DİYANET, KEŞF Ü KERAMET, VE RÜYA

 





Diyanet, 15 Temmuz’un ardından okuttuğu hutbelerden birinde, Allah’ın Kitabı (Kur’an-ı Kerîm) dururken keşf, keramet, rüya vs.ye itibar edilmemesi gerektiği mesajını vermişti.

Yapılan doğruydu.

Edille-i şer’iyye arasında keşf, keramet, rüya yer almadığı halde istismar konusu olabildiği için, bu uyarının yapılması gerekiyordu.

Ancak, “sahih İslam”ı anlatma iddiasındaki bir kurumdan, halkı müslüman bir ülkede hiç kimsenin Allah'ın Kitabı'nı devlet hayatından sürüp atmasının, onun yerine emperyalist Batı'nın düzenini muhalefetsiz tek parti otoriterliğiyle millete dayatmasının, ve bu yaptıklarını ilke ve inkılaplar adı altında sanki beşer ürünü değil de sorgusuz sualsiz iman edilmesi gereken lahutî "değiştirilemez" hikmetlermiş gibi göstermesinin İslam nazarında caiz olmayacağını da anlatması beklenirdi.

Ancak Diyanet bunu yapmıyor. 

Yapamıyor.

Ona bunu yaptırmıyorlar.

*

O yüzden, Cuma namazlarında mesela Şeriat konulu bir hutbe duyamıyoruz.

Şu ayet-i kerime meali hutbelerde hiç geçmiyor:

 “Sonra emirden bir şerîat üzere seni me’mur kıldık, onun için sen o şerîate ittiba’ eyle de ılmi olmıyanların hevalarına uyma.” (Elmalılı meali, Casiye Suresi, 45/18)

Evet, Şeriat, akıl ve ilimle beraberdir..

Şeriat’in karşısında ise cehalet ve heva yer alır..

Birilerinin Şeriat’e ait olup da beğenmedikleri her meselede akıl ve ilim Şeriat’in yanındadır.

Onların heva, heves, tutku, şehvet ve arzuları da, Şeriat’in karşısında…

Diyanet, neden bunu açıkça söylemiyor, söyleyemiyor?

Neden, Şeriat bahsini sükutla geçiyor, geçmek zorunda?

Din ve vicdan hürriyetinin "şu sizin lehçede manası bu mu"?

*

Evet, keşf, keramet, rüya vs. dinde delil olmaz..

Diyanet’in hutbesinde de belirtildiği gibi, dinî konularda sadece peygamberlerin rüyaları delildir.. (Buna bir de peygamberlerin tasdik edip tabir ettikleri rüyaları eklemek gerekir..)

Fakat, dinde delil olmamakla birlikte, sahih rüyalar da vardır..

Diyanet’in hutbesi ise, zımnen, sanki bütün rüyalar “adğâsü ahlâm” (karmakarışık düş) imişler gibi bir mesaj veriyordu.

Halbuki, bizzat “adğâsü ahlâm” tabirinin geçtiği ayet-i kerime, Diyanet’in hutbesinde verilen mesajı çürütüyor.

Çünkü, Mısır Meliki (Kralı), etrafındaki ileri gelenlerden, rüyasını tabir etmelerini istemiş, onlar da, “Bunlar karmakarışık rüyalar (adğâsü ahlâm), biz bu tür rüyaların tabirini bilmeyiz” demişlerdi. (Yusuf, 12/44)

O karmakarışık rüyayı Hz. Yusuf a.s. tabir etmiş, ve tabir ettiği gibi de çıkmıştı..

*

Gerçekten olgun olanlar hariç, insanlar hata, noksan ve cehaletlerini genelde itiraf etmekten kaçınırlar, kusuru başka şeylere yüklerler.

Bu olayda da söz konusu ileri gelenler, “Bizim bilgimiz, bu rüyayı tabir etmeye yetmiyor” demek yerine, kusuru rüyaya yüklüyorlar.

Yani, cahil birilerinin “adğâsü ahlâm” (karmakarışık düş) saydıkları rüyalar da sahih olabilir, ve geleceğe (gaybe) ilişkin bilgi verebilir.

Bunu ben söylemiyorum.

Allah’ın Kitabı söylüyor..

Peki, Diyanet İşleri Başkanlığı hazretleri, Allah’ın Kitabı böyle söylerken, neden bunu gizliyor da, sanki Allah’ın Kitabı rüyalardan hiç bilgi edinilmez mesajı veriyormuş gibi bir çarpıtmaya hutbede yer veriyor?

Neden, Allah’ın Kitabı’na çağırma görüntüsü altında, Allah’ın Kitabı’nın mesajını saklıyor?

*

Ehl-i Sünnet’in itikadına göre, keramet haktır..

“Derin” güçler tarafından üretilip palazlandırılan, önü açılan, yalan rüyalar ve (istihbarata dayanan) sahte kerametlerle insanların gözünü boyayan kişilerin varlığı, keramet (Allahu Teala’nın salih kullarına ikramı) diye birşeyin hiç bulunmaması anlamına gelmez.

*

Doğrusunu söylemek gerekirse, Diyanet İşleri Başkanlığı ile FETÖ arasında, dinî hassasiyet ve sorumluluk duygusu bakımından mahiyet değil, derece yahut boyut farkı var.

Biri, “ulusal” laik Kemalist düzenin hoşuna gitmeyecek gerçekleri söylemiyor, söyleyemiyor..

Diğeri de, “küresel” Yahudi-Hristiyan düzeninin hoşlanmadığı İslamî gerçekleri saklıyor ya da çarpıtıyor..

Batıl (İslam’a göre batıl), “küresel” değil de “ulusal” (yerli-milli; milli piyango gibi milli) olunca makbul hale mi geliyor?!

Bu arada olan, ne yazık ki, halkın İslam anlayışına oluyor..

Diyanet’in ulusal/devletçi kaygılarıyla FETÖ’nün küresel/Amerikancı kaygıları çarpışırken, İslam, moda tabirle özne olmaktan çıkarılıp nesneleştiriliyor.

Her iki tarafça da kullanılıyor.. İstismar ediliyor..

Bu istismar işinde "ekmek" olduğunu küresel emperyalistlere öğretenler de bir ölçüde yerli-milliler.

*

Hutbede bir de kıyametten bahsediliyor, Abdurrahman Dilipak ağzıyla, “kurtarıcı (yani Mehdî) beklememe” mesajı veriliyordu..

Sırtlarını aynı yere dayamış oldukları, ya da aynı kaynaktan beslendikleri belli..

Ne yapalım yani, sahte peygamberler vardı diye, gerçek peygamberlerin varlığını da kabul etmeyelim mi?!

Sahte Mehdî‘ler türemiş diye, konuyla ilgili hadîslere sırt mı çevirelim?!..

Fakat, Diyanet’i anlayabiliyoruz..

Laik düzen açısından, Mehdî beklemenin bir faydası yok..

Onlar için, Mehdî’den çok daha fazla birşey olan Atatürk var…

Nitekim, Diyanet İşleri Başkanlığı, hutbelerinde her ne kadar Şeriat‘ten bahsetmese de, 30 Ağustos Zafer Bayramı gibi vesilelerle, “Başta Gazi Mustafa Kemal Paşa olmak üzere bütün şehit ve gazilerimizi rahmet, minnet ve şükranla anmayı” ihmal etmiyor.

Gazi Mustafa Kemal Paşa gelmiş, bizi kurtarmış.. Önce Yunan’dan, sonra hain Padişah‘tan..

Başka bir kurtarıcıya laik (siyasal dinsiz) devletin ihtiyacı yok..

Kurtarıcı konusunda şerik/ortak kabul etmemeye kararlılar..

*

Sonra, laik düzenden memnun zevat, neyden kurtarılacaklar ki?!..

Laiklikten (siyasal dinsizlikten) mi?..

Zevk ü sefasını sürdükleri nimetlerden mi?!.

Onların, kurtarıcı beklememek için yüzlerce nedeni var..

Allah’ın Kitabı, bir “kurtarıcı” bekleyen insanların var olabileceğini haber veriyor, fakat bu, laik düzenin Diyanet’inin umurunda mı?!..

Sözde Allah’ın Kitabı’na çağırıyorlar, fakat Allah’ın Kitabı’ndan haberleri yok. Ya da, haberleri yokmuş gibi yapıyorlar:

“Size ne oluyor da: ‘Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan bu şehirden çıkar, katından bize bir sahip çıkan gönder, katından bize bir yardımcı lutfet’ diyen zavallı çocuklar, erkekler ve kadınlar uğrunda ve Allah yolunda savaşmıyorsunuz?” (Eski Diyanet İşleri Meali, Nisa, 4/75)

*

Mardin Artuklu Üniversitesi’nde, 4-6 Ekim 2018 tarihlerinde, İslâm âleminin muhtelif yerlerinden “ilim erbabı”nın katıldığı “İslâm Medeniyetinin Geleceği” konulu bir çalıştay yapılmıştı.

Gelecek, malum olduğu üzere, gaybdır.

Bilimsel analizlere göre tahminlerde bulunmak mümkün olabilir elbette.

Bazen rüyalar da bilgi verebilir.

Ancak, ne bilimsel tahminlerin ne de rüyaların “kesin bilgi” vermesi beklenebilir.

Doğru çıkabilirler tabiî, ama bunu ancak olay olup bittikten sonra anlayabilirsiniz, doğru çıkacaklarını önceden bilme şansınız yok.

Bunu bilmek ancak Yusuf aleyhisselam gibi peygamberlere özgü.

İşte, Müslüman “ilim erbabı”nın İslam medeniyetinin geleceği hakkındaki sözleri ancak Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in kıyamet alâmetleri ve ahir zamanla ilgili hadîslerine dayandıkları ölçüde “kesin” bilgi verebilirler.

*

Kıyamet alâmetleriyle ve ahir zamanla ilgili hadîs-i şerîfleri çok iyi ve dikkatli bir biçimde okuyup anlamadan değil geleceği, bugünü de doğru yorumlayamayız.

Anlayamayız.

Resulullah s.a.s. başkalarına iş bırakmamış, “İslam medeniyetinin geleceği”ni anlatmış.

Söz konusu hadîs-i şerîfler aynı zamanda “mucize” niteliği taşıyor.

Mesela Peygamberimiz s.a.s., Yahudiler‘in gün gelip Filistin ve Kudüs‘te siyasal hâkimiyet kuracaklarını haber vermiş.

Yaşadığı döneme bakıldığında, normal şartlarda, hiç kimsenin gelecekle ilgili böyle bir tahminde bulunabilmesi mümkün değil.

Çünkü, Roma İmparatorluğu miladî 70’lerde Yahudiler’i Filistin’den kovmuş, sürgün etmiş..

Farklı beldelere dağılmışlar. Aradan nice yüzyıllar geçmiş.

Bir daha Filistin’e dönmeleri, umulmayan ve beklenmeyen birşey haline gelmiş.

Ama bu beklenmeyen şey, geçen yüzyılda gerçek oldu.

*

Bilindiği gibi, İslamî ilimlerin tedvinine temel teşkil eden Cibrîl hadîsinin kılavuzluğunda yapılan Kelam, Fıkıh ve Tasavvuf şeklindeki tasnif genel kabul görmüş bulunuyor.. 

Fakat söz konusu hadîste bir de kıyamet saati ile ilgili bir soru var.

O halde, bu hususun da ayrı bir ilim dalı olarak özel çalışma konusu yapılması faydadan hali değildir.

Çünkü Kıyamet’in zamanı değilse de, alâmetleri haber verilmiş.

Ve bu haberler, aslında ashabdan çok bizleri ilgilendiriyor.

Çünkü, bu alâmetleri asıl yaşayanlar, etkisine asıl maruz kalanlar bizleriz.

*

İslam medeniyetinin geleceği, ancak ahir zaman ve kıyamet alâmetleri ile ilgili hadîsler çerçevesinde ele alınırsa faydalı bir çalışma konusu olabilir.

Aksi takdirde, bir tür kâhinliğe, entelektüel şovmenliğe dönüşmesi engellenemez.

Bizi, yaşadığımız andan koparan, hayal âlemlerine daldıran bir tür uyuşturucuya dönüşür.

Ancak, günümüz Diyanet kurumu da, İlahiyatlar da, böylesi “ahir zamanla ilgili hadîslere” dayalı çalışmalardan fazla "hazzetmiyorlar".

Çünkü söz konusu hadîsler bugünkü “bulunmaz Hint kumaşı idarecilerimiz“in de, Diyanet’in de, bu zamanın “kapıkulu mollaları“nın da ipliğini pazara çıkarıyor.

Yüzlerine ayna tutuyor.

O yüzden, ahir zaman ve kıyamet alâmetleri ile ilgili hadîsleri fazla gündeme getirmemeye, mesela hutbe ve vaazlarda konu edinmemeye, halının altına süpürmeye devam ediyorlar.

*

Nitekim, Diyanet İşleri eski Başkanı Mehmet Görmez faciası, Mehdî konusuna kafayı takmış bulunuyordu.

Evet, hadîs bilmeyen, Sünnet cahili hadîs profesörü Mehmet Görmez efendi, Mehdî ile ilgili hadîs bulunmadığını iddia edebilmişti..

Halbuki, geçmişte bu meselede en eleştirel tutumu sergilemiş olan İbn Haldun şöyle demektedir:

Tirmizî, Ebu Davud, Bezzar, İbn-i Mace, Hâkim, Taberanî ve Ebu Ya’la Musulî gibi bir grup hadis imamı Mehdî hakkında bir çok hadis rivayet etmiş ve ileride zikredeceğimiz gibi bu hadisleri eleştiriye açık olabilecek senetlerle Hz. Ali, Abdullah bin Abbas, Abdullah bin Ömer, Hz. Talha, İbn-i Mesud, Ebu Hureyre, Enes, Ebu Said Hudrî, Ümmü Habibe, Ümmü Seleme, Sevban, Kurre bin İyas, Ali Hilalî ve Abdullah bin Haris bin Cüz’î gibi sahabelere dayandırmışlardır.”

(Mukaddime, çev. Halil Kendir, C. 1, s. 413.)

Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin Diyanet İşleri Başkanı’na göre ise, Mehdî hakkında hadîs yokmuş..

Önceki hadis “imam“ları cahil, bu ise, laik Türkiye Cumhuriyeti’nin yetiştirdiği eşi bulunmaz bir allâme..

Kütüb-i Sitte arasında yer alan Tirmizî, Ebu Davud ve İbn-i Mace de hadîs kaynağı değilse, hadîs kaynağı nedir?

*

Laik-Kemalist-Atatürkçü imtiyazlı zümre ve onların şaklabanı omurgasız ilahiyatçılar Mehdi’den neden bu kadar rahatsızlar?

Mehdî’nin geleceğine inanıyorlarsa, buna göre hareket etmeleri akıllılık olur.

İnanmıyorlarsa, yani onlara göre Mehdî diye birşey yoksa, gülüp geçmeleri gerekirken neden böyle asabîleşiyorlar?

Mesela Ehl-i Sünnet camiası, Şia’nın (mağarada kaybolmuş olup da yeniden geleceğine inanılan çocuk) Mehdî’sini sorun yapıyor mu?!

Tebessüm edip geçiyor.

*

Evet, söz konusu hadisler, İbn Haldun’un belirttiği gibi, tek tek tenkide uğramış olabilir.. Ancak, hepsi birlikte düşünüldüğünde “manevî tevatür"ü akla getiren bir sonuç ortaya çıkmaktadır.

Tevatür, bu kelimenin anlamını “yalan yanlış rivayet” zannedenlerin bildiğinin aksine, “yalan üzerine birleşmesi mümkün olmayan bir topluluğun rivayeti” demektir ve aktarılan haberin kesinlikle doğru olması anlamına gelir.

Mesela, Kuzey Kutbu’nu görmemişizdir ama, varlığından şüphe etmeyiz. Çünkü bu kadar çok insanın bir araya gelip, böyle bir yerin varlığını uydurmaları ve birtakım alâkasız fotoğrafları ve kamera görüntülerini Kuzey Kutbu imiş gibi göstermeleri mümkün değildir.

Mehdî ile ilgili rivayetlerin her biri kendi başına sorunlu olsa da, hepsi bir araya geldiğinde, Mehdî’nin varlığını gösterir.

Bu, (Teşbihte hata olmaz derler) şuna benzer:

Diyelim ki bir mahallede pekçok kişi bir hırsızlık olayını anlatıyor.

Biri diyor ki, “Hırsız gençti”, diğeri “Hayır, yaşlıydı”, bir başkası “Elbisesi mavi renkteydi”, öbürü “Hayır, yeşildi”, bir diğeri “Hırsızlık gecenin ilk saatlerinde oldu”, başka biri “Hayır, sabaha doğru oldu” vs. diyor.

Olayı nakledenler arasında doğru sözlüler de, palavracılığıyla tanınanlar da var..

Böylesi bir durumda, her bir rivayet tek başına sorunlu olsa da, hepsi bir araya geldiğinde, bir hırsızlık olayının yaşandığını ve özellikleri tam bilinmese de, bir hırsızın varlığını kesin biçimde gösterir.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KAPLAN'IN ÜFLEDİĞİ KAVAL VE KOYUN SÜRÜSÜ

  Risale-i Nur  talebesi gazeteci-yazar  Mustafa Kaplan,  “sufizm” konulu “beyanname”leri için şöyle bir yeni açıklama yapmış: Dünyânın çoba...