1937’de
de laiklik (siyasal dinsizlik) ilan edildi.
Yani hükümet, “Ben İslam hükümeti değilim” dedi.
İslam açısından ecnebi hükümetinden (mesela bir
Avrupa hükümetinden) farkının olmadığını ilan etti.
Bu durumda, saçmasapan teviller
üreterek böyle bir hükümeti İslam hükümeti kabul etmek İslam açısından küfür, laik rejim açısından anayasal düzeni yıkma niyeti taşımak, akıl ve mantık açısından ise angutluk alanında rekora koşmak oluyordu.
Şeyhülislam’ın içi yanarak dikkat çekmek
zorunda kaldığı husus buydu.
*
Fakat Şeyhülislam şunu da söylüyor:
“Yalnız bu
hallere karşı içinden kan ağlayan ve elinden bir şey gelmediği gibi
memleketinden hicret imkanını da bulamayan halkın güçsüzleri için
bir mazeret hakkı kalıyor.”
Buna bağlı olarak bir mazeret daha var.
O da şu:
“İslam açısından”
Türkiye’de yaşamak ile, bir ecnebi hükümetin (mesela
bir Avrupa ülkesi hükümetinin) idaresi altında (hukuk/yasalar
çerçevesinde) yaşamak arasında bir fark bulunmadığını,
Türkiye’nin laik “yerlilik ve millilik” davasının (yine İslam açısından)
Ebu Cehil’in Mekke’ye bağlılığı türünden dünyaperestlik ve ilkel
kabilecilik taassubundan ibaret olduğunu,
Mevcut Türk hükümetinin hem İslam
hem de mevcut Anayasa açısından İslam
hükümeti olmadığını,
Yerlilik-millilik safsata ve
hurafeleriyle devletin laikliğine/dinsizliğine (dininin olmayışına) kulp
takılamayacağını,
Müslüman bir toplumun hükümetinin laik (dinsizlik siyasetine göre) bir hükümet değil İslam hükümeti olması gerektiğini...
Bütün bunları kabul eden bir
müslüman da, (rejimi benimsemeden) gayrimüslim/ecnebi ülkelerde yaşamak durumunda olan veya zorunda
kalan müslümanlar gibi, İslam ile bağını korumuş, Müslümanlık dairesinin dışına çıkmamış olur.
*
Buna karşılık, "Önemli olan hükümetimin yerli-milli olmasıdır, İslam hükümeti olması önem taşımaz.. Hatta hükümetim İslam hükümeti değil laik (siyasal dinsiz) hükümet olmalı, öküze, puta yahut tağuta tapıcılık da dahil bütün dinlerin hükümeti olacak şekilde politika belirlemelidir" diye inanıp düşünen kişi, İslam ile bağını koparmış olur.
Çünkü Kur'an'la bağını koparmış, Allahu Teala'nın kitabındaki açık ifadelere itiraz edip karşı çıkmış, onları yalanlamıştır.
İşte (Nurcular'ın edebiyatını çok fazla yaptıkları) "iman kurtarma" davasının bir boyutu da budur.
Fakat Nurcular'ın bir bölümünün bu gerçekten haberi ne yazık ki hiç yok.
Mesele sadece Allahu Teala'nın varlığını ve birliğini kabul etmek olsaydı, Mekke müşrikleri de kurtulurdu. Çünkü onlar da Allahu Teala'nın yaratıcı olarak varlığını ve birliğini kabul ediyorlardı.
"Bizi putlar yarattı" demiyorlardı.
Fakat, bir yandan da, Allahu Teala'nın yarattığı (ve kendi elleriyle imal ettikleri, kendilerinin ürettiği, yaratıcı olmayan) putlarının Allahu Teala gibi saygıya layık olduklarını iddia ediyorlardı.
Tıpkı bugün Türkiye'de birilerinin "Bütün inançlar saygıya layıktır" diyor olmaları gibi.
Ve yine birilerinin devlet idaresinde Allahu Teala'nın hükümlerinin değil Ali Rıza oğlu Selanikli Mustafa'nın laflarının belirleyici olması gerektiğini iddia etmeleri gibi.
Ne yazık ki "Bütün inançlar saygıya layıktır" diyerek Allahu Teala'nın yanı sıra putlara kulluk edilmesini de saygıya layık bulan akılsızlar arasında kendilerini çok iyi müslüman zanneden, İslam'a hizmet ettiğini zanneden entellik meraklısı cahiller de var.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder