Dr. Nurullah Çakmaktaş’ın “Dini Radikalizmin Ana Akım
İslamcılara Yönelttiği Tenkitler” (Akademik İncelemeler Dergisi,
C. 16, S. 1, Nisan 2021) başlıklı makalesini tartışıyorduk.
Çakmaktaş sözlerini şöyle sürdürüyor:
“İslam dünyasında ulus devlet sonrası
dönemde Müslüman toplumları doğrudan etkileyen bir takım siyasal meseleler,
gerek ana akım İslamcılık düşüncesinin
ve gerekse de dini radikal düşüncenin
şekillenmesinde başat etken olarak dikkat çekmektedir. Her iki düşünce ekolünü
de motive eden ve harekete geçiren, bu ekollere mensup kimselerin sahip olduğu teo-politik hassasiyetler olmuştur. Bu
iki ekolün ortak paydası, İslam’ın siyasal alana dair söyleyecek sözü
olduğu iddiasını taşımalarıdır. Fakat siyasal alana dair İslamlaşmanın hangi yöntem ile gerçekleşeceği
sorusuna verilen cevap, iki ekol arasındaki ayrışmayı tetikleyen ve
derinleştiren en önemli unsur olmuştur. Öyle ki ana akım İslamcılık cari sistem içinde kalarak tedrici bir
yolla İslamlaşmayı savunurken, dini radikal düşünce ise silahlı bir
kalkışma ile İslamlaşma devriminin
gerçekleşebileceğini savunmuştur. Bu temel ayrışmadan mütevellit cihâdi ideologlar olarak isimlendirilen
dini radikalizm öncüleri, yetmişli yıllardan bu yana İhvan-ı Müslimin başta
olmak üzere ana akım İslamcılara mevcut siyasal düzen ile olan ilişkileri
nedeniyle pek çok eleştiri yöneltmişlerdir.”
Evet,
“İslam’ın siyasal alana dair söyleyecek
sözünün bulunduğu”nu kabul etme
konusunda (“esas”ta) ihtilaf yok.
İhtilaf,
bunun nasıl gerçekleştirileceği (yöntem)
hususunda ortaya çıkıyor.
Gerçekte
yöntem meselesinin tek bir cevabı bulunmuyor.. Zaman ve zemine göre değişir..
Dolayısıyla,
“şartlar”a göre her iki tarafın da
haklı olduğu noktalar bulunabilir.
Yine
şartlar, belirli bir zaman ve zeminde (tarih ve coğrafyada) bir tarafın kesin
biçimde haklı olduğunu söylememize imkân verebilir.
*
Buna
karşılık, “esas”ta ihtilaf yaşandığında
ortaya “iman ve küfür” ikilemi
çıkar.
Yani
birileri Müslümanlık adına “İslam siyasal alana karışmasa da olur, laiklik de fena bir şey değil”
dediğinde, bunun anlamı, İslam’ı terk edip kâfir olmalarıdır.
Nitekim
Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi,
Cumhuriyet döneminde bunu anlatmaya çalıştı. Kitap ve makalelerinde laikliğin
küfür olduğunu döne döne açıkladı.
İmdi,
cârî (yürürlükteki) sistem içinde bir müslüman, çaresizlik dolayısıyla İslam’ın
siyasal alana karışması yönünde bir şey yapamama
durumunda olabilir.
Yine,
tehdit, yasaklama ve zorbalık yüzünden bunu sözlü olarak savunma imkânı da bulamayabilir. Susmak zorunda kalabilir.
Fakat
aksi yönde beyanda bulunamaz.
Bulunduğu anda küfre düşer..
Bunun lam’ı cim’i yoktur.
*
İşte
Türkiye’deki sorun burada..
Türkiye’de
(şu anda) acizlik ve çaresizlik dolayısıyla yaşanan bir eylemsizlik veya susma yok. Aksi yönde gönüllü bir eylemlilik ve gevezelik var.
O
yüzden İslamcılık aleyhinde
kampanyalar yürütülebiliyor.
Mesela
on yıl önce bu ülkede bir İslamcılık tartışması yaşandı.. Başta Fetullah’ın Zaman’ı
olmak üzere birçok yayın organındaki kalemler İslamcılık aleyhinde esip
gürlediler.
Buna
Yeni
Şafak, Star ve Sabah gibi gazetelerdeki AKP’li
(Akpartili) dönekler de destek verdiler.
Milli
Gazete’deki duayen Özel
Harpçi ajan Mehmet Şevket Eygi bunağı zaten hiç susmuyordu.
*
Ancak,
İslamcılık (İslam) karşıtı bu kampanya suret-i haktan gelinerek hilekârca
yürütülüyordu.
Tartışma, CIA güdümündeki küresel küfür cephesinin
akademisyenlerinin teorik altyapısını hazırladığı bir kavramsal çerçeve içine
hapsedilmeye çalışılıyordu.
Buna
göre, İslam başka, İslamcılık başkaydı.. İslam vahye dayanan bir dindi, İslamcılık ise beşer yorumundan
ibaret bir ideolojiydi.
İslam’ın
siyasal ve hukuksal boyutunu (Şeriat’i)
önemsemeyip gereksiz sayan, olayı salt ibadet, ahlâk ve "irfan pazarlama"cılığı olarak görenler samimi
“müslüman”lardı.
İslam’ın
siyasetinden ve Allah’ın hükümlerinden bahseden İslamcılar ise İslam’ı bir din
olmaktan çıkarıp ideolojiye indirgiyorlardı.
ABD
ve Avrupa’da küfür gizli servislerinin akademik uzantıları bunları anlatan
kitaplar, makaleler yazdılar.
İslam
dünyasındaki küfürbaz gizli servisler (özellikle Batılı devletlerle stratejik
ortaklık ve müttefiklik ilişkisi içinde olan ülkelerdekiler) Batılı gizli
servislerin ürettiği bu “küfürbaz devlet
aklı”nın peşine takıldılar.
(Türkiye
gibi ülkelerde farklı psikolojik savaş
ve manipülasyon taktikleri de devreye konuluyor, aczimendebur soytarı Müslüm gibi “uçkurist”lere Nurculuk, tarikatçılık
ve radikallik yaptırılarak, Şeriat’i savunma görevi verilerek, onlar üzerinden hak
tarikatlar, Bediüzzaman gibi alimler ve Şeriatçılık nosyonu karikatürize
ediliyor. Danimarkalı küfürbaz
sadece karikatür çizerken
yerli-milli iblisler aynı şeyi canlı karikatürlerle yapıyorlar, yaptılar.)
*
Türkiye’de
Fetullahçılar resmen İslamcılık karşıtı cephede yer aldılar..
Kantarın
topuzunu o kadar kaçırdılar ki, Batılı gizli servislerle olan ilişki ve
bağlantıları onlardan “akıl” alma ve dayanışma boyutunu aştı, “liderlik” (liderleri)
düzeyinde onların emri altına girdiler.
Ancak,
Millî Görüş geleneği de bu süreçten
sağlam çıkamadı.
İslamcılık
karşıtı söylem onlara bile hakim oldu.
Akparti
(AKP) ise zaten İslamcılık’la köprüleri tümden atmıştı.
Her
ne kadar aralarına İslamcıları da alıyorduysalar da, bu, o İslamcıların “adam
edilip” “eski İslamcı” hale getirilmesinden başka bir sonuç vermiyordu.
İslam’ın
güncellenmesi gerektiğine iman etme, laikliği savunma ve Ali
Rıza oğlu Mustafa’yı minnet, rahmet ve şükranla yâd etme moduna girmek
zorundaydılar.
Bunları
kabul etmeyen, yola gelmeyenler bir süre sonra tasfiye edilip posası çıkmış
halde bir köşeye atılıyorlardı.
*
Başa
dönersek, “esas”ta ihtilaf olmaz.. Yöntemde olabilir. Yani “şartlar”ın ne tür
bir mücadeleye elverişli olduğu konusunda farklı fikirler serdedilebilir.
Peygamber
Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem ilk başta üç yıl boyunca gizli tebliğ yaptı. (Ancak bu, halkın
içinde putları saygı, minnet ve şükranla
anma anlamına gelmiyordu.)
Sonraki
süreçte de silahlı bir çatışma içine girmekten kaçındı.. Buna Allahu Teala izin
vermiyordu. Cihad emri Medine döneminde söz konusu oldu. Önceden emredilen sadece sabır ve hicretti..
İmdi,
bir müslüman, İslam’ın siyasal hayata hakim olması, İslam hukukunun (Şeriat’in)
devlet yönetimine yön vermesi gerektiğini kabul etmek zorundadır.
Bunu
kabul edenlere (İslam dininde) müslüman deniyor, etmeyenlere ise kâfir.
Fakat,
küfür gizli servislerinin icat ettiği çakma (güncellenmiş) İslam’a göre, bunu kabul edenlere İslamcı
deniliyor (Ki, sapıklık/sapma diye nitelendiriliyor), kabul etmeyenlere ise müslüman..
İşin aslına gelince..
Bir kimse İslam’ın siyasal hayata ve hukuk düzenine hakim
olması gerektiğini kabul etmediğinde, ona, “Yunus Emre der hoca, ister var
bin kez hacca, gönle Şeriat nuru girmeyince, ve bu dile gelmeyince, sen kripto kâfirsindir”
demek gerekiyor.
*
Çakmaktaş’ın
makalesini okumaya devam edeceğiz inşallah.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder