Türkiye'de bir sürü Nurcu grup olduğu biliniyor.
Ne yazık ki hepsinde birtakım arızalar mevcut.
En sağlam görüneni bile bakıyorsunuz bazı gerçekleri söylemekten imtina ediyor. Bilerek veya bilmeyerek milleti oyalıyorlar.
Bu noktada Muşlu Molla Muhammed hocayı (Mehmed Doğan) takdirle anmak gerekir.
Diğer Nurcuların görmezden geldiği kimi gerçeklere dikkat çektiği görülen bu zatın Risale-i Nurlar için yazdığı şerhlerin, merhum Bediüzzaman'ın doğru bir biçimde anlaşılmasını sağlayacak mahiyette olduğu görülüyor.
Evet, birtakım gerçeklere dikkat çektiği için Tahşiye Davası kapsamında FETÖ'nün gadrine de uğramış durumda. (Bu işin ardında da "derin"lerin bulunduğunu, FETÖ'cülerin kulağına onların kar suyu kaçırdıklarını tahmin etmek zor değil. "Derin"ler çok sevdikleri "İti ite kırdırma" mottosu çerçevesinde kimi kime karşı nasıl kullanacaklarını, bir düşmanın enerjisi ile bir başka düşmanı nasıl ezeceklerini, maşa varken el yakmamanın ne demek olduğunu iyi bilirler.)
Molla Muhammed Kersî'nin kitaplarına şu sitelerden ulaşılabilir:
https://www.nurmend.com
https://www.heybil.com
https://www.semendel.com
*
Aşağıdaki yazı, Molla Muhammed hocanın Risale-Nurları şerh ederken dikkat çektiği, herkesçe bilinmesi gereken çok önemli bazı hususları içeriyor.
(Kaynak: https://www.nurmend.com/kitap/detay/18-1971-fitnesinin-mahiyeti)
1971 FİTNESİNİN MAHİYETİ
Üstâd Bedîüzzamân (ra) Hazretleri, “Meyve Risâlesi” isimli eserinde Felak Sûresi’nin ba’zı gaybî işâretlerini beyân ederken şöyle buyurmaktadır:
“Nasıl bu sûre, beş cümlesinden dört cümlesiyle bu asrımızın dört büyük şerli inkılâblarına ve fırtınalarına ma’nâ-yı işârî ile bakar. Aynen öyle de, dört defa tekraren شَرِّ ( şedde sayılmaz) kelimesiyle, Âlem-i İslâmca en dehşetli olan Cengiz ve Hülâgu fitnesinin ve Abbâsî devletinin inkırâz zamânının asrına dört defa ma’nâ-yı işârî ile ve makám-ı cifrî ile bakar ve parmak basar. “Evet, şeddesiz شَرِّ beş yüz (500) eder; مِنْ doksandır (90). İstikbâle bakan çok âyetler, hem bu asrımıza, hem o asırlara işâret etmeleri cihetinde istikbâlden haber veren İmâm-ı Ali (ra) ve Gavs-ı A’zam (ks) dahi, aynen hem bu asrımıza, hem o asra bakıp haber vermişler.
َاسِقٍ اِذَا وَقَبَ kelimeleri bu zamâna değil, belki غَاسِقٍ bin yüz altmış bir (1161) ve اِذَا وَقَبَ sekiz yüz on (810) ederek, o zamânlarda ehemmiyetli maddî ma’nevî şerlere işâret eder. Eğer berâber olsa, Mîlâdî bin dokuz yüz yetmiş bir (1971) olur. O târihte dehşetli bir şerden haber verir. Yirmi sene sonra, şimdiki tohumların mahsûlü ıslâh olmazsa, elbette tokatları dehşetli olacak.”1
İşte bu “Dördüncü Mes’ele”, 1951 târihinde atılan o tohumlar ve onların 20 sene sonra, yâni 1971 târihinde verdiği ve hâlâ günümüze kadar devâm eden mahsûlleri hakkındadır.
Evet, bu âyet-i kerîme, ma’nâ-yı sarîhiyle “Her tarafı karanlığıyla kapladığı vakit gecenin şerrinden Allah’a sığınmayı” emrederken, ma’nâ-yı işârîsiyle bütün Âlem-i İslâm’ı kaplayan ma’nevî bir geceden, yâni Âlem-i İslâm’ı nûrlandıran şems-i Kur’ân’ın küsûfa tutturulmaya çalışıldığı ve Müslümanların hidâyet-i Kur’ân’dan mahrûm edilip bid’at ve dalâlet karanlıklarında bırakıldığı zamânlardan haber vermektedir. Müellif (ra)’ın beyân ettiği gibi bu âyet-i kerîme, Hülagu fitnesi ve Abbâsî devletinin yıkılışı ile Âlem-i İslâm’ın içine düştüğü o karanlık ve dehşetli zamâna makám-ı ebcedî ve ma’nâ-yı işârîsiyle baktığı gibi; 1951 târihinde tohumları atılan ve 1971 târihinde mahsûl vermeye başlayan ve hâlâ da devâm eden fitnelerden de haber vermektedir. Mes’eleyi hakkıyla anlayabilmek için bidâyetinden günümüze kadar hâdisâtın seyrini bilmek lâzımdır. Müellif-i muhterem (ra), kâfirlerin nûr-i Kur’ân’ı söndürmeye çalıştıklarını beyân eden Tevbe Sûresi’nin 32. âyet-i kerîmesinin işâretlerinden bahsederken bu fitnelerin seyrini çok güzel ifâde etmiştir. Şöyle ki
“Sûre-i Tevbede: يُرِيدُون أَن يُطْفِؤُواْ نُورَ اللّهِ بِأَفْوَاهِهِمْ وَيَأْبَى اللّهُ إِلاَّ أَن يُتِمَّ نُورَهُ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونََ
(...)
“Şimdi İslâmlar içinde nûr-i Kur’ân’a muhâlif hâletlerin ekserisi, o sû-i kasdların ve Sevr Muâhedesi gibi gaddârâne muâhedelerin vahîm netîceleridir. Eğer şeddeli ‘mim’ dahi şeddeli ‘lâmlar’ gibi bir sayılsa, o vakit bin iki yüz seksen dört (1284) eder. O târihte Avrupa kâfirleri devlet-i İslâmiyyenin nûrunu söndürmeğe niyet ederek on sene sonra Rusları tahrîk edip Rusun doksan üç (1293) muhârebe-i meşûmesiyle Âlem-i İslâmın parlak nûruna muvakkat bir bulut perde ettiler. Fakat, bunda Resâili’n-Nûr şâkirdleri yerinde Mevlâna Hâlidin (ks) şâkirdleri o bulut zulümâtını dağıttıklarından bu âyet bu cihette onların başlarına remzen parmak basıyor. Şimdi hatıra geldi ki; eğer şeddeli ‘lâmlar’ ve ‘mim’ ikişer sayılsa, bundan bir asır sonra zulümâtı dağıtacak zâtlar ise, Hazret-i Mehdînin şâkirdleri olabilir.* Her ne ise... Bu nûrlu âyetin çok nûrânî nükteleri var. القطرة تدل على البحر sırrıyla kısa kestik.”
Evet, bu âyet-i kerîmenin işâret ettiği ve Müellif-i muhterem (ra)’ın da ifâde ettiği gibi; bütün dünyâda dinsizliği tervîc eden ve vahy-i İlâhînin nûrunu söndürmeye çalışan gizli bir ecnebî komite, Tevrat ve İncil’in nûrunu söndürdürdüler, yâni tahrîf ettiler. Daha sonra Kur’ân’ın nûrunu da söndürmek istediler. Bu niyetle meş’ûm 93 Harbini, daha sonra da Birinci Cihân Harbini çıkarıp Âlem-i İslâm’ı evvelâ esâret altına aldılar. Fakat, baktılar ki Müslümanları esâret altında tutmakla Kur’ân’ın nûrunu söndüremiyorlar ve onu ortadan kaldıramıyorlar; o vakit başka bir plan çevirdiler. O da, Müslümanları Kur’ân’dan soğutmak planıydı. Hattâ, İngiliz Meclis-i Mebûsânında Müstemlekât Nâzırı, elinde Kurân-ı Kerîm’i göstererek söylediği bir nutukta; “Bu Kurân, İslâmların elinde bulundukça biz onlara hâkim olamayız. Ne yapıp yapmalıyız, bu Kurânı onların elinden kaldırmalıyız; yâhut Müslümanları Kurândan soğutmalıyız” diye meş’ûm bir hitâbda bulunmuştu.
İşte o gizli ecnebî komite, bu plan gereği Âlem-i İslâm’ı ayrı ayrı küçük devletçikler hâline getirip zâhirî birer hürriyet verdiler. Ammâ, bu verdikleri hürriyet, şu beş şart ile mukayyed idi:
1) Medreselerden Kur’ân ve Hadîs kaldırılacak.
2) Tekyelerden de Kur’ân ve Hadîs kaldırılacak. (Aslında bu iki şarta, yâni medreselerden ve tekyelerden Kur’ân ve Hadîsin kaldırılmasına bu târihten çok daha evvel muvaffak olmuşlardı. Fakat, bu devletlere hürriyetlerini verirken yine bunları şart koştular.)
3) Okullarda dine dayalı tedrîsât usûlü olmayacak.
4) Medya, dine dayalı olmayacak ve dinin aleyhinde serbest neşriyat yapabilecek.
5) Mahkemelerden Kur’ânın ahkâmı kaldırılacak.
Demek, o gizli ecnebî komite, harbler ve ihtilâller vâsıtasıyla Kur’ân’ı, Âlem-i İslâm’dan kaldıramayınca, bu yeni planla Müslümanları Kur’ân’dan soğutmayı ve uzaklaştırmayı hedef ettiler. Bu zikrettiğimiz şartlarla Müslümanlara ayrı ayrı devletler kurma hakkını verdiler. Dine dayalı devleti yasak, ırka dayalı devleti ise serbest ettiler. Dini esâslardan tecerrüd eden o devletlerle mücâdele eden binlerce ulemâyı da ya şehid ettiler; ya da sürgün etmek sûretiyle susturdular.
Sonra o gizli komite baktılar ki, bu şekilde Müslümanlara cebir kullanmakla Kur’ân’ın Nûrunu tamamıyla söndüremediklerini anlayınca bu sefer bir başka planı devreye soktular. “Mâdem Müslümanları Kur’ân’dan soğutamıyoruz. O vakit Kur’ân’ı doğru anlamalarına mâni’ olmalıyız” diyerek, gayr-i Müslimlerden İslâm’ı iyi bilen yazarların --ki onlara “müsteşrik” denilir-- İslâm aleyhinde senelerden berî hazırladıkları Kur’ân ve hadîs tefsîrlerini ve fıkıh aleyhindeki kitâblarını, Âlem-i İslâm içerisinde İlâhiyat Fakültelerine ve ba’zı büyük medreselere soktular. Başta “Şaht” [Schacht, Joseph], “Cold Tesihir” [Goldziher, Ignaz] ve “Gaston Vit” [Gaston Wiet] olmak üzere bu müsteşriklerin kitâbları pek çok hurâfe, cerbeze ve iftirâlarla doludur.
Tamâmen İslâm’ı tahrîf etmek için yazılan bu kitâblarda pek çok hîlelere başvurulmuştur. Bu konuda ba’zan hadîs uydurulmuş; ba’zan büyük İslâm âlimlerinin isimleri kullanılarak, “Onlar bu mevzu’da şöyle demişlerdir” diyerek iftirâlarda bulunulmuş; ba’zan şaz olan ve şartlarla mukayyed fetvâlar mutlak olarak zikredilerek cumhûr-i ulemânın caddesi çürütülmeye çalışılmış; ba’zan her biri hakíkatin bir cephesini beyân eden ulemânın kavilleri birbirini nakz ediyormuş gibi gösterilerek, sofestâî gibi birinin delîliyle ötekini, ötekinin delîliyle de diğerini çürütmeye çalışmak sûretiyle zihinler dinî mesâilde şüphe içinde bırakılmıştır.
O gizli komitenin en çok istîmâl ettikleri hîlelerden birisi de mensûh olan âyetleri nesh olmamış gibi göstermeleridir.
Meselâ: لَكُمْ دِينُكُمْ وَلِيَ دِينِ “Sizin dininiz size, benim dinim bana!”1 âyeti veyâ وَقَاتِلُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ الَّذِينَ يُقَاتِلُونَكُمْ “Ey mü’minler! Sizinle mukátele eden düşmanlarınızla i’lâ-yi kelimetullâh ve rızâ-yı Bâri’yi tahsîl için siz de mukátele edin!”2 âyeti gibi mensûh olan ba’zı âyetleri delîl tutarak cihâd-ı dinîyi inkâr etmekte ve dinde serbestiyet olup zorlamanın olmadığını; Müslümanlara saldırmadıkları müddetçe kâfirlerle savaşılmayacağını; cihâdın sâdece müdâfaadan ibâret olduğunu ve adetâ İslâm’ın küfrü ve bütün günâhları hoş gören bir din olduğunu iddiâ etmektedirler.
Daha bunlar gibi pek çok hîleli oyunlar, cerbezeler ve yalanlarla dolu olan bu kitâbların ve onların yazarları olan müsteşriklerin ve onların yetiştirdiği veyâ te’sîrleri altında kalan ulemâ-yı sû’un en büyük hîleleri de şudur ki; “Selef-i Sâlihîn olan ulemâ-i İslâm, dini anlamamışlar, dini yeniden yorumlamak şekliyle bir reform yapmak lâzımdır” dediler. Üstâd Bedîüzzamân (ra)’ın “Yirmi Yedinci Söz” de müctehidin-i izâmın caddesini beyân ettiği ve o caddeyi terk edenin dinin zincirini boynundan çıkardığını ifâde ettiği gibi; müctehidîn ve sahabeye denklik iddiâ ederek ve edille-i şer’ıyyenin esâsâtını bertaraf ederek Kur’ân’ın âyâtını birbiriyle açıklamak yerine mücmel bir âyeti veyâ mücmel bir hadîsi ortaya atarak, kendi hevâlarına göre tefsîr ettiler ve bununla pek çok Müslümanı dalâlete sürüklediler.
Hem dinsizliği tervîc eden bu gizli komite, bununla da yetinmeyip Kur’ân ve hadîs hakkında tahrîfât ve te’vîlât yaptıkları gibi; Şeyh Muhyiddin-i Arabî, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî ve Üstâd Bedîüzzamân Said Nursî gibi ulemâ-i İslâm’ın ba’zı muğlak cümlelerini de asıl maksadlarından tahrîf ederek, âdetâ o zâtlar bu bâtıl ma’nâları kasd ediyorlarmış gibi göstererek, ümmetin içinde o muharref te’vîlâtı yaymayı planladılar, bu planlarını da tatbîk edip ba’zı Müslümanları sırât-ı mustakímden saptırdılar.
Sonra bununla da yetinmediler, Pakistan ve Mısır gibi ülkelerde bir kısım sofileri ve ulemâyı elde ettiler. Bu âyet ve hadîslerin hurâfevârî fâsid te’vîllerinin tatbîki için uydurma ba’zı tarîkatları kurdular.
İşte, Üstâd Bedîüzzamân’ın haber verdiği 1951 târihinden i’tibâren bu zikrettiğimiz planlar, bütün dünyâdaki Müslümanlar içerisine sokulmaya başlandı. Müsteşriklerin yanlış ve bâtıl te’vîlleri, hîleli fikir ve kitâbları Âlem-i İslâm’da yayıldı ve resmî olarak İlâhiyat Fakültelerinde ders verildi.
İşte bütün bu planların arkasında o gizli komite bulunmaktadır. Bu komitenin en fazla korktuğu ve üzerinde durduğu Üstâd Bedîüzzamân (ra) ve Risâle-i Nûr eserleridir. (...)
Fakat maalesef, o zâtın vefâtından sonra, husûsan Amerika, Almanya, İngiltere ve İtalya’daki müsteşrikler, Risâle-i Nûr eserlerini ele alıp içerisindeki cümleleri maksadından kaydırarak ma’nâsını tahrîf etmeye başladılar. Ba’zı mücmel cümlelere yanlış ma’nâ vererek bunu kendilerine malzeme yapıp neşrettiler. Hattâ, o hâle getirdiler ki, siyâsî bir adam hakkında yazılmış bir mektûb bile uydurup, gûyâ Üstâd Bedîüzzamân o mektûbu yazmış gibi gösterdiler ve nice insânları o siyâsînin peşinden senelerce sürüklediler.
O gizli ecnebî komite bu bâtıl te’vîlâtı, sâdece Risâle-i Nûr’da yapmakla kalmadılar. Tarîkatlarda dahi aynı oyunu oynadılar. Hattâ, para ile ba’zı adamları tutarak ba’zı sahte şeyhlerin kerâmetlerini anlattırmak sûretiyle onlara revâc verdiler ve ba’zı tarîkatların başına geçirdiler.
Hem içinde bulunduğumuz şu günlerde de Suudî Arabistan, Pakistan, Mısır ve Kuveyt’teki ilâhiyat fakültelerinde eski tedrîsât usûlünü kaldırıp yeni bir düzenlemeye gittiler.
Hattâ, o gizli ecnebî komite, şu günlerde kendilerince mukaddes kabûl ettikleri muharref yeni bir kitâb yazdılar ve onu bütün dünyâda ders vermeye teşebbüs ettiler.
İşte, mevzu’muzu teşkîl eden Felak Sûresinin bu âyetinin işâretinde Üstâd Bedîüzzamân (ra) Hazretleri; “Eğer 1951’de tohumları atılan ve 1971’de mahsûl vermeye başlayacak olan ve Âlem-i İslâm’daki Kur’ân güneşini perdeleyip hidâyet gündüzünü geceye çevirecek olan Kur’ân, Hadîs, Risâle-i Nûr ve tasavvuf kitâblarının ba’zı ifâde ve cümlelerini tahrîf, tebdîl ve tağyîr etme fitnesinin önü alınıp bu ifsâdât temizlenmezse, tokadı dehşetli olacak” demektedir.
Peki o dehşetli tokat nedir?
O tokat, Âlem-i İslâm’ın Kur’ân’ın caddesinden uzaklaşıp bid’at ve dalâlet yollarına sülûk etmesi, bâtıl i’tikádlar ile irtidâda düşmesi sebebiyle âhirette Cehennem azâbına müstehak olması; dünyâda da Müslümanların izzet ve şereflerinin mahvolmasıdır. Bu noktadan dolayı Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri, Felak Sûresi’nin bu işâretiyle Kur’ân nâmına ümmeti meâlen şöyle îkáz ve inzâr etmektedir:
“Ey Müslümanlar! Şu ecnebî komite, 1951’de hakíkí İslâmiyyetle alâkası olmayan ve hurâfe-âlûd bir dinin tohumlarını atmaya başladılar ve bu tohumlar 1971’de mahsûl vermeye başlayacaktır. Eğer bu tohumlar ıslâh olmazsa, tokadı şiddetli olup Âlem-i İslâm’da büyük irtidâdlar vukú’ bulacaktır. Büyük kitleler, izzet ve şerefimizin kaynağı olan İslâmiyyeti terk edecek; ya dinsizlik ve zındıkaya düşecek veyâhut Hıristiyan dinine girecektir. Böyle ma’nevî gadab tokatları yiyeceğiniz gibi; bu hal maddî felâket ve helâketlere, zillet ve sefâletinize ve küffârın Âlem-i İslâm’ı işgál edip esâret altına girmenize de sebeb olacaktır. Kısaca, din ve dünyânız berâberce mahvolacaktır.”
Evet, 1951’de atılan o tohumlar ıslâh olmadı. 1971’de mahsûl vererek o gizli cem’ıyyetin tedbîriyle bir misyoner hey’eti, başta Türkiye olmak üzere İslâm devletlerine gelerek bilfiil bir kısım tarîkatlara, medreselere, Risâle-i Nûr okuyucularına, Diyanet Riyâsetinin bir kısım hocalarına ve bir kısım İlâhiyatçılara yanaşmışlar ve onlara ba’zı vaadlerde bulunarak İslâm dinini tebdîl ve tağyîr etmek husûsunda aldatmışlardır. Böylece bir kısım Müslümanlar, ma’nevî bir gece içinde bırakılıp irtidâda sevk edilmişlerdir.
O gizli ecnebî komitenin bu planlarıyla Müslümanlara, pek çok kanaldan pek çok telkínâtta bulunulmaktadır. Ezcümle, “Evvelki âlimler dini anlamamışlar, biz de onlar gibi ictihâd edebiliriz; şu zamânda maddî cihâd yoktur, hoşgörü ve diyâlog vardır; Yahûdî ve Hıristiyanlar da ehl-i Cennet’tir veyâ haşr-i cismânî yoktur, haşir rûhen olacaktır” gibi bâtıl propagandalarla efkâr-ı ümmet idlâl edilmektedir. Bu propagandalar ve telkinlerle Âlem-i İslâm’da binlerce saf ve câhil Müslüman Hıristiyan olmuş, hattâ sâdece Kazakistan’da beş yüz bin Müslüman, Hıristiyanlığa geçmek sûretiyle mürted olmuştur. Türkiye’de ve sâir İslâm beldelerinde de bu gibi hâdiseler çokça duyulmaktadır. Târihte, İslâmı hakkıyla bilen kimselerden --nâdirât hâric-- Hıristiyanlığa veyâ başka dinlere geçen olmamıştır. Fakat, câhil ve saf, sâdece adı Müslüman olan kişiler elbette bu propagandalara aldanmaktadır. Çünkü, yüz seneden beri dinî esâslara dayalı devlet olmadığı için, din anlatılmamaktadır.
Müslümanlardan bir kısmı da Hıristiyan olmasa da, “Yahûdî ve Hıristiyanların ehl-i Cennet olduğuna inanmak, onların küfürlerine karşı hoşgörülü olmak veyâ haşr-i cismanîyi inkâr etmek ve ahkâm-ı diniyyeye taraftâr olmamak” gibi i’tikádlara sâhib olmakla küfür ve dalâlet yollarına düşmektedirler.
İşte, Üstâd Bedîüzzamân (ra)’ın Meyve Risâlesi’nde bahsettiği tokat, bu ma’nevî tokattır. Yâni, Müslümanların kitleler hâlinde irtidâd etmeleri ve hak olan dinlerini terk etmeleridir. Bu ma’nevî tokatlar ise, maddî tokatları ve felâketleri celb etmektedir. Âlem-i İslâm’ın şu anki vaz’ıyyet-i perîşânesi ve esâreti ve başına gelen semâvî ve Arzî musîbetler bu gerçeği isbât etmektedir.
Ne kadar acîb ve ne kadar elîmdir ki, şu fesâd tohumlarının mahsûl verdiği vahîm netîcelerden biri olarak, bin sene Âlem-i İslâm’a bayraktârlık yapan ve Yahûdî ve Hıristiyanlara karşı husûsan Haçlı seferlerinde İslâm’ı ve Müslümanları muhâfaza edip kendi milliyetini İslâmiyyet milliyeti içinde eriterek “dâhilde Müslümanlara karşı zelîl ve hâricde küffâra karşı azîz ve şiddetli” olan şu vatan evlâtlarından nice kimseler, şimdi Müslümanlara karşı sert ve haşin; Yahûdî ve Hıristiyanlara karşı ise yumuşak ve hoşgörülü olmuş ve onların bid’at ve dalâlet fikirlerine kapılıp ecdâdının tâbi’ olduğu selef-i sâlihînin ve umûm ümmetin cadde-i kübrâsından ayrılıp bâtıl yollara sülûk etmiştir. Ecdâdımızın hâliyle şimdiki hâlimiz mukáyese edilirse, şu ecnebî komitenin içimize attığı fesâd tohumlarının ne gibi vahîm netîceler mahsûl verdiği ve nasıl tokatlar yediğimiz âşikâre görülecektir.
Üstâd Bedîüzzamân (ra) Hazretleri bu konu hakkında bir eserinde şöyle buyurmaktadır.
“İşte, ey ehl-i Kurân olan şu vatanın evlâtları! Altı yüz sene değil, belki Abbâsîler zamânından beri, bin senedir Kur’ân-ı Hakîm’in bayraktârı olarak bütün cihâna karşı meydan okuyup Kurânı i’lân etmişsiniz. Milliyetinizi Kurâna ve İslâmiyyete kale yaptınız. Bütün dünyâyı susturdunuz, müthiş tehâcümâtı defettiniz.
Tâ فَسَوْفَ يَأْتِي اللّهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ أَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ أَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ يُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللّهِ âyetine güzel bir mâsadak oldunuz. Şimdi Avrupanın ve frenk-meşrep münâfıkların desiselerine uyup şu âyetin evvelindeki hitâba mâsadak olmaktan çekinmelisiniz ve korkmalısınız.”
Âyetin evvelindeki hitâbdan murâd ise, مَن يَرْتَدَّ مِنكُمْ عَن دِينِهِ ,
yâni “Sizden kim dininden dönüp irtidâd ederse” hitâbıdır.
Âyetin tamamı şöyledir:
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ مَن يَرْتَدَّ مِنكُمْ عَن دِينِهِ فَسَوْفَ يَأْتِي اللّهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ أَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ أَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ يُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَلاَ يَخَافُونَ لَوْمَةَ لآئِمٍ ذَلِكَ فَضْلُ اللّهِ يُؤْتِيهِ مَن يَشَاء وَاللّهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ
Meâli: “Ey îmân edenler! Sizden kim dininden dönerse, (onun dinden dönmesi sizi mahzûn etmesin. Zîrâ) Allâhu Teâlâ onların yerine bir başka kavmi getirir ki; o kavme Allâhu Teâlâ muhabbet eder ve o kavim de isti’dâdı miktarınca Allah’a muhabbet ederler. Ve o kavim mü’minler üzerine mütevazı’ ve şefkat sâhibi ve kâfirlere karşı sert ve şiddet sâhibi olurlar. Allâhu Teâlâ’nın irtidâd eden kavmin yerine getirdiği o kavim, i’lâ-yi kelimetulllah için Allah yolunda mücâhede ederler ve levm edenlerin levm ve itâbından korkmazlar. İşte onlar için bu evsâfı hâiz olmak Allâhu Teâlâ’nın lütuf ve ihsânıdır. Ve Allah bunu dilediği kullarına verir. Allah’ın ihsânı geniştir ve O her şeyi bilendir.”
İşte burada Müellif (ra), yukarıda beyân edildiği üzere
فَسَوْفَ يَأْتِي اللّهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ أَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ أَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ يُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللّهِ Yâni, “İrtidâd eden o kavmin arkasından Allâhu Teâlâ öyle bir kavim getirir ki, onlar mü’minlere karşı mütevazı’, kâfirlere karşı ise şiddetlidir ve Allah yolunda cihâd ederler” âyetine mâsadak olmakla, Kur’ân’ın medhine mazhar olan şu vatan evlâdlarını; şimdi Avrupanın ve frenk-meşrep münâfıkların desîselerine uyup şu âyetin evvelindeki hitâba, yâni مَن يَرْتَدَّ مِنكُمْ عَن دِينِهِ ‘Sizden kim dininden irtidâd ederse, yâni mü’minlere karşı sert, kâfirlere karşı da hoşgörülü olmakla ve maddî cihâdı inkâr etmekle ve ecnebîlerin te’sîri altında kalarak bâtıl i’tikádlarla dinden irtidâd ederse’ hitâbına mâsadak olmaktan çekinmelisiniz ve korkmalısınız” diyerek bu âyetin tehdîdiyle îkáz etmekte ve bununla, yukarıda beyân edilen 1971 Hâdisesinin netîcesi olan irtidâddan tahzîr etmektedir.
Evet, bu âyetin evveli, Kur’ân’a hizmeti sebkat eden bir kavmin irtidâdını haber vermektedir ki, bunda umûm Âlem-i İslâm’a bir tehdîd vardır. Zîrâ, bu âyetin evvelinin ebcedî değeri 2004’tür ki, Mîlâdî olarak 2004 yılına bir işârettir. 1951’de tohumları atılan ve 1971 yılında mahsûl vermeye başlayan fitne ve fesâdın 2004 yılında bütün Âlem-i İslâm’da büyük irtidâdlara sebebiyyet vereceğini haber vermektedir. Bu âyet-i kerîmenin tafsîlâtlı bir sûrette îzâhı, “Rahle Yayınevi” tarafından neşredilen ve Mâide Sûresi’nin 51-56. âyetlerinin îzâh edildiği “Rumûzü’l-Kur’ân” adlı eserde mevcûdtur. O esere mürâcaât olunsun.
Kaynak:Rahle Yayınları; Reddu’l-evham-1
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder