“İktidarı kim tenkit edemez, hep över, toz kondurmaz,
daha doğrusu bu pozisyonu devamlı göz önüne koyar ve korumaya çalışır?
“Sanırım böyle bir tavır ve davranış iktidardan
kendisi veya grubu adına menfaatlenen ve bu menfaati korumak
ve büyütmek isteyen kimselere aittir.”
Yukarıdaki ifadeler Hayrettin Karaman‘ın Yeni Şafak gazetesinde yayınlanan bir yazısının ilk cümleleri.. (Bkz. “İktidar
tenkit edilir ama…”)
Karaman ayrıca şunu da söylüyor:
“Samimi ve yapıcı tenkit iktidarı
desteklemek demektir, ülke/kamu menfaatini önde tutmak demektir, iktidara ve
kamuya en büyük zararı verenler, şahsi menfaatleri için hatalara göz yuman; işi
gücü yalakalık ve yağcılık olanlardır.”
Ancak Karaman, yazısına “Ama…” diyerek devam
ediyor.
Diyor ki:
“Eğer iktidarın bir hatası, bir
kusuru, bunun kaynaklandığı sorumlu merkez ile görüşerek, onların da
açıklamalarını aldıktan sonra doğrudan
kendilerini uyararak ve doğru olanı söyleyerek düzeltilebiliyorsa önce
bunun denenmesi gerekir.”
Bu ifadelerde doğruluk payı var.
Ancak, böylesi düzeltme teşebbüsleri daha çok icraata ilişkin hususlarda olabilir.
Kamuoyu önünde dile getirilen görüş ve fikirlerin tartışması ise yine kamuoyu
önünde yapılmalıdır.
Çünkü bunlar kapalı kapılar ardında sadece size söylenen sözler değildir.
*
Hayrettin Karaman’ın bir başka “ama”sı ise şöyle:
“Tenkit iyi niyetli, yapıcı ve bu
niteliklere uygun üslupta olmalıdır. Muhalefetin kötüye kullanacağı
usulsüz tenkitler kale alınmaz, her ne
pahasına olursa olsun savunmaya geçilir.”
Bu da, tümüyle yanlış değil..
Ancak, “muhalefetin kötüye kullanacağı usulsüz
tenkitleri kaale almamak, her ne pahasına olursa olsun savunmaya
geçmek” de iyi niyetten, yapıcılıktan, “uygun üslup”ta
olmaktan uzaktır.
Ne ki, Hayrettin Karaman burada geleneksel çifte
standardını olağanüstü bir gözbağcılık ya da abrakadabra ile okurlarına
“yutturuyor”.
İktidara düşen sorumluluk, muhalefetin kötüye
kullanıp kullanmamasına ve usulsüz olup olmamasına bakmadan, haklı tenkitleri dikkate almasıdır.
*
Bir Hayrettin Karaman’ın şu yazdıklarına bakın, bir de Şeyh Edebali’nin Osman Gazi’ye verdiği öğütlere (Biri
imparatorluk kurar, diğeri ise minik bir site devletini bile batırır):
Ey oğul!
Beysin.. Bundan sonra öfke bize,
uysallık sana..
Güceniklik bize, gönül almak sana..
Suçlamak bize, katlanmak sana..
Acizlik bize, yanılgı bize; hoş
görmek sana..
Geçimsizlikler, çatışmalar,
uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize; adalet sana..
Kötü göz, şom ağız, haksız yorum
bize; bağışlama sana..
Bundan sonra bölmek bize, bütünlemek
sana..
Üşengeçlik bize; uyarmak,
gayretlendirmek, şekillendirmek sana..
Hayrettin Karaman’dan bir Şeyh Edebali irfanına,
hikmetine ve bilgeliğine sahip olmasını beklemiyoruz, fakat hiç değilse
iktidara tanıdığı “her ne pahasına olursa olsun savunmaya geçme
ya da inatçılık yapma” hakkını, tenkitçilere de tanıması..
Ya da, tenkitçiler için getirdiği iyi niyet, yapıcılık ve uygun üslup şartıyla
iktidarı da mükellef tutması, tenkitleri böylesi bir yaklaşımla göğüslemesi
gerektiğini kabul etmesi..
*
Gelelim Karaman’ın bir başka “ama”sına:
“Tenkit yalnızca hatalı ve kusurlu olanı seçip ilan etmekle
olmaz; iyi, doğru, faydalı olanı da dile getirmek, takdir
ve teşvik etmek gerekir.”
Gerekir ama, tenkit eden kişi, çareyi bilmiyor
olabilir. Çaresini bilmiyor diye, yanlışı tenkit etmeyecek mi?!
Mesela, İstanbul’daki trafik sorunundan şikâyetçi
olmak için vatandaşların önce trafik sorununun nasıl çözüleceğine dair muazzam projeler hazırlaması mı gerekiyor?!
Yani insan haddini bilip, “Ben
bu işlerden anlamam, size akıl vermek haddim değil,
ama şunun bir yolunu bulun, bizi bu dertten kurtarın. Sabah akşam çektiğimiz
çileyi, sizin gibi makam araçlarından inmeyen büyüklerimiz ne bilsin!” diyemez
mi?!
*
Devam ediyor Hayrettin Bey:
“Hata, eksik, kusur” kavramı da
önemlidir. Önce bunda anlaşmak gerekir. Mesela muhalefete ve muhalif yazarlara
göre iktidarın “doğru, faydalı, eksiksiz” olan hiçbir kararı ve icraatı yoktur.
Bu bakış açısı, bir cedel aracı olarak işlevsel
olabilir, fakat yersiz ve lüzumsuzdur, çünkü aynı şey iktidar yanlısı ya da
yandaş çevreler için de söylenebilir. Onlara göre de iktidarın hiçbir hatası, eksiği ve kusuru bulunmamaktadır.
Aynı şey, Karaman’ın şu tespitleri için de geçerlidir:
“Ayrıca ictihad, görüş,
değerlendirme… farklarına dayalı olarak da hata değerlendirmesi farklı olabilir.
Birilerinin görüşlerini iktidarın devamlı kendi görüşü ile değiştirmesini
beklemek de doğru değildir. İktidar ehli ile istişareden, gerekli araştırma ve incelemeleri yaptıktan sonra
kararını alır ve uygular; doğru söze kulak vermemiş ise,
hatada ısrar etmiş ise, zarar vermiş ise seçimde hesabı görülür
ve bedelini öder.”
Bu, iki taraf için de geçerlidir. Dolayısıyla, dile
getirmeye bile değmez.
*
Gelelim tabiri caizse zurnanın zırt dediği noktaya..
Karaman şöyle diyor:
Ben referandumdan önce bir yazı yazmıştım,
tıpkı “örtülü sigara” başlıklı yazım gibi bunu da maksadımın dışına çekerek
eleştirenler, hatta hakaret edenler oldu. O yazımda özet olarak şunu
demiştim: Bir inancı, bir davası olan insanların bir
iktidarı desteklemelerinin ölçütü, o iktidar ile dava
arasındaki ilişkidir. Eğer iktidar -davanın sahibi olmasa da- başarıya ulaşması bakımından elverişli ise ve
herkesin (başka inanç, dava ve hedef sahiplerinin de) içinde oldukları gemiyi tehlikeye sokmuyorsa desteklenir, değilse
desteklenmez.
Fıkıhta, “Vacip olanı tamamlayan, vacibin yerine getirilmesine yardımcı
olan şey de vaciptir” diye bir kural vardır. O yazımda bu
kurala da atıfta bulunmuştum.
Yine aynı noktada duruyorum.
*
Karaman burada yanlış noktada duruyor.
Ve, bir fıkıhçıya yakışmayacak ciddi
bir hata yapıyor.
Herşeyden önce, söz konusu kuralı yanlış ifade ediyor: Tamamlayan şey ile yardımcı
olan şey farklıdır, tamamlayan şeye vacip denilebilse bile,
salt yardımcı olan husus aynı kapsama girmez.
TDV
İslâm Ansiklopedisi‘ndeki “Vâcip” maddesinde konuyla
ilgili yeterli bilgi mevcut.
Oradan aktaralım:
Vâciple İlgili Bazı Usul Konuları….
2. Vâcibin ancak kendisiyle tamamlandığı şeyin de vâcip sayılıp
sayılmayacağı. Bedreddin ez-Zerkeşî bu konuda şöyle bir tasnif
yapar: a) Vâcibin vücûbu [vacip oluşu] onu tamamlayan şeye bağlı
ise tamamlayan ister sebep ister şart isterse engelin bulunmaması şeklinde
olsun vâcip değildir. Zira bu durumda emir mutlak değil mukayyeddir [kayıt ve şarta bağlıdır]. Meselâ nisap
miktarı [sorumluluk gerektiren miktar] mala sahip olmak zekâtın vücûb
sebebidir; ikamet [yolcu olmamak] ramazan orucunun vaktinde tutulmasının vücûb
şartıdır; nisap miktarını eksiltecek ölçüde borçlu olma zekâtın vücûbuna
engeldir; ancak mükellefin [yükümlünün] bu sebebi veya şartı
teşkil etmek ya da engeli ortadan kaldırmak için çaba sarfetmesi vâcip değildir.
b) Vâcibin vücûbu gerçekleşmiş olmakla birlikte meydana gelmesi onu tamamlayan
şeye bağlı ise iki ihtimal söz konusudur: Tamamlayan şey vâcibin bir parçası ise bunun vâcip olduğunda
görüş ayrılığı yoktur. İkinci ihtimal tamamlayan şey vâcibin mahiyeti dışında
kalıp onun sebebi veya şartı olabilir.
Meselâ namaz için temizlik (tahâret) şart olduğuna göre namaz emri tahâretin de
vücûbunu gösterir mi? Bazı âlimler tarafından mukaddime [öncül]
diye anılan bu meselede ihtilâf edilmiştir (el-Baĥrü’l-muĥîŧ, I, 223-229).
Usulcülerin çoğunluğuna göre -mükellefin gücü dahilinde olmak kaydıyla- ister sebep ister şart olsun mukaddime de vâciptir
ve bu vücûb anlamı mutlak vâcibin vücûbuyla ilgili sîganın [emir kipinin]
delâletinden çıkar…. 6. Vâcibi gerektiren sebeple vâcibin engelinin bir arada
bulunması. Şâfiî usulcüleri bu durumda vücûbun hiç
gerçekleşmediği ve gerçekleşip sâkıt olduğu [düştüğü] yönünde iki görüşün söz konusu
edildiğini belirtip bazı meselelerde bu konudaki tercihe pratik sonuçların
bağlanabildiğini belirtirler (Mv.F, XLII, 342).
*
Evet, bir usul kaidesini bu
şekilde tahrif edip “tamamlayan”ı “yardımcı olan” şekline
dönüştürmek, bir fıkıhçıya yakışmaz.
Bu, ya koyu bir cehalet, ya da dini bile bile tahrif etmeye çalışmak demektir.
Vacibin ancak kendisi ile tamamlandığı şey ile, tamamlanmasına yardımcı olan şey bir olamaz.
Kaldı ki, Karaman’ın sözünü ettiği konuda
“tamamlanmasına yardımcı olduğu düşünülen ya da iddia
edilen şey”den söz etmek gerekir.
Vacibin kendisi ile tamamlandığı şeyler, aslında
bilinen şeylerdir. Onlarda, yardımcı olup olmayacağına ilişkin tartışma
yaşanmaz.
*
Kısacası, Hayrettin Karaman, fasit görüşüne dayanak
üretmek için bir usul kaidesini çarpıtmaktadır.
Bunu, bu açıklıkta söylemek zorundayız.
Çünkü, korunması gereken, ilkelerdir, şahıslar değil.
Aksi takdirde, bu din, şahısların oyuncağı haline
getirilmiş olur.
Ancak, Karaman’ın asıl hatası başka..
O, vacibin tamamlanmasına yardımcı olacağını iddia
ettiği bir şeyi vacip kabul ederken, riayet edilmesi gereken asıl vacibi devre dışı bırakmaktadır.
Karaman’ın “kuş dili“ni “insan
dili”ne çevirirsek, şunu demektedir: İslamî bir düzenin kurulması, Şeriat’in
uygulanması vaciptir. Akparti iktidarı da bu vacibin gerçekleşmesine yardımcı
olacaktır, dolayısıyla onu desteklemek vaciptir.
*
Sorun şurada: Bu Akparti iktidarı, aynı zamanda,
müslüman kitleye itikadî bir dönüşüm yaşatmakta,
onları, “Şeriat’e gerek yoktur, laiklik daha iyidir” noktasına
getirmektedir.
Erdoğan açıkça bunu savunuyor..
Ve onun peşinden gidenler de bu anlayışı savunmaya
başlamış bulunuyorlar.
Pratikte Akparti iktidarı,
vacibin tamamlanmasına bırakın yardımcı olmayı, en büyük
engel durumuna gelmiş bulunuyor.
Çünkü, CHP gibi
partilerin asla yapamayacağı bir şekilde müslüman kitleyi zihniyet bakımından
dönüştürüyor, laik kafalı ve düzenci hale
getiriyor.
Kale, içten çökertiliyor.
İçerden işgal ediliyor.
Bunu, “derin düzenciler” biliyor
ve görüyorlar.
Bu “dönme dolap”ta Hayrettin Karaman gibilere düşen
rol de, fıkıh usulü kaidelerini tahrif ederek
millete masal anlatmaktan ibaret.
*
Bu açıdan bakıldığında, FETÖ ile Akparti‘nin aynı
madalyonun ya da madenî paranın iki yüzü olduğunu kabul etmek gerekir.
Bir tarafta resim var, diğer tarafta rakam yazılı..
Vatandaş resme tükürüyor, sonra da öbür tarafı çevirip
rakamı öpüyor.
Madalyon aynı madalyon.. Para aynı para..
FETÖ mantalitesi ile Akparti zihniyeti de aynı..
FETÖ‘cülere göre de, vacip (yani İslam’ın hakim olması) siyasetle, Siyasal İslam’la, politika yoluyla olmuyordu,
hiç parti kurmadan, “iyi saatte olsunlar“ı ürkütmeden
toplumu, toplumsal mekanizmaları ele geçirmek, buradan hareketle yavaş yavaş
devlet kurumlarına sızmak ve onları denetler hale gelmek gerekiyordu.
Aynı şekilde, “uluslararası düzen“le
de iyi geçinmek, onları ürkütmeden faaliyet göstermek gerekiyordu.
Ancak, geldikleri nokta, “Hristiyan ve Yahudi güdümlülük“ten
ibaret oldu.
Hayrettin Karaman’ın desteklediği Akparti’nin
zihniyetine göre de, Kemalistleri ve laikleri ürkütmemek
gerekiyor.
Ancak, geldikleri nokta “Kemalizm ve laiklik güdümlülük“ten
ibaret..
*
Aslında Karaman, zeki (ya da kurnaz) bir adam..
Yazısında “davanın sahibi olmasa”
da kaydını koyarak, muhtemel eleştirilerin önünü kesmeye çalışıyor.
Fakat, aynı zekâvet ve fetanet, vacib kavramına ilişkin fıkıh usulü kaidesini aktarırken
buhar olup uçuyor.
Akparti, davanın sahibi olmamayı geçtik, davadan
vazgeçmeyenlerin sopa ya da havuç seçenekleri
ile “düzene uydurulduğu” bir projenin
taşeronudur.
Akparti, “derin düzenciler” açısından, Şeriatçı kitlenin (yani vacibe inananların) havuç
(dünyevî imkânlar, ihaleler, paralar, makamlar, şöhret, geziler, ödenekler,
tahsisatlar, yönetim kurulu üyelikleri, harcırahlar, ödüller vs.)
vasıtasıyla zihniyet düzeyinde laikleştirilme operasyonunun
ta kendisidir.
Bu dönme dolapta Hayrettin Karaman gibilere düşen rol
ise, Aydın Ünal‘ın bir yazısında dile getirdiği şekilde “uyuşturma“dan ibaret.
Yani bir yandan Erdoğan “Laiklik
de laiklik” derken, diğer yandan Karaman gibilere “Ver haşhaşı hacı.. Daya narkozu!” deniliyor.
“Yok, ben haşhaş almayayım, kalsın, sevmiyorum ama
sayenizde yemiş gibi de oldum zaten, başım döndü” diyenler ise, “Acaba havucun yerini sopa alır mı,
arkalarında tuttukları ellerindeki sopayı konuştururlar mı?” diye endişe ve
tedirginlikle bekliyorlar.
Ağızlarının tadı diye birşey kalmıyor.
Yedikleri içtikleri burunlarından geliyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder