Prof. Hayrettin Karaman Yeni Şafak gazetesinde 2019 yılı yerel seçimleri
vesilesiyle şunları yazmıştı:
“Benim derdim hiçbirine benzemez”
(…) Benim sevgili Erdoğan’dan hiçbir
menfaatim ve beklentim yok. Benim aklımın erdiği ve yönümün belli olduğu günden
beri bir davam var: İslâm insanlığın kurtuluş reçetesidir, hazık bir doktor
maharetiyle insanlığa sunulması her sorumlu Müslümanın vazifesidir, bu
vazifenin en etkili ve en geniş çerçevede yapılabilmesi için uygun şartlara
ihtiyaç vardır, şartlar kötüleştikçe vazife zorlaşır, etkisi ve kapsamı azalır.
Müslüman en zor şartlarda da vazifesini yapmaya çalışmalıdır, ama şartların
iyileşmesi ile de meşgul olması makuldür.
1950 yılında on altı yaşımda idim, o
yıldan beri davamın seyri bakımından Türkiye ve dünyanın şartlarını elimden
geldiğince izliyorum.
“Ya hep ya hiç” ilkesi benim ilkem değil;
dinim de en azından imanı olan kimseyi eksikleriyle beraber mümin sayıyor, sonunda ona
cenneti vadediyor, dinin iman, ibadet, hayat tarzı, ahlâk, edep… bütün
kısımlarını taşımayan kimseyi kaldırıp atmıyor, hepsi yoksa hiçbiri yok
demiyor.
Ben de Demokrat Parti’den itibaren
partilere baktım, hangisi benim davamın amacına ulaşması bakımından daha müsait
ise -en azından oy vererek- onu destekledim. Hiçbir zaman partili (üye) ve
partici olmadım. Siyasi partilerin cazip tekliflerini de geri çevirdim. Bir
kısmı için “Gölge etmesin yeter”, bir kısmı için de “Ha gayret” tavrı içinde
oldum.
Recep Tayyip Erdoğan içimizden
biridir. Kaza-kader ona önemli vazifeler yükledi, sonunda oldukça yetkili
Cumhurbaşkanımız oldu. Seksen milyon haylice örselenmiş bir halkı, milyonlarca
eleman ile yönetmek durumundadır. “İnsan kavun değil ki koklayasın” derler. Ne yapacak,
soruyor, soruşturuyor, inandığı kimseleri dinliyor ve insanlara görev veriyor.
Çürük çıkanların vebali tavsiye edenlerin boynundadır, ona düşen ise çürüklük
sabit olunca gözünün yaşına bakmadan temizlemektir. Temizlemenin, “gözyaşına
bakma” dışında da engelleri olabilir, ama eninde sonunda bu engelleri de aşmak
ve zamanı geldiğinde temizlemek şarttır.
Diyelim temizledi, yerine gelecek
temizi bulmak bu cemiyette, bu ahlâk ortamında ne kadar mümkün?
Bu soru da bence anlamlıdır, lakin
bu noktada da “ya hep ya hiç” değil, “olabildiğince, bulunabildiğince” kuralı
geçerli olacaktır.
Bazı dostlar bana ahlâk dersi
veriyorlar, Allah razı olsun, küfredenler var, beddua edenler var, bir de ahlâk
dersi verenler var; bu sonunculara teşekkür edilmez mi?
Ben bakarım, eğer haklı iseler,
bende bu kusurlar varsa onları düzeltmeye çalışırım, yoksa Allah’a şükrederim,
istikâmetimi korumaya çalışırım.
Evet, dostlarım, ben asla rüşvete,
faize, yolsuzluğa, zulme, kul hakkı yemeye, vazifeyi kötüye kullanmaya, haksız
mal ve mülk edinmeye… caiz demem, bunları yapanlara “fâsık, günahkâr, makbul
olmayan kişiler” derim. Elimden geldiğince bildiklerimi ıslah etmeye çalışırım,
fâsıkların kamu hizmetinde kullanılmamasını ısrarla tavsiye ederim (İyisini
bulabilirseniz, bulabildiğiniz kadar).
Ama ben iman ve davaya öncelik veririm.
İmana öncelik verdiğim için fâsık da
olsa mümin olanı, en büyük kusur olan imansızlık dışında iyi tarafları da olsa
inanmayana ve özelikle de davama karşı olana tercih ederim. İmanın bir gün o
fâsıkı ıslah edeceğini umarım. Bu tutum bana mahsus da değildir, bu bir din
kuralıdır.
Davama öncelik verdiğim için de,
kusurlu da olsa bizimkilerin iktidardan düşmeleri halinde davamın başına
nelerin gelebileceğini düşünürüm.
Şimdi önümüzde bir İstanbul seçimi
var. Bu seçimde Tayyip Bey’in adamı kazanamazsa kimler sevinecek buna bakarım.
Ben sayayım:
* PKK’nın sözde liderleri sevinecek.
* ABD başkanı,
* Netanyahu,
* Suud Kral naibi,
* Sisi,
* Zâyid,
* Esed,
* Bazı Avrupa ülke başkanları,
* Bilcümle İslâm düşmanları,
* Dünyayı soyup soğana çeviren
sermaye baronları,
* Kemalistler-Batıcılar… evet bunlar
ve benzerleri sevinecekler.
Şimdi soruyorum:
Bunların derdi ahlâk mı, insan
hakları mı, düşünce özgürlüğü mü, Türkiye’nin darboğazlardan çıkıp gerçek
mânâda güçlü ve bağımsız olması mı, söyleyin, Allah aşkına, bunların derdi
nedir? Niçin Erdoğan’ı harcamak istiyorlar? (…)
*
Karaman, Erdoğan’ın iktidarının
“dava” diye adlandırdığı İslam’ın güçlenmesi için yararlı olduğunu, olacağını düşünebilir.
Her ne kadar bazen hoşumuza gitmeyen şeyler hayırlı,
hoşumuza giden şeylerse şerli olabiliyor, neyin hayırlı neyin hayırsız olduğunu
kesin biçimde ayıramıyorsak da, bu düşüncesinde haklı olabilir. Mümkündür.
Fakat burada çok daha temel başka sorunlar var.
Birincisi, Erdoğan’ı adeta bir masum peygamber konumuna yükseltiyor.
İkincisi, İslam “dava”sı ile
Akparti’yi özdeşleştiriyor.
Sözde, “İslam davası” için Erdoğan’ı ve Akparti’yi
destekliyor. Özde ise, İslam’ı tahrif ediyor.
*
Açalım..
Karaman, “ ‘Ya hep ya hiç’ ilkesi benim
ilkem değil; dinim de en azından imanı olan kimseyi eksikleriyle beraber mümin
sayıyor” diyor.
Bu ifadeler cahillikten başka birşey değil.
Birincisi, İslam’ı yaşama (amel) söz
konusu olduğunda “Ya hep ya hiç!” tavrı hiç kimse
için pratik değeri bulunan bir ilke olamaz. Çünkü insan melek değildir, buna
gücü yetmez.
Kıyamet gününde de “Ya hep ya hiç!” denilmiyor, ameller tartılıyor.
Ancak, itikad bahsinde
durum farklı.
İnançta “Ya hep ya hiç!” ilkesi
geçerlidir.
“Biraz iman, azıcık da küfür olsun; biraz İslam, bir tutam
da dinsizlik olsun; zekât gibi bazı hususlarda Şeriat’i kabul edelim, bazı
hususlarda da Şeriat’in devrinin geçtiğine iman edelim” diye
birşey kabul edilmiyor.
Bu hususu merhum Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır
hoca, Hak Dini Kur’an Dili’nde “Îmân mucibe-i külliyyedir,
bunun zıddı olan küfür ise, sâlibe-i cüz’iyye ile meydana
gelir” diyerek veciz bir şekilde özetlemektedir.
Yani iman, inanılması gereken hususların tümüne
inanılması ile gerçekleşir. Bir kısmına, veya büyük çoğunluğuna inanmak yeterli
olmaz. Hepsini kabul etmek icab eder.
Küfür ise böyle değildir. Kâfir olmak için inanılması
gerekenlerin büyük çoğunluğunu veya yarısını reddetmek gerekmez. Sadece bir cüz’ü,
bir parçayı, tek bir öğeyi bile inkâr etmek, kâfir olmak için yeterlidir.
*
Karaman ayrıca “Dinim de en azından imanı
olan kimseyi eksikleriyle beraber mümin sayıyor” diyor.
Bu tür ifadelere bizim geleneğimizde “devir“, Batı’da ise totoloji deniliyor.
İmanı olan kimse zaten mümindir. Bunu ayrıca söylemeye
gerek var mı?!
Ancak, buradaki “eksikleriyle beraber”
lafı sorunlu.
Burası, lafın gelişinden, “itikaddaki eksikleriyle”
gibi anlaşılabilir. Doğrusu şudur: Ameldeki eksikleriyle beraber..
Kısacası, totoloji profesörü Karaman, sapla samanı
karıştıracak şekilde konuşuyor.
*
Dedik ki, Karaman Erdoğan‘ı adeta masum peygamber konumuna yükseltiyor.
Sözleri şöyle:
Recep Tayyip Erdoğan içimizden
biridir. Kaza-kader ona önemli vazifeler yükledi, sonunda oldukça yetkili
Cumhurbaşkanımız oldu. Seksen milyon haylice örselenmiş bir halkı, milyonlarca
eleman ile yönetmek durumundadır. “İnsan kavun değil ki koklayasın” derler. Ne
yapacak, soruyor, soruşturuyor, inandığı kimseleri dinliyor ve insanlara görev
veriyor. Çürük çıkanların vebali tavsiye edenlerin boynundadır, ona düşen ise
çürüklük sabit olunca gözünün yaşına bakmadan temizlemektir. Temizlemenin,
“gözyaşına bakma” dışında da engelleri olabilir, ama eninde sonunda bu
engelleri de aşmak ve zamanı geldiğinde temizlemek şarttır.
Peki, içimizden biri olan
Recep Tayyip Erdoğan (Karaman’ın saydığı “dinin iman, ibadet, hayat
tarzı, ahlâk, edep… kısımları“ bakımından) “çürük” olup olmadığı noktasından sorgulanmaktan muaf
mıdır?
Erdoğan, “la yüs’el” midir?
Erdoğan birilerini “gözünün yaşına” bakmadan
temizleme hakkına sahiptir de, başkalarının Erdoğan’a
karşı “Çürük mü acaba?” diye sorgulayıcı biçimde bakma
hakkı yok mudur?
Erdoğan, bu açılardan rakiplerinden daha iyi konumda
olabilir, fakat bu, onun sorgulanmaktan muaf tutulmasını
haklı, makul, meşru ve zorunlu hale getirir mi?!
*
İmdi, Allahu Teala, “Allah’ın indirdikleriyle
hükmetmeyenlerin” durumunu Maide Suresi’nde üç ayrı ayette
açıklıyor.
Birisinde kâfir oldukları,
diğerinde fasık (günahkâr) oldukları,
üçüncüsünde ise zalim oldukları belirtiliyor.
Ulema, Allahu Teala’nın hükümlerini kabul etmekle birlikte uygulamayanların fasık ve zalim,
o hükümlerin geçersiz olduğunu ileri
sürenlerin ve onlara karşı çıkanların ise kâfir olacaklarını
söylemişlerdir.
İmdi, Erdoğan’ın, 2009 yılında Arap Baharı
yaşanırken Mısır ve Tunus‘a gidip “İslam Şeriati yerine laiklik (İslam ile diğer dinlerin davaları
arasında tarafsızlık)” tavsiyesinde bulunduğunu biliyoruz.
Fakat bu sözlerinden tevbe ettiğine dair bir beyanını
duymadık.
Tam aksine, TBMM eski başkanı İsmail Kahraman‘ın “Anayasa ve laiklik” konulu bir
konuşması üzerine o sözlerini iftiharla hatırlatmıştı.
Kahraman’ı çiğ çiğ yemeye çalışan Kılıçdaroğlu,
Akşener ve Bahçeli troykasına karşı, “Kahraman fikri hür, vicdanı hür, irfanı
hür bir milletvekili olarak görüşünü söylüyor, Türkiye’de birşeyi değiştirdiği
de, değiştirebileceği de yok.. Bu ne tahammülsüzlük, bu ne bağnazlık, bu ne
yabazlık! Herkes sizin gibi düşünmek zorunda mı? Fikir ve inanç hürriyetinden
anladığınız bu mu?” diyerek onu savunmadığı gibi, bir de kendisi sigaya çekmişti.
*
Bir insan, “Ben Allahu Teala’nın emir ve yasaklarını,
Şeriat’ini kabul ediyorum, onları tartışma konusu yapmam; fakat onları
uygulayamıyorum, her günahı işledim, zayıf ve günahkâr biriyim, suçluyum,
hatamı kabul ediyorum” derse, mümindir.
Fakaaaat..
“Ben çok iyilikseverim, zekâtımı sadakamı bol bol
veriyorum, hatta Afrika’da kuyular açtırıyorum, orucumu tutuyorum, senede bir
değil iki kurban kesiyorum, her sene de umreye giderim; ama İslam güncellenmelidir, mesela hırsızın
elinin kesilmesini kabul edemeyiz, bu çok vahşice birşey. Erkeğin birden fazla
kadınla evliliği akıl ve mantık dışı, bunu kabul edemeyiz. Faiz konusunda da
biraz esnek olmalıyız” gibi laflar ederse, kâfir olur.
Devletler de böyledir. Anayasalarında
“Biz Kur’an ve Sünnet’e
bağlıyız” diye yazar ve uygulamada kâğıt üstünde bırakırlarsa zalim ve fasık rejim olurlar, fakat kâfir devlet durumuna düşmezler.
Ve yine fakaaat…
Bir devlet, anayasasına “Biz dinler arasında
tarafsızız, laikiz, Allah’ın hükümleri diye birşeyi ağzımıza almayız, bize
atalarımızın ilke ve inkılapları yeter” diye yazarsa, o devlet, İslam’a
göre küfür devleti olur.
*
Konuya dönelim.. Erdoğan’ın, Hüsnü Mübarek döneminde bile
anayasasında Şeriat kaydı yer alan Mısır‘a gidip, İhvan‘ın iktidarına laiklik getirme tavsiyesinde bulunmasının
hükmü nedir?
Kâfir mi olur, fasık mı, yoksa zalim mi?
Dördüncü bir seçenek var mı?
Sadece zalim olduğunu söyleseniz bile, onu çürüğe çıkarmış olursunuz.
Neymiş, Erdoğan etrafındaki çürükleri temizliyormuş,
temizlermiş, temizlemeliymiş.
Balık baştan kokar..
Karaman efendi, “Evet,
dostlarım, ben … fâsıkların kamu hizmetinde
kullanılmamasını ısrarla tavsiye ederim (İyisini bulabilirseniz, bulabildiğiniz
kadar)” diyor ve lafı şöyle bağlıyor: “Ama ben iman ve davaya öncelik veririm.”
Hayır, yalan söylüyorsun.
Sen Akparti’ye ve Erdoğan’a öncelik veriyorsun.
İman ve davaya değil.
İman ve davaya öncelik veriyorsan, bunları neden ben
yazmak zorunda kalıyorum?
Erdoğan’a bakarak bir sürü insanın istikametini
kaybettiğini, itikadının bozulduğunu görmüyor musun?
Bunları yazmaktan keyif mi aldığımı zannediyorsun?
Senin tuzun kuru.. Keyfin yerinde.. Bu şekilde Erdoğan
yağcılığı yapıyor ve bir taraftan da iman ve dava edebiyatı yapmanın
kaymağını yiyorsun.
*
Bazı konular vardır, vatan ve millet
meselesidir, partiler üstüdür.
Mesela Kıbrıs böyle.. Milletin haklarının hukuka ve adalete aykırı olarak yabancılar
tarafından gasp edilmeye çalışılması durumunda iktidar ve muhalefet
farklılığına bakmadan ortak tavır almak gerekir. Muhalefetteki bir partinin
iktidar zarar görsün diye farklı sesler çıkarması kabul edilemez.
İman ve İslam (dava) meselesi
de böyledir. Devletler ve partiler
üstüdür.
Laik devletlerin laik yasalara göre kurulup faaliyet
gösteren partilerinin konjonktürel
çıkarlarına göre eğilip bükülebilecek birşey değildir.
Eğer davanız İslam ve iman ise, meseleye bu açıdan
bakarak Akparti’yi diğer partilere tercih ediyorsanız, diğer partilerin iktidar
olmasının veya belediyeleri almasının davaya (imana ve İslam’a) zarar
vereceğini düşünüyorsanız, Akparti’nin iman ve İslam açısından
zararlı ya da mahzurlu söylemlerine de tepki göstermeniz
gerekir.
Böyle yaparsanız samimi olduğunuz
anlaşılır. Kendinizle de çelişmemiş, tutarlı davranmış
olursunuz.
Fakat, dava (iman ve İslam) açısından mahzurlu
söylemler Akpartililerden ve Erdoğan’dan geldiğinde ya hiç sesiniz çıkmıyor ya
da bunlara bir kulp takmak için alâkasız teviller yapıyorsanız, İslam’ı tahrif etmeye başlamışsınız demektir.
Bu durumda sizin davanızın
sadece grupçuluk (particilik) ve liderperestlik olduğu
anlaşılır.
*
“Ya hep ya hiç!” tavrını Erdoğan’a karşı da sergilememek,
doğrularını tasdik edip yanlışlarına karşı çıkmak gerekir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder