CHP’nin genel başkanı Kılıçdaroğlu’nun, 2017 yılında elinde
“adalet” pankartıyla Ankara’dan İstanbul’a yürümesi hatırlardadır.
Eski genel başkanlar olsa ancak “laiklik” ya da “çağdaşlık” yazan bir pankart ile
yürürdü.
Yahut elinde Atatürk‘ün resmi
olur, “Atatürk ilke ve inkılapları” için feryad ü figan
koparırdı.
Veya elindeki pankartta “Cumhuriyet” vs. gibi
birşey yazıyor olurdu.
Kılıçdaroğlu bunları yapmadı. Sloganı tek
kelimeydi: Adalet.
AKPARTİ ya da AKP demeye alıştığımız için unutuyoruz,
iktidar partisinin adı, Adalet ve Kalkınma Partisi.
Her cuma, hutbede okunan ayet-i kerime, “Allah adaleti … emreder” diye bildiriyor.
*
Bu noktaya nasıl geldik?
“Değişmeyen tek şey, değişimin
kendisidir” şeklindeki klişe söz çerçevesinde olaya bakanlar, “CHP biraz
değişti” diyebilirler.
Aslında CHP çok fazla değişmedi. Genetik kodları
yerinde duruyor.
Fakat, karşısındakiler değişti.
Erdoğan’ın 2014 yerel seçim kampanyasına kongre şehri Sivas‘tan, Gazi
Mustafa Kemal Paşa’yı yad ederek, “yeniden İstiklal Harbi” vs.
diyerek başlamış olduğunu unutmayalım.
Aynı yıl cumhurbaşkanlığı seçim kampanyasını da Samsun‘dan başlatmıştı. Yine Atatürk‘ü yad ederek.
Hristiyanlar, din adamı olduğu için Augustinus gibi
papazlara saint/aziz unvanını layık
görmüşler, Erdoğan’ın Atatürk’ü niçin “Aziz Atatürk” diye
andığını ise henüz çözebilmiş değiliz.
Laiklik dersen, Erdoğan tutup Mısır ve Tunus‘taki Şeriat düzeninden
bile rahatsız olurken, onlara laiklik tavsiye ederken, tutup ona karşı laiklik
davası gütmek biraz abes olurdu.
Garibim Şeriat, Türkiye'de adı anılmayan, kimsenin dönüp bakmadığı, antika niyetine bile değer atfetmediği sahipsiz bir ecdad mirası olarak kalmıştı.
Boynu bükük, yitik ve yetim.
Bülbüllere
emir var: Lisan öğren vakvaktan;
Bahset tarih, balığın tırmandığı kavaktan!
Bak, arslan hakikate, ispinoz kafesinde;
Tartılan vatana bak, dalkavuk kefesinde!
Mezarda kan terliyor babamın iskeleti;
Ne yaptık, ne yaptılar mukaddes emaneti?
Ah, küçük hokkabazlık, sefil aynalı dolap;
Bir şapka, bir eldiven, bir maymun ve inkılap.
*
CHP’nin temel ilkeleri, altı ok‘u biliniyor: Laiklik, devrimcilik,
cumhuriyetçilik, halkçılık, devletçilik, milliyetçilik.
Bir de Erdoğan’ın rabiasına,
“dörtlü”süne bakalım: Tek millet, tek bayrak, tek
vatan, tek devlet.
Milliyetçilik var mı? Var!
Devletçilik var mı? Var!
Laiklik zaten savunuluyor.
Halkçılık dersen o da yine “tek millet” anlayışına
dahil.
Cumhuriyetçilik dersen, “Rejim meselesi 1923’te kapanmıştır” diyen,
Erdoğan..
Devrimcilik dersen, “çağdaş uygarlık düzeyi“ne
ulaşma da değil, aşmadan söz eden o ve ekibi.
Garip bir denklem: Erdoğan, Cumhuriyet
Halk Partisi’nin isminde yer alan cumhuriyeti savunuyor,
Atatürk’ü “aziz” diye yâd ediyor, Kılıçdaroğlu ise,
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin adında yer alan “adalet” kavramına
sığınıyor.
CHP’liler, Erdoğan’ın Atatürk, cumhuriyetçilik vs.
konularındaki samimiyetine inanıyor olacaklar ki, onu, “Atatürk’ü, cumhuriyet
kavramını vs. istismar etmekle” suçlamıyorlar. Suçlamadılar.
Fakat AKPARTİ’liler, Kılıçdaroğlu’nu adalet
kavramını istismar etmekle suçladılar.
Adalet galiba tapulu arazileriydi.
*
Kılıçdaroğlu adalet kavramını istismar ediyor olabilir
mi?
Olamaz diye bir şey yok, insanoğlu çiğ süt emmiştir,
mümkündür. (Aslında CHP’ye yakışırdı da.)
Bu durumda, yürüyüşü nedeniyle Kılıçdaroğlu’nu suçlayanların,
adalet kavramına açıklık getirmeleri, ve onun talebinin, adalet değil, adaletsizlik ya da imtiyaz/ayrıcalık istemek
anlamına geldiğini anlaşılır bir biçimde izah etmeleri en doğrusuydu.
Bunu yapmaya girişiyor gibi görünenlerden birisi,
iktidarın gönüllü fedaisi Hayrettin Karaman’dı.
Ancak, Karaman’ın o günlerde yazdıklarına
baktığımızda, onun, Kılıçdaroğlu “adalet” dedi
diye, neredeyse adalet kavramına savaş açmaya kalkıştığını fark ettik.
Yeni Şafak gazetesinde “Adalet” başlığı altında yayınlanan 22 Haziran 2017 tarihli yazısında şunları söyledi:
Gezi’nin bahanesi kesilen birkaç
ağaç idi, yürüyüşün bahanesi de adaletsizlik.
Adaleti herkes, her zaman ve her
yerde istemeli, gerçekleşmesi için elden gelen gayret meşru yollardan sonuna
kadar sarfedilmelidir; bu hususta fikir ayrılığına yer yoktur. Ama başkalarına adil davranılmadığı, haksızlık
yapıldığı, başkaları hak ettiğini alamadığı zamanlarda seslerini çıkarmayan,
“Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” diyen, sonra “kendi
değerlendirmelerine göre adaletsizliğin” ucu kendilerine dokununca gürültü
koparan, toplumu adalet için yardıma çağıran kimselerin samimiyetleri arızalıdır ve davranışları işe yaramaz.
“Kendi değerlendirmelerine göre
adaletsizlik ” kaydını niçin koydum?
Çünkü mutlak adaleti de evrensel hukuka
göre izafi adaleti de gerçekleştirmek imkânsıza yakın derecede zordur ve
nadirdir.
Bir ülkede harici müdahaleler
olmadan uygulanan mevzuata göre gerçekleşen hukuki-izafi adaletle yetinmek
zorunluluğu vardır.
Yargı kararlarını tartışanlar,
bir davada adaletin gerçekleşmediğini iddia edenler eğer hakimin tarafsız davranmadığı, delilleri doğru değerlendirmediği
veya baskı altında kaldığı konusunda sağlam bilgiye ve belgeye
sahip iseler haklıdırlar. Kendilerini kanun ve hakim
yerine koyar, “bize göre şöyle olmalıydı, olmadığı için adalet yok”
diyenler ise haklı sayılamazlar.
Her şeye rağmen bir ülkede, samimi
olarak adâlete dikkat çekmek ve haksızlıkları önlemek için yapılacak meşru
eylemlerde bulunmak hem gerekli, hem de faydalıdır, ama samimi olmak şartı vardır. Diğer değerler
gibi adaleti istismar ederek ülkede fitne ve fesat çıkarmak, toplumun huzur ve istikrarını bozmak kimsenin
hakkı olamaz ve böyle bir durum ortaya çıktığında engellenir.
Bu girişten sonra adalet kavramının
bizim kültürümüzdeki anlamı, yeri ve değeri hakkında birkaç yazı kaleme almanın
faydalı olacağını düşündüm. Bu yazılarda yalnızca hukuki adaleti değil, sosyal ve ahlakî adaleti
de ele almaya çalışacağım.
Yargı kurumuna ait olan hukuki
adaletin izafi de olsa gerçekleşebilmesi şu şartların
varlığına bağlıdır:
* Kuvvetler ayrılığı: Yargıçların ve
yargıya ait kurum ve kuruluşların mevzuata kavuşturulması, elemanlarının
atanması gibi konularda yasama ve yürütmenin işi ve yetkisi olacaktır ve bu,
kuvvetler ayrılığına zarar vermez, ama muhakeme safhasının bütün aşamalarında
savcılar ve hakimler mutlak manada hür ve bağımsız olacaklardır.
Bu konudaki önemli handikap yargı elemanlarının ahlaklarıyla
da ilgilidir. Bir savcıya, bir hakime hariçten siyasi, ekonomik vb. baskı
yapılmasa bile onların kendi ideolojilerini ve
bağlılıklarını aşamamaları adaletin önünde büyük bir engel
oluşturmaktadır. Tabii bu konuda da alınan ve alınacak olan tedbirler vardır.
* Ülkede belli iktidar odaklarının
menfaatlerini değil, toplumun menfaatini ve evrensel
manada hukuki adaleti gerçekleştirmeye yönelik mevzuatın bulunması.
* “Geciken adalet adalet değildir”
hükmü doğru olduğundan yargının mümkün olan en kısa sürede sonuçlanabilmesi
için gerekli bütün tedbirlerin alınması.
* Yargıda tanıklıklar, deliller,
raporlar… önemli olduğu için bunları sağlayan şahıs, kurum ve
kuruluşların dürüst, erdemli ve adaleti önceler olmaları.
Bu şartların oluşması için gayret ve himmet yürüyen ve yürümeyen bütün vatandaşların vazifesidir; bu vazifenin tamamını yerine getirmeye talip olmayanların adalet diye pankart taşımalarının bir anlamı ve faydası yoktur.
*
Karaman’ın olaya nasıl baktığı şu cümlesinden belli:
“… mutlak adaleti de evrensel hukuka göre
izafi adaleti de gerçekleştirmek imkânsıza yakın derecede zordur ve nadirdir.”
Yani şunu demek istiyor: “Vıdı vıdı edip kafa
şişirmeyin. Zulümse zulüm, öpüp başınıza koyun. Dünyada zaten adalet diye
birşey yoktur.”
Temel argümanı bu..
Zulmün, adaletsizlik ve haksızlığın genel kural olduğunu,
adaletin ise “gerçekleşmesi imkânsıza yakın derecede zor” olan nadirattan bir
zümrüdüanka olduğunu kabul edecekmişiz.
Bu esas ya da temel ilkenin yanındaki “yedek lastik”
ise, “samimiyet” ölçümü..
Karaman’a göre, samimiyet herkeste
bolca bulunan birşey, nadirattan değil, dolayısıyla o şartı getirmek gerekiyor.
Diyelim ki bir haksızlığa uğradınız, hak aramak için önce
“adalet konusunda samimi” olmanız gerekiyormuş.
*
Adalet isteme konusunda samimi olmak başka, adaletsizliğe
uğradığını düşündüğünde adalet talebinde bulunmak başka birşeydir.
Kılıçdaroğlu gibilere verilecek cevap bu olmamalıdır.
Adalet isteyen adama “Dünyada zaten adalet yok, hem
sen samimi de değilsin” demek, o kişinin gerçekten zulme uğramış
olduğunu dolaylı biçimde itiraf etmek anlamına gelir.
Ayrıca, samimiyet gibi sübjektif/öznel bir
kıstasla “niyet okuma” tavrı içine girmek, vicdanları baskı
altına alma derecesine varan bir zulmün varlığını akla getirir.
*
Başka insanları ancak objektif/nesnel hukukî/şer’î
kıstaslara göre değerlendirme konusu yapabilirsiniz.
Ahlâkî ölçütler ise, kişinin kendi kendisini değerlendirmesi için vardır.
Mesela bir insan kendi eylemlerini daima samimiyeti ve
ihlası açısından sorguluyorsa, o kimse ahlâklı bir insan demektir.
Tabiî bunu sessiz sedasız kendi vicdanında yapması gerekir, insanlara
duyuruyorsa, bu da bir riyakârlık-gösterişçilik ve ahlâksızlık demek olur.
Günümüz insanı ise, bu ahlâkî sorgulamayı kendisi için
yapmak yerine, başkalarına karşı bir silah olarak
kullanıyor.
Bu, katmerli ahlâksızlıktır, hatta ahlâksızlığın
en acımasız, en zalimce biçimidir.
Başkalarını samimiyet açısından sorgulamak da aslında
bu türden bir tutum olmaya çok uzak değildir.
Karşındaki insan samimi olduğunu sana ispat etmek
zorunda değil ki!..
Hatta, hakkını araması söz konusu olduğunda, hiç
kimsenin samimi olma zorunluluğu bile yoktur, olamaz.
Senin bir başkasında bir hakkın varsa, bunu
isteyebilmek veya alabilmek için samimi olman
neden gerekli olsun ki?.
Bunun samimiyetle ne ilgisi var?
*
Kılıçdaroğlu’nun adalet vurgusu 15 Temmuz’dan sonra
başlayan süreçle ve Enis Berberoğlu’na
verilen ceza ile de ilgiliydi.
Verilen cezaların adalet açısından anlamını tartışmak
yerine, bizzat adalet kavramını sorgulamak ve itibarsızlaştırmaya çalışmak,
akla ziyan bir durumdu.
Kendi ayağına kurşun sıkmaktı.
Akıl, izan, hikmet ve basiret eksikliğiydi.
Daha kötüsü şu:
“Samimi değilseniz adalet istemeyin. Samimiyseniz de,
adaletin gerçekleşmesi imkânsız denecek kadar zor birşey olduğunu kabul edip
vıdı vıdı etmeyin, fitne fesat çıkarmayın, huzurumuzu bozmayın” şeklindeki bir
söylemi, zulmün, zorbalığın, baskının ve haksızlığın “düzen, istikrar ve asayiş” adına savunulması izleyebilir.
İzler.
Yarın milli
seçim piyangosunun talihlisi Kılıçdaroğlu gibi biri olursa aynı söylem
sizin de şansınıza çıkabilir ve size çakabilir.
*
Hayrettin Karaman, daha önce, 17 Mart 2016 tarihinde, “Yargı bağımsızlığı” başlığı altında
şunları yazmıştı:
Mahkemeler, taraflardan birinin
beklediği gibi hükmederse alkışlanıyor, işine gelmeyen bir hüküm verirse
aleyhte konuşmalar başlıyor; kimi hakimleri suçluyor, kimi onları etki altına alarak adaletten ayıran başka güç odaklarını itham
ediyor. Bugünlerde itham edilenlerin başında da iktidar var.
İddiaya göre iktidar yaptığı düzenlemelerle ve elindeki imkanları kullanarak
hakimleri etki altına almış. Onlar da korku içinde hareket ediyor, hukukun ve
vicdanın gereğini yerine getiremiyorlarmış.
Pek çok örnek var ya, yakın
tarihlere ait iki örneği hatırlayalım:
İki gazetecinin tahliyesi hükmünü
veren mahkeme ve hakimler yerlerinde
duruyorlar, iktidar bu hükümden memnun kalmadığı
halde kimsenin onlara dokunduğu ve dokunacağı yok.
Burada
bir duralım.
Sözü
edilenler 15 Temmuz’dan sonra da yerlerinde duruyorlar mıydı, bilmiyoruz.
Ancak,
birçok kişiye sonradan dokunulduğunu biliyoruz.
Yazıya dönelim:
Cumhurbaşkanı’na hakaret edenler
eğer gazeteci olursa “ifade özgürlüğünü kullanmış oluyorlar”, “apaçık hakaretleri
suç sayılmıyor” buna hükmeden savcılar ve hakimler de yerlerinde
duruyorlar.
15 Temmuz’dan sonra da böyle
miydi, bilmiyoruz.
Karaman’ın
yazısına dönelim:
Evet hakimler ve savcılar,
hükümlerini beğenmeyenler tarafından haklı veya haksız olarak suçlanıyorlar, aleyhlerinde
konuşmalar oluyor, yazılar yazılıyor, fakat bu özgürlükçüler bu defa ağız
değiştiriyorlar, tenkitleri ifade özgürlüğü sayacak yerde “yargıya müdahale”
olarak değerlendiriyorlar, asla hata etmez ve günah
işlemez bildikleri (böyle takdim ettikleri) hakimleri savunuyor, tenkit ve
ifade özgürlüğü hakkını kullananlara hakaret ediyorlar.
Tabiî Karaman, Kılıçdaroğlu’nun bir - bir buçuk yıl sonra “tenkit ve
ifade özgürlüğünü” kullanmak için yollara düşeceğini bunları yazdığı sırada
bilemezdi.
Sözlerine şöyle devam ediyor:
“Kanunları da
yargılamayı da beşer yapıyorsa, bunlar peygamber olmadıklarına göre elbette
hata edecekler, günaha da gireceklerdir. Siyaset adamlarını potansiyel hatalı ve günahkâr, yargı adamlarını ise peygamber
gibi ahlaklı ve hatasız kabul etmenin isabet ve adalet neresinde!”
Karaman bu ifadeleri
Kılıçdaroğlu’nun yürüyüşü sırasında kullansaydı şunu demiş kabul edilecekti: Kılıçdaroğlu
gibi siyaset adamlarını potansiyel hatalı ve günahkâr, yargı adamlarını ise
peygamber gibi ahlâklı ve hatasız kabul etmenin isabet ve adalet neresinde!
*
Bunları
yazmış olan bir adamın artık adalet konusunda söyleyeceği birşey olamaz.
Susması
gerekir.
Ancak,
şunu söylemek gerekiyor: Yargı adamlarının peygamber gibi ahlâklı ve hatasız
kabul edilmemesi gerektiğini söylemek marifet değil.. Türkiye’de “fiilen” (resmen değilse de fiilen) böyle
kabul edilen bir kurum var: MİT.
Bunun
isabet ve adalet neresinde diye sorabiliyor musun? Yok!
Türkiye’nin
âleme öğüt verme, nasihat etme, sözde emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münker
yapma heveslisi isimleri neden MİT’i hiç eleştirmez?
Kimisi korktuğundan (Ki bunda da haksız sayılmazlar), gücü zayıfa yettiğinden, kimisi de zaten MİT için çalışan sahtekârlar oldukları için.
Devletçi
ve içi boşaltılıp laikleştirilmiş bir sahte “Müslüman”lık davası ile, İslamcılık
diye bilinen hakiki İslam davasının önünü kesmek isteyenler, tabiî ki MİT’i
asla eleştirmezler.
*
Karaman’ın
yazısı şöyle devam ediyor:
“Meclis’e bakın, bir kanun tasarı
veya teklifi görüşülürken aleyhte konuşanlar neler söylüyorlar, ama sonunda
kanun çıkıyor; birilerine göre hıyanet, öbürlerine göre doğrusu bu! Demek ki, hakimleri bağlayan kanunlar da zulme araç olabiliyor.”
O
halde bizzat düzeni ve kanunları, hatta parlamento kurumunu tartışmak gerekir.
Karaman’ın
yazısına dönelim:
Gelelim hakimlere ve savcılara.
Biz nice hakim ve savcı görüyoruz
ki, ya istifa ederek veya emekli olunca sağ veya soldan bir partiye kapak
atıyor, militan bir siyasetçi olup çıkıyor. Peki bu kişiler partiye girmeden
önce tarafsız, vicdanlı, adil idiler de bir gün içinde kimyaları değişti,
tarafgir, partizan, belli bir görüş ve ideolojiye angaje hale mi geldiler! Bir
gecede değişmeleri mümkün olmadığına göre bu halleri ve nitelikleri ile
hakimlik yaparken onların adaletine nasıl güveneceğiz?
Karaman’ın
bu sorusu için muhtemel cevabı şu olabilir: Eğer “samimi” değilsek, mecbur
güveneceğiz.
Karaman’ı
okumaya devam edelim:
“Siyasetçinin de
iyisi kötüsü vardır, hakimin ve diğerlerinin de. Bir sınıfı mutlak manada
kötülemek, diğer sınıfı da mutlak manada aklamak adil ve gerçekçi değildir.”
Karaman’ın
bakış açısı çerçevesinde “samimi” olmayanlar bu hükümden muaf gibi görünüyor.
Yazıya dönelim:
Dinimize göre adaletin, iyiliğin,
güzelliğin mihengi kesin hüküm içeren naslar ile,
içtihada açık alanlarda yapılan içtihatlardır. Beşerin yaptığı yorumlara ve
içtihatlara beşeri zaafların karışmaması da mümkün değildir. Şu halde adalet izafidir.
Laik sistemlerde
ölçüt kanunlar ve vicdandır. Bunların da nereye kadar
hatasız kusursuz olabileceklerini ifadeye çalıştım.
Kanun değil, hukuk diyenler, evrensel kurallardan söz edenler
de var; onlara da sormak gerekiyor: Bunlar var ise bu kadar zulüm
dünyanın her yerinde niçin var!
Hasılı adalet izafidir, her hükme itiraz eden olur, hükmü veren de itiraz
eden de beşerdir ve beşer şaşar.
Karaman’ın
bu çok bilinmeyenli denklemini çözmeye bizim zayıf matematiğimiz kâfi gelmez,
fakat hükümlere itiraz edenler “samimi” iseler “beşer şaşar”
olmaktan muaf oluyorlar, “beşer şaşar”lıktan azade “şaşmaz yanılmaz”larımızın
samimi olmadıklarını düşündükleri kişiler ise bu muafiyetten yararlanamıyorlar
gibi görünüyor.
Karaman,
yazısını şöyle bitiriyor:
“Bir zamanlar milletin sevdiği ve
saydığı kişiler konuşmalarına dikkat
ederlerse saygınlıkları ile bu fani dünyadan göçüp giderler, dikkat etmezlerse
kimse onlara dokunmaz, dokunmuyor, ama dönek
olur mide bulandırırlar.”
Karaman’ın
bu laflarıyla kime “çaktığını” bilmiyoruz.
İlk
anda akla gelen isim Abdullah Gül, fakat liste uzun olmalı.
*
Demek ki adalet isteyip vıdı vıdı etmemek,
yöneticilerimizin kafasını şişirmemek gerekiyormuş.
Zaten adalet izafî
imiş..
Adalet izafî olunca zulüm de izafî olur ama bu bahse girmeyelim, laf uzar, içinden
çıkamayız.
Ancak, Karaman’ın başka ifadeleri, kendisini yalanlıyor.
Okuyalım:
İslâm Hukûkunun Genel Karakteri
Hukuk insan ile
diğer insan ve toplum, insan ile eşya arasındaki ilişkileri, hakları ve
tasarruf yetkilerini düzenleme ihtiyacından doğmuştur. Bir yerde insan varsa
onun bulunduğu yer ile ve yaşamak için muhtaç bulunduğu eşya ile arasında bir
ilişki vardır. İnsan tek başına var olamayacağı ve varlığını devam
ettiremeyeceği için bir insanın bulunduğu yerde zarûrî olarak başka insanlar da
bulunacak, bunların da benzer ihtiyaçları olacaktır. İki veya daha fazla insan
aynı şeye tek başına sahip olmak, aynı şey üzerinde tek başına tasarruf
yetkisine sahip bulunmak istediğinde bu insanlar arasında “anlaşmazlık”
ilişkisi doğacaktır ve doğmuştur.
Toplum hayatı anlaşmazlık ilişkisi
içinde yürüyemeyeceği için insanlar, biri önceden anlaşmazlıkların doğmasını
önleyici, diğeri de anlaşmazlık doğduktan sonra yeniden düzeni ve anlaşmayı
sağlayıcı kaideler koymak, toplumun gücü ile bu kaideleri yürütmek ihtiyacını
hissetmişlerdir.
Hukuk işte
bu kaideler bütünüdür.
Tarihin hiçbir döneminde ve hiçbir
yerde toplumun bütün fertleri, eşit hak ve selâhiyetler içinde bir araya
gelerek hukuk kaidelerini koymaya muvaffak olamamışlardır. Kaideler hemen daima belli bir zümre tarafından, yahut onların
güdüm ve hâkimiyetinde olanlarca konmuş, bunun tabîî neticesi olarak da hak ve
selâhiyetler dengesi onların lehine bozulmuş, bu bozuk dengeye, yanlış ve
tersine bir isimlendirme ile “adâlet” denilmiş, hemen bütün beşerî hukuk
sistemlerinde hukûkun amacı olan adâlet böylece yörüngesinden saptırılmıştır.
Halbuki Allah Teâlâ’nın elimizde bulunan
son vahiy mecmûasında (Kur’ân-ı Kerîm’de) O’nun adâlet demek olan dengeyi
vaz’ettiğini ve bunun hayatta gerçekleştirilmesini kullarından
istediğini görüyoruz.
Buna göre en azından müslümanlar
için hukûkun ana kaynağı ilâhî irâdedir ve bir mutlak adâlet vardır;
bu mutlak adâlet Allah Teâlâ’nın koyduğu dengedir (mîzândır), bu dengenin
gerçekleştiği yer ve ilişkide mutlak adâlet yakalanmış olur,
yakalanmadığı yerde ise iyi niyet ve usûle riâyet
şartıyle izâfî adâlete ulaşılmış olunur.
(http://www.hayrettinkaraman.net/kitap/meseleler/0895.htm)
*
Demek ki Karaman da “beşer şaşar”mış..
Karakolda doğruyu söyler, mahkemede şaşırırmış.
Demek ki, “fikrî”
döneklik kimsenin tekelinde olan bir nimet değilmiş.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder