Altı asırlık muazzam
bir çınar olan Osmanlı Devleti’nin son padişahı Sultan Vahideddin,
yâveri durumundaki Mustafa Kemal’i Anadolu’ya “gizli bir görev” ile
göndermişti.
Bu gizli görev
(örtülü operasyon), Birinci Dünya Savaşı’nın galiplerinin tasallutundan
vatanın kurtarılması amacına yönelikti.
Fakat bu, Padişah
tarafından “resmen” ilan edilemiyordu.
Mesela gazetelere
demeç verip, “Yaverim Kemal’i Anadolu’ya gönderiyorum, milleti
toparlayacak, vatanı kurtaracak” diyemiyordu.
Çünkü bunu demesi
durumunda Mustafa Kemal’in, bir ekiple birlikte Anadolu’ya geçiş
vizesini işgalci güç İngilizler’den alması mümkün değildi.
Sonraki süreçte de
böylesi bir açıklama yapamadı, çünkü bu durumda işgalci güçler, “Sen bize yalan
söyledin, bizi aldattın” diyebilecekler, Mondros Mütarekesi hükümlerine
aykırı davranılmış olması gerekçesiyle İstanbul’da zorbaca tasarruflarda
bulunabileceklerdi. (Gene bulundular ama diğer türlü onların eline koz verilmiş
olacaktı.)
Bu yüzden Padişah, “Kemal’i
ben gönderdim” diyemiyordu.
Fakat bugün artık,
dönemin şahitlerinin tanıklıkları sayesinde, olayların böyle geliştiğini, hatta
Padişah’a yakın bazı kişilerin ona bu gizli görevin verilmesini engellemeye
çalıştıklarını, Vahideddin’in onları kaale almadığını biliyoruz.
*
Sadece dönemin başka
şahitlerinin değil, Mustafa Atatürk’ün bizzat
kendisinin pek çok beyanı, olayların yukarıda anlattığımız şekilde cereyan
ettiğini ortaya koyuyor.
Fakat bunu anlamak
için öncelikle önyargılarımızı ve şartlanmalarımızı bir tarafa
bırakmamız gerekiyor.
Bu mesele ilkokul
düzeyindeki algılama ile analiz edilebilecek bir konu değil.
Daha altı yaşından
itibaren sistematik bir beyin yıkama ameliyesine maruz
bırakılan, milli bayram adı altında sürekli propaganda
narkozu yiyen, gittiği her devlet dairesinde “her yerde hazır
ve nazır” bir ata olarak Atatürk resmiyle karşılaşıp
onda bir olağanüstülük vehmetmeye başlayan, olur olmaz her yere millet
kesesinden yapılan onbinlerce, yüzbinlerce heykeli ile onun
“yaşayan insanlardan daha kanlı canlı bir ölümsüz ölü” olduğu zehabına kapılan
insanların, büyülenmiş gibi onu gözlerinde büyütmeleri bizi şaşırtmıyor.
Üstelik bir de
Atatürk’ü Koruma Kanunu diye birşey var. Söz konusu büyünün bozulması için
öncelikle bu kanunun kaldırılması gerekiyor.
*
Selanikli Mustafa
Atatürk (TBMM’nin ilk kuruluşunda yaptığı açılış konuşmasında, 24 Nisan 1920
Cumartesi günü), Anadolu’dan gönderdiği bir telgrafta Padişah’a şunları arz
etmiş bulunduğunu açıklamış durumda:
Padişah
Hazretlerinin devletli mabeyni yüce başkâtibi vasıtasıyla Padişah Hazretlerinin
devletli katına:
Büyük
ulusun ve kutsal hilâfetin biricik ve gerçek dayanağı bulunan yüce
saltanatınızı Tanrı
kötülüklerden korusun! Yüce Padişahım, ülkemizin bugün uğradığı büyük baskı ve
bölünme tehlikesi karşısında ancak yüce varlığınız başta olmak üzere,
milli ve kutsal bir kudretin çabası; vatanı, devlet ve milletin bağımsızlığını,
şan ve şerefi büyük hanedanının altı buçuk asırlık yüce tarihini kurtarabilir.
Çevremizdeki kişiler bu genel kanıda birleşmiştir. Son olarak huzurlarınıza
kabul edilmek onurunu kazandığımda, üzücü İzmir olayı dolayısıyla
hüzün dolu olan kutsal kalbinizden doğan kurtuluşla ilgili
görüşleriniz bugün bile belleğimdeki yerini korumaktadır.
Bu
duygumu açıklamak isterim. İstanbul'dan son olarak ayrılacağım gün bu şerefe
kavuşmuştum. Bu sırada Yüce Şahsınız Boğaziçi’nde bulunan
İngiliz donanmasının saraya yönelik toplarını göstererek, «görüyorsun» dediniz.
«Ben artık memleket ve milletin, nasıl kurtarılması gerekeceği hususunda
kararsızlığa düşüyorum» ve ellerinizi kaldırarak, «inşallah millet akıllanır
ve uyanır, bu üzücü durumdan gerek beni ve gerekse kendisini kurtarır»
buyurdunuz. Yazımda arz etmek istediğim bu kutsal sözlerdir.
Hükümdarımızın
bu gönül dileğinden esinlenerek kesin kararlı ve inançlı olarak görevime
devam ediyorum. Hükümdarımızın emirleri gereği Sadrazam
Paşa kulunuzu daima önemli konularda aydınlatmakta ve gereğini
arz etmekte ve uygulamaktayım. Şu bir ay içinde Zat-ı Şahanelerinin
Anadolu’sundaki hemen bütün il, liva, ilçe ve hudut boylarına kadar olan
yerlerdeki milletin durumunu ve tüm kumandan ve memurların düşünce ve
çalışmalarını öğrendim ve bilgi edindim. Sonuç olarak açık bir şekilde
görülüyor ki, millet baştan aşağı uyanık olup devlet ve
milletin bağımsızlığı ve yüce saltanat ve hilâfet hakkının korunması
için kesin kararlı ve inançla dolu bulunuyor. İstanbul'da iken milletin
bu kadar kuvvetle ve az sürede felâketlerden bu derece etkilenebileceğini düşünemedim.
Yüce
Padişahım! Bu
nitelik ve durumda bulunan ve kutsal şahsınıza bağlılık içinde olan
temiz milletinize tam anlamı ile güvenilmesi ve bunun karşılığı olarak
da gerçekten bu milli ve vicdani kuvvete yardımcı olunması gerekir. Son
kutsal buyruklarınız bütün milletin azim ve yiğitliğini artırmıştır.
Yalnız,
üzülerek bildirmek isterim ki, temiz Anadolu halkı, bugünkü zor dönemde
bile İstanbul'daki uygunsuz ve nefret uyandıran konulardan
ve kışkırtıcı söylentilerden rahatsız durumdadır. Gerçekten
İstanbul yöresinin bozulmaya yatkın ahlâkı ve bundan yararlanmayı bilen
yabancılar, devlet ve milletin yok olması ve devlet, millet ve
padişahına bağlı, özverili hizmet yeteneği bulunan kişilerin ortadan
kaldırılması konusunda aşırı bir cesaret gösteriyorlar.
Yüce
Padişahım! Hükümdarları
hatırlayacaklardır ki, verilen görevin yerine getirilmesi
sırasında, yabancıların ve bazı bozguncuların mutlaka yalanlama ve
önleme ihtimallerini daha İstanbul'da sunduğum açıklamalar
içinde üstü kapalı şekilde anlatabilmeye çalışmış ve özellikle Sadrazam
Paşa ile Devletin bazı önemli kişilerine pek açık olarak anlatmış ve
böyle durumlar karşısında Ali İhsan ve Yakup Şevki paşaların düştüğü
kötü duruma düşmeyeceğimi eklemiştim.
İşte
milli vicdanın ciddi izlenimlerini ve meydana gelen yeni durumları, istilâcı
çıkarlarına zıt gören İngilizler ve vatanın zararına da olsa, İngiliz
taraftarlığını meslek edinen zayıf karakterliler, bu kere güçsüzlüklerini
ortaya koyarak beni İstanbul'a çağırmak girişiminde bulunuyorlar. Pek
şerefli hakanımızdan, milletine, vatanına bağlı ve bu uğurda ölümü hoşgörü
ile karşılayan benim gibi bir kumandanın yüce saltanat haklarına ve
milletin ölmezliği ve var oluşuna düşman olanlarla işbirliği yapacağını ummaları
kesinlikle beklenemezdi. Bundan dolayı bendeniz Malta'ya gitmek
veya en azından iş görmez duruma getirilmek gibi ihtimaller karşısında
bırakıldım ve doğal olarak da bunu kabul etmeyeceğim, eğer zorunlu
kılınırsam gönül rahatlığı ile memuriyetimden istifa ederek
eskiden olduğu gibi Anadolu'da ve millet sinesinde kalacağım; vatan
görevimi bu kez daha açık adımlarla sürdüreceğim.
Millet
bağımsızlığına kavuşsun, saltanat makamı ile yüce ve büyük hilâfet yok
olmaktan kurtulsun. Sonsuz bağlılığımın daima artmakta olduğunu bildirerek
buna inanmanızı rica ederim.
(https://ata.msb.gov.tr/Genel/icerik/24-nisan-1920-tarihli-konusmasi)
Söz
konusu telgrafı göndermiş olduğunu söyleyen, Mustafa Kemal’in bizzat
kendisi..
Göndermiş..
Gönderdiği
tarih 11 Haziran 1919.. Samsun’a çıkışından sadece üç hafta
sonrası..
Bu
telgrafta yer alan ifadeleri, TBMM’nin ilk açılış tarihinden bir gün sonra,
yani 24 Nisan 1920’de TBMM’de yaptığı konuşmada okumuş ve
sözleri Meclis zabıtlarına geçmiş..
Bu
konuşmanın linki şöyle(ydi): https://www5.tbmm.gov.tr/tarihce/ataturk_konusma/1d1yy1.htm. Tabiî
burada konuşmanın sadeleştirilmiş hali yer alıyor(du). Orijinaline
ise şuradan ulaşılabiliyor(du): https://acikerisim.tbmm.gov.tr/handle/11543/3271.
*
Mustafa Kemal aslında
bu telgrafında (okuduğunu anlayabilen, idraki olan için) herşeyi itiraf etmiş
durumda.
Çok kurnaz bir adam,
telgrafında da geçtiği gibi, yeri geldiğinde “üstü kapalı” konuşmayı
gayet iyi beceriyor.
Telgrafta sözlerine
önce Padişah’a “yağ çekerek” başlıyor.
İnançlı bir müslüman
gibi dua ediyor.
Hanedanın kurtarılması faslını da unutmuyor.
İzmir olayı dediği şey, Yunan’ın İzmir’i
işgali.
Samsun’a hareketinden
bir gün önce Padişah tarafından Saray’da kabul edilmiş, onun “kurtuluşla
ilgili görüşlerini” dinlemiş.
Mustafa Kemal, o
görüşlerin “bugün bile belleğinde yerini korumakta” olduğunu söylüyor.
Daha anlaşılır
Türkçesi şu: “Yüce Padişahım, kurtuluşla ilgili olarak şahsıma
verdiğiniz emirler hafızamda capcanlı.”
Padişah ona
ayrıca “İnşallah millet akıllanır ve uyanır” demiş.
Bunun da meali şöyle:
“Padişahım, bana verdiğiniz milleti akıllandırma ve uyandırma işini
canla başla yapmaya çalışıyorum.”
Herhalde Padişah ona,
“Kemalciğim, millet uykusunu alınca nasıl olsa kendiliğinden uyanacak, elleme
zavallılar uykularını alsınlar” diyecek değil.
*
Mustafa Kemal’in
özellikle şu cümlesi gayet anlamlı:
“Hükümdarımızın bu
gönül dileğinden esinlenerek kesin kararlı ve inançlı olarak görevime
devam ediyorum.”
Padişah’ın gönül
dileği, Mustafa Kemal’in müfettişlik vazifesini yapıp İstanbul’a dönmesi
değil, milletin akıllanması ve uyanması.
O gönül dileğinden
esinlenilerek “kesin kararlı ve inançlı olarak” devam edilen görevin
de, Padişah’ın Saray’da vermiş olduğu “vatanı kurtarma” vazifesi olduğu açık.
Öyle ki, görevin adı
sureta “müfettişlik” şeklinde sıradan bir unvan olsa da, münderecatı farklı: Van’dan
Ankara’ya kadar yetkili bir genel valilik.
İstediği şehrin
valisini görevden alıp yerine bir başkasını atayabiliyor.
Bütün komutanlar ona
itaat etmek zorunda.
*
Bitti mi?.. Hayır!
Bir de şunu diyor:
“Hükümdarımızın
emirleri gereği Sadrazam Paşa kulunuzu daima önemli konularda
aydınlatmakta ve gereğini arz etmekte ve uygulamaktayım.”
Evet, mesele sadece
basit bir müfettişlik değil.. Müfettişlik maskesi altında kendisine
verilen olağanüstü yetkilerin yanı sıra bir de
Padişah’tan özel emir almış.
Yani mesele sadece
eline tutuşturulan resmî görevlendirme yazısıyla sınırlı
değil.
Mesele, milletin
akıllanması ve uyanması..
*
Peki akıllanıp
uyanacak da ne yapacak?
Onu da Mustafa
Kemal’in (gönderdiği telgrafta yer alan) şu cümlesi ortaya koyuyor:
“…millet
baştan aşağı uyanık olup devlet ve milletin bağımsızlığı ve yüce saltanat
ve hilâfet hakkının korunması için kesin kararlı ve inançla
dolu bulunuyor.”
Millet uyanacak,
devletin milletin bağımsızlığı için çaba göstermeye başlayacak, özellikle hilafet
kurumuna sahip çıkacak..
Bu sözlerinin ardından
Selanikli Mustafa Atatürk şunu da diyor:
“İstanbul'da
iken milletin bu kadar kuvvetle ve az sürede felâketlerden bu derece
etkilenebileceğini [yani uyanabileceğini] düşünemedim.”
Buradan anlaşılıyor
ki, gidip milleti akıllandırmasını ve uyandırmasını, devletin bağımsızlığı için
harekete geçirmesini isteyen Padişah’a önce “Yapamam, edemem, millet uyanacak
halde değil” filan demiş..
Nazlanmış, ayak
sürümüş.. Pazarlık yapmış.. İstediği yetkileri alınca da görevi memnuniyetle
kabul etmiş.
*
Selanikli Atatürk
bütün bunlardan sonra Padişah’a bir de güvence veriyor, “Sen uyumana bak”
diyor:
“…kutsal
şahsınıza bağlılık içinde olan temiz milletinize tam anlamı
ile güvenilmesi…”
Aslında kastı
kendisi.. "Bana güven!" demek istiyor, "milletin başında ben
varsam senin için sıkıntı yok".
Öyle ki, ifadesine
göre, “Son kutsal buyruklarınız (Padişah’ın buyrukları)
bütün milletin azim ve yiğitliğini artırmıştır”.
Başta da kendisinin
tabiî..
İngilizler'in
karşısında teslim bayrağının çekilmesini ve her emirlerine ram olunmasını
istemiyor, millette "azim ve yiğitlik" patlaması yapacak
"kutsal" buyruklar veriyor.
Telgrafın tellerine
böyle dokunaklı dokunan yiğit ve azimli Selanikli'nin içinden geçirdiği ise
şu: “Sen uyumana bak, gör bak ben sana ilerde ne yapıyorum, seni nasıl suya
götürüp susuz getiriyorum. Ocağına nasıl incir dikiyorum.. Derini nasıl
yüzüyorum.. Seni diri diri nasıl mezara gömüyorum..”
*
İçinden bunu
geçirdiğini nerden biliyoruz?
Şurdan: Erzurum
Kongresi’nin bittiği günün gecesinde, hempası Mazhar Müfit Kansu'ya
tam aksi yönde (ona uçuk ve kaçık, akla ziyan görünen) açıklamalar yapmış
bulunuyor.
Okuyalım:
“Erzurum
Kongresi’nin bittiği, 7 Ağustos 1919 gecesi Mustafa Kemal Paşa, Süreyya Bey
(Yiğit) ile dertleşmesini sürdürürken, aniden beni uyandırıp yanına çağırdı.
Bir süre, sonra aramızda şöyle bir konuşma geçti:
“-
Mazhar not defterin yanında mı?
“-
Hayır Paşam!
“-
Zahmet olacak, ama bir merdiven inip alacaksın. Hadi al gel!
“…
Hemen aşağıya indim.… Defteri getirdiğimi görünce, sigarasını bir kaç nefes üst
üste çektikten sonra; ‘Ama, defterin bu yaprağını hiç kimseye
göstermeyeceksin. Sonuna kadar mahrem kalacak. Bir ben, bir Süreyya, bir de sen
bileceksin ! Şartım bu!’ dedi. Süreyya da, ben de; ‘Buna emin
olabilirsiniz Paşam!’ dedik…. ‘Pekâlâ, yaz! Zaferden sonra şekl-i hükümet (hükümetin şekli) Cumhuriyet olacaktır!…
Bu bir. İki!; Padişah ve Hanedan hakkında zamanı gelince
icap eden muamele yapılacaktır. Üç!; Tesettür
(örtünme) kalkacaktır! Dört!; Fes kalkacak, medeni milletler gibi
şapka giyilecektir!’ Bu anda, gayri ihtiyari kalem elimden düştü. Yüzüne
baktım. O da benim yüzüme baktı. Bu bakış, gözlerin bir takılışta birbirlerine
çok şey anlatan konuşmasıydı. Paşa ile zaman zaman senli benli konuşmaktan
çekinmezdim. ‘Neden durakladın?’ deyince, ‘Darılma ama Paşam, sizin
de hayalperest taraflarınız var.’ dedim. Gülerek; ‘Bunu zaman tayin
eder. Sen yaz!’ dedi. Yazmaya devam ettim: ‘Beş!; Lâtin (Avrupa) hurufu (harfleri) kabul edilecek!” deyince ‘Paşam, kâfi, kâfi’ dedim ve biraz da
hayal ile uğraşmaktan bıkmış bir insanın edasıyla, ‘Cumhuriyetin ilânına
kadar muvaffak olalım da üst tarafı yeter!’ diyerek defterimi kapadım,
koltuğumun altına sıkıştırdım ve inanmayan bir adamın tavrı ile; ‘Paşam,
sabah oldu! Siz oturmaya devam edecekseniz bana müsaade edin!’ diyerek
yanlarından ayrıldım.”
(Mazhar
Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, C. 1, Ankara, 1966, s. 131 vd.)
*
Biz tekrar Selanikli
Mustafa Atatürk’ün (TBMM’nin açılış konuşmasında satır satır okumuş olduğu)
telgrafına dönelim.
Telgrafında yer alan
şu ifade, sıradışı kurnazlığının (İsteyen “kurmay zekâsının” da diyebilir)
cesametini daha iyi anlamamızı sağlıyor.
“Yalnız,
üzülerek bildirmek isterim ki, temiz Anadolu halkı, bugünkü zor dönemde
bile İstanbul'daki uygunsuz ve nefret uyandıran konulardan
ve kışkırtıcı söylentilerden rahatsız durumdadır.”
Aslında rahatsız olan
kendisi..
Televizyonun,
radyonun, internetin, gazetelerin olmadığı bir zamanda “temiz Anadolu halkı”
İstanbul’da ne konuşulduğunu nerden bilsin!..
Adam yaman, adam
kurnaz, kendi arzu ve isteklerini milletin arzu ve istekleri, kendi
rahatsızlıklarını da milletin rahatsızlıkları olarak göstermekte uzmanlaşmış..
“Kendim için bir şey
istiyorsam namerdim (hepsi yeğenim Yahya için)” diyen Demirel’den
daha zeki (veya kurnaz) olduğu kesin.. Bu, kendisinden hiç söz etmiyor bile,
doğrudan “Herşey millet için” diyor.
*
Millet İstanbul’daki
kışkırtıcı söylentilerden rahatsızmış..
Bu kışkırtıcı
söylentilerin neler olduğundan bahsetmiyor. Fakat bir sonraki cümlesi,
meselenin “devlet, millet ve padişahına bağlı, özverili hizmet yeteneği
bulunan kişilerin ortadan kaldırılması” olduğunu ortaya koyuyor:
“Gerçekten
İstanbul yöresinin bozulmaya yatkın ahlâkı ve bundan yararlanmayı bilen
yabancılar, devlet ve milletin yok olması ve devlet,
millet ve padişahına bağlı, özverili hizmet yeteneği bulunan kişilerin ortadan
kaldırılması konusunda aşırı bir cesaret gösteriyorlar.”
Devletin yok olması
kaygısı çeken adama bak, kafasındaki asıl plan Osmanlı Devleti'nin defterini
dürmek, yok etmek, fakat Padişah Vahideddin'e gönderdiği telgrafta
"devletin yok olması için aşırı bir cesaret gösteren" başka
birilerinden şikayetçi.
Az hilekâr değil..
Olduğundan farklı görünmeyi, inandıklarının ve planladıklarının tam tersi yönde
konuşmayı çok iyi beceriyor.. Gerçek bir takiyye virtüözü.. "Gizli
gündem"cilik harikası..
Bozuk ahlâk sahipleri
ve yabancılar (en başta da tabiî İngilizler) elbirliğiyle devleti yok etmeye
çalışıyor ve bu konuda aşırı bir cesaret gösteriyorlarmış.. Bunun için de
"padişahına bağlı fedakâr" kişileri ortadan kaldırmaya
çalışıyorlarmış.
Peki hem devleti hem
de "padişahına bağlı fedakâr" kişileri ortadan kaldırmaya
çalışan bu ahlâksız ve namussuz kişiler (kişi değil) kimlermiş?
Ve de bu "padişahına
bağlı fedakâr" kişiler kimler?
Selanikli Mustafa
Atatürk bu konuya girmiyor.
Fakat sözlerinin
devamı, kastının kendisi olduğunu ortaya koyuyor:
“Yüce
Padişahım! Hükümdarları hatırlayacaklardır ki, verilen görevin yerine
getirilmesi sırasında, yabancıların ve bazı bozguncuların mutlaka yalanlama
ve önleme ihtimallerini daha İstanbul'da sunduğum açıklamalar
içinde üstü kapalı şekilde anlatabilmeye çalışmış ve özellikle Sadrazam
Paşa ile Devletin bazı önemli kişilerine pek açık olarak anlatmış ve
böyle durumlar karşısında Ali İhsan ve Yakup Şevki paşaların düştüğü
kötü duruma düşmeyeceğimi eklemiştim.”
*
İşte burası,
Selanikli’nin zurnasının zırt dediği, takkesinin düşüp kelinin göründüğü,
“kendisini kahraman, Vahideddin’i İngiliz uşağı hain gösterme” illüzyonundaki
hokkabaz hilesinin sıvalarının döküldüğü, dikişlerinin patladığı yer.
“Verilen görev”den söz
ediyor ve bunun engellenmeye çalışılacağını daha baştan “üstü kapalı şekilde”
de olsa anlatmaya çalışmış olduğunu belirtiyor.
Üstü kapalı şekilde..
Vatandaşın üstü kapalı
şekilde konuşma gibi siyasal dolandırıcılık mesleğinde insana
geniş bir manevra alanı kazandıran bir becerisi var.
Üstü kapalı şekilde
konuşursan, gerektiğinde istediğin şekilde tevil eder, “Aslında şunu
kastetmiştim” diyerek her daim zeytinyağı gibi suyun üstüne çıkarsın.
Muhatabını da seni
yanlış anlamakla, suizanda bulunmakla, sözlerini çarpıtmakla suçlarsın.
Evet, Selanikli’nin
sözünü ettiği bu “verilen” ve engellenmeye çalışılabilecek “görev”in müfettişlik olmadığı
açık.
*
Buradan
anlaşılıyor ki, “verilen görev”den söz eden Selanikli Atatürk, kendisini
yakından tanıyan, nerede nasıl hareket edeceğini tahmin edebilen kişilerin
devreye girerek, kendisine güvenmekte olan Padişah’ın aklını
çelebileceklerinden korkuyordu.
Devlet
kurumlarında biraz çalışmış olanlar bilirler ki aynı faaliyet sahasında mesai
yapanlar “Biz kırk kişiyiz, birbirimizi biliriz” hesabı birbirlerini
gayet iyi tanırlar.
Nitekim,
Mustafa Kemal’in Anadolu’ya müfettişlik maskeli “vatanı kurtarma görevi”yle
(olağanüstü yetkiler verilerek) gönderilmesini Şeyhülislam Mustafa
Sabri Efendi engellemeye çalışmıştı.
Mustafa
Kemal’i tanıdığından değil, onu tanıyan dindar subaylar bu kurnaz şahsın
Padişah’ı “kafaya almış” olduğunu, fakat kesinlikle “altını oyacağını”, bundan
İslam’ın da payına düşeni alacağını söylemiş oldukları için.
*
Merhum Ali
Ulvi Kurucu, Ezher’deki talebeliği sırasında bu konuda Şeyhülislam’dan
duyduklarını Hatıralar’ının ikinci cildinde anlatmış
bulunuyor.
Mustafa
Kemal’i Anadolu’ya gönderme projesinden vazgeçmesini, başka birinin bulunmasını
ısrarla söyleyen Şeyhülislam’a Padişah, Mustafa Kemal’in sadık ve
güvenilir bir adam olduğunu, aleyhindeki sözlerin suizan anlamına
geldiğini söylemiş, onun hakkında “Âteşîn bir zekâ, âteşîn bir zekâ”
lafını tekrarlayıp durmuştur.
O
ateşin bir gün kendisini de yakacağını bilmeden..
Vahideddin’in
Mustafa Kemal için neden “Âteşîn bir zekâ, âteşîn bir zekâ” demiş olduğunu,
onun (yukarıda sözünü ettiğimiz) telgrafındaki şu ifadeler ortaya koyuyor:
“Hükümdarları
hatırlayacaklardır ki, verilen görevin yerine getirilmesi
sırasında, yabancıların ve bazı bozguncuların mutlaka yalanlama ve
önleme ihtimallerini daha İstanbul'da sunduğum açıklamalar
içinde üstü kapalı şekilde anlatabilmeye çalışmış ve özellikle Sadrazam
Paşa ile Devletin bazı önemli kişilerine pek açık olarak anlatmış ve
böyle durumlar karşısında Ali İhsan ve Yakup Şevki paşaların düştüğü
kötü duruma düşmeyeceğimi eklemiştim.”
*
Ali
İhsan ve Yakup
Şevki Paşaların “düştüğü kötü durum”u bilmeden Selanikli Atatürk’ün ne
demek istediğini tam ve doğru anlamak mümkün değildir.
Onların
durumunun anlaşılması, aynı zamanda, Selanikli Atatürk’ün sözünü ettiği “görev”in
üzerindeki sır perdesinin kalkmasını, gerçeğin ayan beyan ortaya
çıkmasını sağlıyor.
Ali
İhsan Paşa’dan başlayalım.. Vikipedi’den şunları okuyoruz:
Ali
İhsan Sabis (1882 İstanbul -
9 Aralık 1957, İstanbul), I. Dünya Savaşı'nda Kafkasya
Cephesi ve Irak Cephesi'nin, Türk Kurtuluş Savaşı'nda Batı
Cephesi'nin komutanlarındandır.
Sabis soyadını, Irak Cephesi'nde Sabis
Mevkiinde İngiliz ordusuna karşı savaşta gösterdiği başarılar nedeniyle
almıştır. I. Dünya Savaşı sonrasında İngilizlerce tutuklanmasının ardından
ilk Malta sürgünleri arasında yer almış, dönüşünde ve Büyük
Taarruz öncesine kadar Batı Cephesi 1. Ordu komutanlığını
yürütmüş Türk askeri ve siyaset adamı. ... 1954'te ise Demokrat
Parti'den 9. Dönem Afyonkarahisar milletvekili seçildi. (…)
30
Ekim 1918'de Mondros Mütarekesi imzalandığında Musul ve
çevresi henüz Ali İhsan Paşa komutasındaki Türk birliklerinin idaresindeydi.
İngiliz General Marshall'ın, ateşkesten sonra Musul ve Zaho'daki sivil Hristiyanlar'ın
topluca öldürüldüğünü iddia etmesiyle İngilizler, Türk birliklerinin Musul'u
terk etmesini istediler. Ali İhsan Paşa, bu isteği önce reddetti ancak İstanbul
Hükûmeti'nden gelen talimat doğrultusunda Nusaybin'e çekilerek Musul'u
İngiliz işgaline bıraktı.
Malta
Sürgünü
Savaştan
sonra İngiliz Yüksek Komiserliği'nin talebi üzerine 23 Şubat
1919'da Konya'da tutuklanarak ilk Malta sürgünlerinden olmuştur.
Kendisine yöneltilen suçlamalar Van, Musul ve Urmiye'de Hristiyan katliamlarını
bilfiil yönetmek ve Kut'ül Ammare Kuşatması sonrası ele geçirilen İngiliz savaş
esirlerini öldürtmekti. İngilizler tarafından düzenlenen dosyasına göre Ali
İhsan Paşa 1915 Nisan'ında Dilman Muharebesi ertesinde Van'daki
Ermeniler'in öldürülmesi, … olaylarının faili idi. Ancak savaş suçluları
mahkemesi gerçekleşmediği için bu suçlamalar kanıtlanmadı. Ali İhsan Paşa,
Haziran 1921'de diğer Malta tutukluları ile birlikte salıverildi.
Bazı kaynaklarda ise Malta'dan kaçtığı belirtilmektedir.
*
Buradan
anlaşılabileceği gibi, Ali İhsan Paşa’nın asıl suçu, İngilizler’in
Sabis’te burnunu sürtmüş, ve Musul’da onlara zorluk çıkarmış olması.
Selanikli süper
takiyyecinin, muhteşem ricatler kahramanının Filistin’de yaptığını
yapmamış, İngilizler’in önünden palaspandıras kaçmamış, onlara kök söktürmüş..
Musul’da
epeyce çile çekmelerine neden olmuş.
Bunun
ardından da trene atlayıp İstanbul’a gitmemiş, “ricatların kralı” Selanikli
gibi Pera Palas Oteli’ne postu serip İngiliz subaylarıyla
Türk kahvesi höpürdetmemiş. (Kahvenin Türk kahvesi olması önemli, yoksa
milliyetçiliğin gereği yerine getirilmemiş olur.)
Velhasıl, Ali
İhsan Paşa’nın İngilizler’e karşı işlediği suçlar büyük..
Bu
yüzden de İngilizler peşini bırakmamış, her ne kadar arkadan kurmalı dandik
savaş suçları mahkemesinde yargılanmasa da, yargılanmaktan beter
etmişler, tutuklayıp Akdeniz’in enginlerindeki Malta adasına
değersiz bir esir olarak sürmüşler.
İngiliz
subaylarıyla Türk kahvesi höpürdetme bahtiyarlığına erişmesi şurda dursun,
anasından emdiği sütü fitil fitil burnundan getirmişler.
Fakat,
aynı sıralarda Selanikli ricat ustası kahraman İstanbul’da
İngiliz işgali altında zevk ü sefa sürmekte, en yakın arkadaşları
durumundaki Rauf Orbay, Fethi Okyar ve İsmail Canbolat Malta’ya
sürülürken kendisi keyfine bakmaktadır.
*
Hatta,
7 Şubat 1919'da İstanbul'a gelen İngiliz Mısır ve Suriye orduları başkumandanı General Allenby, Osmanlı
hükümetine, (Filistin'de önünden Afrika çitalarını kıskandıracak bir hızla kaçan)
Selanikli’nin Altıncı Ordu'ya komutan yapılması tavsiyesinde bulunarak, “İlerde
Anadolu’ya birini göndermek isterseniz kolayca vize vereceğimiz
biri var, aklınızda olsun” örtük mesajını vermektedir.
Osmanlı’yı
“aklına kolayca karpuz kabuğu düşürülebilen” eşek yerine koyarak..
Allenby'nin
başına komutan olarak Selanikli Mustafa Atatürk'ün atanmasını istediği Altıncı
Ordu'nun başında o sırada kim vardır, bilin bakalım!
Ali
İhsan Paşa vardır.
Selanikli
Atatürk, burada görünüşte büyük bir "kahramanlık ve özveri"
sergileyerek, Harbiye Nezareti'nin (Milli Savunma Bakanlığı'nın) Allenby'nin
tavsiyesi doğrultusunda yaptığı komutanlık teklifini reddeder. (Bkz. Falih Rıfkı Atay, M. Kemal’in Mütareke Defteri ve 19 Mayıs, İstanbul:
Cumhuriyet Gazetesi, 1999, s. 136-7.)
Çünkü,
Allenby'nin İstanbul'a geldiği sırada, görünüşte
İngiliz Büyükelçiliği’nin rahibi olan, gerçekteyse İngiliz istihbarat
teşkilatının (gizli servisinin) İstanbul şefi olarak faaliyet
gösteren Robert Frew (Fro, Fru, Frov) ile çoktaan anlaşmış,
mercimeği fırına vermiş durumdadır.
Yalnız olarak başbaşa
yaptığı bu mahrem ve gizli saklı görüşmelerinden Nutuk’unda
bahsetmekle birlikte sayısı konusunda çelişkili bilgi veriyor. Yakın
arkadaşı Rauf Orbay ile yaveri Cevat Abbas da
hatıratlarında bu görüşmelere değiniyorlar.
Ajan
Frew ile dinî bilgi eksikliğini gidermek ya da günah çıkarmak için
görüşmediği kesin.. Ancak, onu maceraperest ve biraz saf olmakla birlikte iyi
biri olarak tavsif ediyor, ajanlığından hiç söz etmiyor.
Gerçekte
saf olan Frew değil.. O, anasının gözü..
Saf
olan, biz “masum Anadolu”nun çocuklarıyız.
“Sakarya, sâf çocuğu, mâsum
Anadolu'nun,
“Dîvânesi ikimiz kaldık Allah yolunun!”
*
Evet,
Selanikli Mustafa Atatürk, General Allenby'nin İstanbul'a geldiği tarihten (7
Şubat 1919) önce, görünüşte İngiliz Büyükelçiliği’nin rahibi olan,
gerçekteyse İngiliz istihbarat teşkilatının (gizli servisinin) İstanbul
şefi olarak faaliyet gösteren Robert Frew (Fro, Fru,
Frov) ile çoktaan anlaşmış, mercimeği fırına vermiş durumdaydı.
Selanikli, Harbiye
Nezareti'nin teklifini reddedince "General Allenby, Osmanlı hükümetine bir ültimatom
vererek Ali İhsan Paşa’nın görevden alınmasını, Altıncı
Ordu’nun lağvedilerek silâh ve cephanesinin kendilerine teslim
edilmesini, bölgedeki Türk jandarmasının dağıtılmasını ve bölge halkının
silâhtan arındırılmasını istedi. Baskılar karşısında Altıncı Ordu lağvedildi (9
Şubat). Harbiye Nâzırı Ömer Yâver Paşa, Ali İhsan Paşa’ya yerine bir vekil
bırakarak İstanbul’a gelmesi gerektiğini bildirdi". (Bkz. Zekeriya
Türkmen, "Sâbis, Ali İhsan", TDV İslâm Ansiklopedisi.)
Selanikli'nin
Altıncı Ordu komutanlığını kabul etmemesi, o sırada hiç de Anadolu'ya gidip bir
mücadele başlatma arzusu içinde olmadığının kesin kanıtı olarak ileri sürülmeye
elverişlidir.
Fakat
mesele çok daha girift ve derin..
*
O tarihten
üç ay kadar önce, 13 Kasım 1918'de İstanbul'a gelen Selanikli'nin, Pera
Palas Oteli'nde İngiliz subaylarıyla kurduğu ve ajan
Frew ile sürdürdüğü irtibatı neticesinde, iki ay içinde, yani Ocak
1919 ortalarına kadar olan süreçte, Lord Curzon'un planı
doğrultusunda, başkenti Anadolu'daki bir şehir olan yeni bir Türk devletinin
kurulması projesi için İngilizler'le mutabakata varmış olduğu
anlaşılmaktadır.
Altıncı
Ordu, Irak ve havalisinin savunulmasından sorumluydu. Bölge
petrollerine göz koyan İngiltere'nin nihai amacı, Altıncı Ordu'nun
tasfiyesiydi ve sırf Mustafa Kemal başına geçecek diye bu hedefinden vazgeçecek
değildi. Fakat, Selanikli'nin adının geçtiği böyle bir teklifte bulunarak,
gelecekteki projeleri için gül bahçesine yeni bir fidan dikmiş
oluyorlardı.
Birkaç ay
sonra, Karadeniz'deki iç karışıklıkları bahane ederek Osmanlı
Devleti'nden oraya bir görevli gönderilmesini talep edecekler ve Kemal'in
karpuz kabuğundan yapılmış gemisi istikbal denizinde yol almaya
başlayacaktı.
Doğal olarak, Malta'da
esaret hayatı yaşayan Ali İhsan Paşa ya da Yakup Şevki
Paşa gibi birinin oraya gönderilmesi mümkün değildi. Kasım 1918'de
İstanbul'a geldiğinde Vakit gazetesinde ve (yakın
arkadaşı Fethi Okyar ile ortak olup birlikte çıkardığı) Minber gazetesinde
İngilizler'e olan engin muhabbetini ve derin aşkını ilan etmiş olan Selanikli
Mustafa Atatürk, İngilizler'in rakiplerini teker teker eleyip diskalifiye
etmesi sayesinde hakem kararıyla şampiyon olup ipi göğüslemişti.
Selanikli
şayet Altıncı Ordu komutanlığını kabul etmiş olsaydı, birçok ordudan birinin,
birincisinin bile değil altıncısının komutanı olmuş olacaktı.. Komutanlardan
bir komutan.. Fakat Samsun'a "komutanlar üstü" bir konumda
gönderilmiş bulunuyordu.
Adı müfettişti,
fakat yetkileri "Anadolu genel valiliği" ve "padişah
vekilliği" anlamına geliyordu. Van'dan Ankara'ya kadar bütün bölgede
istediği her vali ve kaymakamı, her subayı görevden alma veya başka bir göreve
atma yetkisine sahipti.
Görünüşe
göre (evet, en azından görünüşe göre), Altıncı Ordu komutanlığını kabul
etmemekle koskoca bir ordunun tasfiyesine neden olmuştu. Fakat, Filistin'in bu
ricat kahramanı, sekiz yıl sonra TBMM'de okuduğu Nutuk'unda
zeytinyağı gibi üste çıkma becerisi sergileyecek, Ali İhsan Paşa'yı
suçlayacaktı. (Bkz. Türkmen, a.g.m.)
*
Böylece,
ricat sanatında ustalaşmış Selanikli kahramanın “görev”inden bahsettiği sırada “Ali İhsan ve Yakup Şevki paşaların
düştüğü kötü duruma düşmeyeceğim” derken neyi kastettiği ortaya çıkmış
oluyor.
Şunu demek
istiyor: “Yüce Padişahım, benim görevim, sizin de belirttiğiniz gibi,
Samsun’a gidip İngilizler’in talimatları çerçevesinde hareket etmek değill. Tam
aksine, İngilizler başta olmak üzere işgalcilere karşı direniş örgütlemek,
vatanı kurtarmak.. Milleti uyandırmak, onlara bağımsızlık için azim ve yiğitlik
aşılamak.. Ancak bu görevimi ifa ederken Ali İhsan ve Yakup Şevki Paşalara
yapıldığı şekilde bana da ‘Bırak, geri çekil, üzerimizde çok büyük baskı
var, İstanbul’a gel, İngilizler’e teslim ol!’ denilirse ben bunu kabul
etmem. Onların durumuna düşmem. Gelip İngilizler’e teslim olmam.”
Vehbi’nin kerrakesi
işte böyle birşey.. Fakat bu kadar basit değil.. Bu olayda “oyun içinde oyun”
var. (Bu tabir, meşhur MİT’çilerden Mehmet Eymür’e
ait.. İstihbarat dalavereleri için böyle diyordu.)
*
Demek
ki, Selanikli Atatürk’e Samsun’a giderken verilen görev, İngilizler’in seveceği
ve beğeneceği türden bir görev değildi.
Riskliydi.
Öyle
bir görev ki, görünüşe göre, (eğer sadakatle yerine getirilirse) sonunda Ali
İhsan ve Yakup Şevki Paşaların durumuna düşme ihtimali çok yüksekti.
Evet,
Selanikli’nin görevi sadakatle ve dürüstçe yapması durumunda söz konusu paşalar
gibi İngilizler’in suçlamalarının hedefi haline gelmesi, onlar tarafından
tutuklanarak Malta’ya sürülmesi ihtimali vardı.
Ama
öyle olmayacak, Selanikli Mustafa Atatürk Samsun’a çıkışından yaklaşık yedi ay
sonra 27 Aralık 1919 tarihinde Ankara’ya (sadece iki otomobille askersiz
ordusuz vardığında) oradaki İngiliz askerî birliği (iki tabur) tarafından
asla rahatsız edilmeyecekti.
“… Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları otomobillerle
istasyona doğru ilerlemişlerdi. Mustafa Kemal Paşa, gelirken istasyonda
bulunan İngiliz Kumandanı Mister Vitol [Whittall], yağız bir atın üstüne
binmiş duruyor;
Forbus adlı bir İngiliz, fotoğraf çekiyordu. İstasyondan ayrıldıktan sonra
şehre doğru ilerlediler. İleride Millet Meclisi olacak binada Fransız
bayrağı çekilmişti. Millet bahçesindeki barakalarda bulunan Fransız
askerleri de yüksek duvarın üstünden bu manzarayı seyrediyorlardı.
Otomobil, Karaoğlan’a doğru ilerlemiş ve buradan Hacı Bayram Camii’ne gelmişti.
Kurbanlar kesilmiş, dualar edilmiş, Hacı Bayram Veli türbesi ziyaret edildikten
sonra Hükümet Konağına gidilmişti.”
[Hatice Güzel Mumyakmaz, “Mustafa
Kemal Paşa’nın Ankara’ya Gelişi (27 Aralık 1919)”, Atatürk
Ansiklopedisi, https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/detay/385/Mustafa-Kemal-Pa%C5%9Fa%E2%80%99n%C4%B1n-Ankara%E2%80%99ya-Geli%C5%9Fi-(27-Aral%C4%B1k-1919)]
*
Belli
ki Selanikli ricat kahramanı, TBMM’nin açılışında yaptığı konuşmada cümle cümle
aktarmış olduğu telgrafındaki her satırı uzuun uzun düşünerek, ince eleyip sık
dokuyarak özene bezene yazmış:
“Hükümdarları
hatırlayacaklardır ki, verilen görevin yerine getirilmesi
sırasında, yabancıların ve bazı bozguncuların mutlaka
yalanlama ve önleme ihtimallerini daha İstanbul'da sunduğum
açıklamalar içinde üstü kapalı şekilde anlatabilmeye çalışmış ve
özellikle Sadrazam Paşa ile Devletin bazı önemli kişilerine pek açık
olarak anlatmış ve böyle durumlar karşısında Ali İhsan ve
Yakup Şevki paşaların düştüğü kötü duruma düşmeyeceğimi eklemiştim.”
Verilen
görev sırasında “yabancıların
ve bazı bozguncuların mutlaka
yalanlama ve önleme ihtimalleri” olacakmış.
En başta gelen yabancılar, İngilizler..
*
Eğer Padişah
Vahideddin ve Osmanlı Hükümeti tam da İngilizler’in istedikleri şeyi sana
“görev” olarak vermiş olsaydılar, “yabancılar”ın yalanlama ve önleme
ihtimalleri neden mevzubahis olsundu ki?
Demek ki sana
verilen asıl görev başkaydı..
Riskli ve muhataralı
gizli bir görevin vardı.. Yabancıların ve onlara uyan bazı bozguncuların
önlemek isteyecekleri türden bir görev.
Öyle
bir görev ki, bir engellemeyle karşılaştığında yabancılara (İngilizler'e) ve
onların güdümüne girmiş bozgunculara "Ben, Mondros Mütarekesi hükümleri
çerçevesinde zaten İngilizler'in istedikleri şeyleri yapıyorum, bana engel
olmak bir yana, destek olmalı ve yardım etmelisiniz" diyebilecek durumda
değildin.
Tam
aksine, Ali İhsan ve Yakup Şevki Paşalar gibi İngilizler'in hedefi haline gelmesine
yol açacak bir görevi üstlenmiştin..
Sözünü
ettiğin görev, “Ben sadece İngilizler’in Padişahımızdan ve
hükümetimizden 'resmen' istediklerini yapıyorum” diyebileceğin
bir görev değildi.
*
Selanikli
Atatürk, verilen asıl (gizli) görevi yapması durumunda
İngilizler'in kendisini rahat bırakmayacağını elbette biliyordu.
Öyle
ki, Sadrazam’a ve bakanlara açıkça, Padişah’a ise üstü
kapalı biçimde şunu demiş: “Verdiğiniz gizli görevi yapmam
durumunda İngilizler’in benim tutuklanmamı ve İstanbul’a getirilmemi istemeleri
kesin.. O zaman beni geri çağırdığınızda ben Ali İhsan ve Yakup Şevki
Paşalar gibi yapmam, geri gelmem.. Siz de bunu anlayışla karşılayın.”
Evet,
bunu Sadrazam’a ve hükümetteki bakanlara açıkça söylemiş:
“… özellikle Sadrazam
Paşa ile Devletin bazı önemli kişilerine pek açık olarak anlatmış ve
böyle durumlar karşısında Ali İhsan ve Yakup Şevki paşaların düştüğü
kötü duruma düşmeyeceğimi eklemiştim.”
Yani “O zaman danışıklı
döğüş ile işi götürürüz, ben emrinizi dinlemem, siz de burda
İngilizler’i oyalamaya çalışırsınız” demek istemiş.
*
Sonradan Subaşı
soyadını alan Yakup Şevki Paşa’nın durumunun bilinmesi de,
Selanikli kahramanın kastının daha iyi anlaşılması bakımından önem taşıyor.
Okuyalım:
“… 8
Ağustos 1917’de de II. Kafkas Kolordusu Kumandanlığı’na atanmıştır. ...
Rusya’nın Bolşevik ihtilali neticesinde çökmesinden sonra, … Kafkas cephesinde
durum Osmanlı Devleti’nin lehine dönmüştür. Rus askerlerinin çekildiği bölgelerde Ermeniler,
katliamlara başlayınca, barış görüşmelerinin de çıkmaza girmesinden
istifade ederek, Türk orduları 12 Şubat 1918’de ileri harekâta başlamıştır. Yakup
Şevki Paşa’ya bağlı birlikler Şiran, Kelkit, Tirebolu ve Görele’yi Ermeni
tedhişçilerden kurtarmıştır. 19 Şubat’ta Bayburt kurtarılmıştır. Türk
birliklerini durdurmaya çalışan Antranik, Sivaslı
Murat ve Bayburtlu Arşak’ın emrindeki Ermeni çeteleri her
yerde mağlup olarak geri çekilmek mecburiyetinde kalmışlardır. Osmanlı Harbiye
Nezareti 9 Haziran 1918’de, VI. ve III. Ordu’yu, VI. IX. ve III. Ordu olarak
yeniden organize etmiş ve IX. Ordunun kumandanlığına da Yakup
Şevki Paşa atanmıştır. …
“Yakup
Şevki Paşanın kumandasında olan Şark Ordular Grubu, silah, mühimmat, teçhizat
ve iaşe yönünden oldukça zengin durumdadır. … 1918’de 5287 sayılı kanunla da,
Şark Orduları Grup Komutanlığı lağvedilerek, Doğu Cephesi VI. ve IX. Ordu
olarak yeniden düzenlenmiştir. Yakup Şevki Paşa, bu düzenlemeyle bütün
Kafkasya’dan ve tahliyelerden sorumlu hale gelmiştir. Yakup Şevki Paşa,
Nahçıvan, Ahıska, Ahılkelek, Gümrü ve Karakilise’nin tahliye edileceğini bölge
halkına duyururken, ilgili mülkü ve askerî erkânı da uyarmış ve tahliye
sonrasında Ermenilere karşı Müslüman halkın korunması için
gerekli tedbirlerin alınmasına gayret sarf etmiştir. Osmanlı Devleti 30 Ekim
1918’de Mondros Mütarekesi’ni kabul ettiğinde, askerî birlikleri Kafkasya’da
Petrovska’dan (Dağıstan) Bakû’ye, Karabağ, Hoy ve Dilman’a, Serdarabad, Gümrü
ve Tebriz’e kadar geniş bir sahada hakim vaziyettedir. Yakup Şevki Paşa,
5 Aralık 1918’e kadar altı hafta gibi kısa bir sürede bu bölgelerdeki
askerî birlikleri, silah ve mühimmatı tahliye ettirirken, bölgedeki
halkı da millî şuralar kurmaya teşvik etmiştir. … Yakup Şevki
Paşa, bölge halkına şuralar kurdurup, millî müdafaa tertibatları aldırırken, gayet
gizli olarak silah ve teçhizat yardımı da temin etmeye çalışmıştır.
Gerekli güvenlik tedbirlerini mümkün olduğu kadar temin ettikten sonra
tahliyeleri tamamlayarak 10 Ocak 1919’da Erzurum’a geçmiştir. Buradan Kars’taki
Şura çalışmalarını takip ve teşvik etmiş, ordudan talep edilenleri
karşılamaya çalışmıştır. Aynı teşvik ve yardımları Erzurum Müdafaa-i
Hukuk Cemiyeti için de yapmıştır. Yakup Şevki Paşa, bütün bu
faaliyetlerini son derece gizli yürütmesine rağmen, General Milne
bölgedeki Ermenilerden aldığı istihbaratlar sonucunda, görevden
alınmasını istemiştir. İngiltere Savunma Bakanlığı daha 3 Ocak 1919’da
İstanbul, Bağdat ve Kahire’deki İngiliz Başkumandanlıklarına mütarekeyi
ihlal eden kumandanların tutuklanması emrini vermiştir. Bu emirde
Kafkasya bölgesinde geri çekilen Türk birlikleriyle Ermenilere ait olduğu iddia
edilen gıda ve hububat stoklarını Erzurum’a naklettirmiş olan Türk
kumandanlarının da yakalanıp cezalandırılması istenmektedir. Bu amaçla
Batum başta olmak üzere belli bölgelerde sıkıyönetim mahkemeleri kurulması
da istenmekte olup, Yakup Şevki Paşa da yargılanması istenen
kumandanlar arasındadır. 15 Ocak 1919’da yine İngiliz Savunma
Bakanlığından İstanbul, Kahire ve Bağdad’daki İngiliz işgal kuvvetlerine
çekilen telgrafta Yakup Şevki Paşa ile birlikte Nuri Paşa, Mürsel Bey, Nihat
Paşa, Ali İhsan Paşa, Fahri Paşa, Galip Paşa, ve Tevfik Paşaların
isimleri de yargılanması istenenler arasındadır. Bu baskılar sebebiyle
İstanbul’a çağrılan Yakup Şevki Paşa emri geciktirmeye çalışırken, IX.
Ordu, XV. Kolorduya dönüştürülmüş ve kumandanlığında da Kazım Karabekir Paşa
atanmıştır. Yakup Şevki Paşanın aynı günlerde sağlığı ciddi olarak bozulmuş
olup, gözlerinden çok rahatsızdır. Ancak O yine de dönüşünü mümkün olduğu
kadar geciktirerek Elviye-i selase bölgesinde başlamış olan teşkilatlanma
çabalarının destek vermeye çalışmaktadır. Bu esnada Kars telsiz
Telgraf sisteminin tahribinden dolayı da suçlanmaya başlamıştır. General
Milne 5 Nisan 1919’da Yakup Şevki Paşanın İstanbul’a
döndürülmesi hususunda oldukça sert bir nota vermiştir. Bu
gelişmelerden haberdar olan Yakup Şevki Paşa devleti daha fazla zor
durumda bırakmamak için 14 Nisan’da Erzurum’dan hareket etmiştir. ...
Bu şartlar altında Yakup Şevki Paşa yanında yaveri sadık Atak ile 26 Nisan
1919’da İstanbul’a vasıl olmuştur. İstanbul’a gelir gelmez da Ali İhsan
Sabis gibi tutuklanmak istemediği için daha önceden kararlaştırıldığı
gibi Haydarpaşa Numune hastanesinde tedavi ve müşahede altına alınmıştır.
Harbiye Nezareti Yakup Şevki Paşanın rahatsızlığını heyet raporuyla
birlikte General Milne’ye de göndermiştir. Ancak İngilizlerin
ısrarıyla yine de 7 Mayıs 1919’da Yakup Şevki Paşa Bir İngiliz yüzbaşı
tarafından hasta odasında sorgulamaya maruz kalmıştır. …”
[https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/detay/93/Yakup-%C5%9Eevki-(Suba%C5%9F%C4%B1)-Pa%C5%9Fa-(1875-1939) ]
*
Bu bilgiler ışığında
Selanikli kahramanın sözlerinin derin anlamının daha iyi kavranılacağından
kuşku yok:
“Hükümdarları
hatırlayacaklardır ki, verilen görevin yerine getirilmesi
sırasında, yabancıların ve bazı bozguncuların mutlaka
yalanlama ve önleme ihtimallerini daha İstanbul'da sunduğum
açıklamalar içinde üstü kapalı şekilde anlatabilmeye çalışmış ve
özellikle Sadrazam Paşa ile Devletin bazı önemli kişilerine pek açık
olarak anlatmış ve böyle durumlar karşısında Ali İhsan ve
Yakup Şevki paşaların düştüğü kötü duruma düşmeyeceğimi eklemiştim.”
Verilen
gizli görev, Yakup Şevki Paşa’nın daha önce kısmen yapmış olduğu
türden şeyler..
Yoksa,
ondan istenen, basit bir müfettiş olarak gidip de İngiliz
işgal güçlerinin gevende zurnacılığını ve davulculuğunu yapması,
onlarla bir olup Anadolu’daki Ermeni ve Rum teröristlerin selameti için çaba
sarfetmesi değil.
*
Gizli
görevi çerçevesinde Yakup Şevki Paşa gibi askerî birliklerin
güvenliğinin sağlanması, devlete ait silah ve mühimmatın korunması, müslüman
halkın Ermeni çetecilerin saldırılarına karşı savunulması, teröristlere
hadlerinin bildirilmesi, millî şûralar kurularak millî müdafaa tedbirleri
alınması, halka silah ve teçhizat yardımı yapılması ve insanımızın
teşkilatlandırılması gibi faaliyetler yürüttüğünde, düşeceği kötü akıbet şu:
İngilizler
tarafından hakkında tutuklanma kararı alınması, İstanbul hükümetine onun
İstanbul’a çağırılması için baskı yapılması, uyduruk bir mahkeme tarafından
yargılanıp Ali İhsan Paşa gibi Malta’ya sürülmesi.
Evet,
Padişah Vahideddin’in ve Osmanlı Hükümeti’nin Filistin’in yılmaz ricatçısı
kahraman Atatürk’e verdikleri emir, İngilizler’in suyuna gitmesi ve her
dediklerine evet demesi olsaydı, Selanikli kurtarıcı daha İstanbul’dayken
endişeden kıvranmaya, “Ali İhsan ve Yakup Şevki Paşaların kötü akıbetine”
uğrama korkusuyla kaşınmaya ve mızmızlanmaya başlayabilir miydi?!
“Yabancıların ve bazı bozguncuların mutlaka
yalanlama ve önleme ihtimalleri”nden söz edebilir miydi?
Bir
taraftan “mutlaka” diyorken diğer taraftan “ihtimal” kelimesini
kullanması olağanüstü kurnaz olduğunu göstermekle birlikte, ne demek istediği
anlaşılıyor.
*
Gerçekte
İngilizler Selanikli Atatürk’le anlaşarak Padişah Vahideddin’i ve Osmanlı
hükümetini oyuna getirmiş durumdaydılar.
İngiliz
istihbaratının İstanbul şefi Frew vasıtasıyla onunla anlaşmışlar, gereken
planlamaları yapmışlardı.
Osmanlı
Devleti’nden Anadolu’ya bir adam gönderip müslüman-hristiyan çatışmalarına bir
son vermek için gereken tedbirleri almasını istemek suretiyle
Selanikli’nin Samsun’a gidiş gerekçesini oluşturanlar,
İngilizler’di.
Bu krizi
fırsata çevirmek isteyen Vahideddin, çok güvendiği dalkavuk yaveri
Mustafa Kemal’i olağanüstü yetkilerle göndererek İngilizler’i
oyuna getirmek istemişti.. Oysa, “oyun içinde oyun” vardı ve oyuna
getiriliyordu.
Selanikli
Anadolu’ya gidince boş oturup bekleyemezdi, birşeyler yapmak durumundaydı..
Ancak yaptıkları, Vahideddin’in ondan bekledikleri değildi, İngiltere Dışişleri
Bakanı Lord Curzon’un “başkenti Anadolu’da olacak, Osmanlı
Devleti’nin yerini alarak onu tarihe gömecek yeni bir Türk devleti” kurulması
projesini hayata geçirmeye uğraşıyordu.
Bunun
için Selanikli’nin Osmanlı Devleti’nin bir memuru olmayı
bırakması, meşruiyetini (meşrutiyet değil) ve yetkilerini
milletten alan bir vatan kurtarıcısı olduğunu söylemesi gerekiyordu.
*
Fakat
bunu durduk yere yapamaz, ipleri bütünüyle eline alıncaya kadar Padişah’a
açıktan “posta” koyamazdı.
Memuriyetten
istifa için
de, devlet ve millet nezdinde makul ve meşru bir gerekçeye ihtiyacı vardı.
İşte
o gerekçeyi İngilizler, Selanikli Samsun’a çıktıktan sonra hemen ürettiler.
Yakup
Şevki Paşa’nın İstanbul’a çağırılması olayında başrol oyuncusu olarak arz-ı
endam eden General Milne, derhal devreye girip Mustafa Kemal’in
görevine son verilmesi talebini Osmanlı hükümetine iletti.
Böylece
“memuriyetten istifa” binasının temeline ilk harcı koymuş oluyordu.
(Bu
Milne, bir yandan da kendi adıyla bilinen Milne Hattı’nı çizerek
Yunan’a İzmir dağlarındaki çiçekleri toplama ve ot yolma, Anadolu içlerinden
uzak durma görevi vermiş durumdaydı. Bu sayede Selanikli, Yunan cihetinden emin
ve rahat olarak kongrelerini toplayabilecek, TBMM’yi kurabilecekti.)
Doğal
olarak Selanikli, Ali İhsan ve Yakup Şevki Paşaların aksine,
İstanbul’a dönmeyecekti. Bunu daha İstanbul’dan ayrılmadan önce Sadrazam’a ve
hükümetteki bakanlara açıkça söylemiş, Padişah’a ise “üstü kapalı” biçimde
duyurmuştu.
İşler, ajan
Frew ile planladıkları şekilde ilerliyordu.
*
Selanikli
ricatçı kahramanın Padişah’a gönderdiği söz konusu telgrafta “görev”ini
engellemek isteyecek “yabancılar”ın yanı sıra “bazı bozguncular”dan
da söz ettiği görülüyor.
Her
ne kadar “üstü kapalılık”tan dem vuruyorsa da, Vahideddin’e epeyce açık başka
birşeyler söylemiş olmalı.
Şeyhülislam
Mustafa Sabri Efendi Mustafa Kemal’in gönderilmesi kararına itiraz
ettiğinde Padişah’ın ne düşündüğünü tahmin edebiliyoruz:
“Bizim
bu Şeyhülislam iyi adam, has adam, fakat siyasetten anlamıyor, çok saf.. Belli
ki İngilizler’in subaylarımız arasındaki ajanları bunu etki altına almışlar,
doldurmuşlar.. Böyle vatansever, kabiliyetli, işbilir ve cevval bir subayımızı
görevlendirmemizi engellemeye çalışıyorlar. Halbuki ben onu Berlin
seyahatimden beri tanıyorum. Boş yere yaverim yapmadım.
Zaten Mustafa Kemal, kendisinin aleyhinde böyle tezviratlar yapılacağını
bana üstü kapalı şekilde anlatmaya çalışmıştı. Hatta 'Görevim
gereği bazı şaşırtmaca hamleler yaptığım zaman aleyhimde söylenecek sözlere
itibar edip beni geri çağıracak, İngilizler’in eline düşüp Malta’ya sürgün
edilmeme yol açacaksanız daha baştan beni göndermeyin' demişti. Müthiş
adam! Âteşîn bir zekâ, âteşîn bir zekâ!”
*
Evet, TBMM’nin ilk
açıldığı sırada bile Selanikli, Osmanlı Devleti’ne ve Padişah’a sadakat
yeminleri ediyor, kendisinin Padişah’ı ve devleti “takmıyor” gibi görünen bazı
tavırlarının “danışıklı döğüş” olduğu izlenimini vermeye çalışıyordu.
Gerçekteyse
İngilizler’le olan ilişkileri “danışıklı döğüş” durumundaydı.. Onlarla
elbirliği içinde Osmanlı Devleti’nin temellerine dinamit döşemekle meşguldü..
TBMM de bu dinamit
lokumlarının en büyüğüydü.
Meclis'in açılışından sadece altı gün sonra, 29 Nisan günü Hıyanet-i Vataniye Kanunu çıkarıldı ve "Osmanlı Devleti'ne, padişahına bağlı, özverili hizmet yeteneği bulunan kişilerin ortadan kaldırılması konusunda aşırı bir cesaret" sergilendi.
*
Türkiye
Cumhuriyeti’nin ikinci cumhurbaşkanı, Atatürk’ün sağ kolu, başbakanı, İstiklal
Harbi’nin Batı Cephesi Komutanı Orgeneral İsmet İnönü, 1973
yılında, Cumhuriyet’in 50'nci yılı münasebetiyle verdiği bir demecinde bütün bu
harala güreleyi, yüzyılın en büyük maskeli balosunu gayet veciz bir biçimde tek
cümle ile özetliyordu:
“İstiklâl mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin buna
karar vermesi ve diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün
olmuştur.”
(Milliyet
Gazetesi‘nin
29 Ekim 1973 tarihli sayısından aktaran Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası, İstanbul: Yordam Kitap, 2018,
s. 60.)
Erzurum
Kongresi’nin yapıldığı sıradaki ümitsiz duruma rağmen Mustafa Kemal’in istikbale
son derece güvenle bakıyor ve hempası Mazhar Müfit’e kendinden emin
bir şekilde kehanetler savurabiliyor olmasının nedeni, Birinci Dünya Savaşı’nın
baş galibi İngilizler’in daha Samsun’a gitmeden önce İstanbul’da kendisine bu
yönde güvence vermiş olmasıydı.
İngilizler,
İnönü’nün açıkladığı şekilde bu yönde bir karar almış durumdaydılar. Taşeron
olarak Selanikli’yi seçmiş ve ihaleyi ona vermişlerdi.
(Aldığı
ihaleler için “Milletin anasının a…. koyacağız” diyen işadamı Mehmet
Cengiz’in bu millete yaptığı, Selanikli’nin Osmanlı Devleti’ne ve tebaasına
yaptığının yanında devede kulak bile değil. Selanikli kendisini
herkesin “ata”sı ilan etti, “Hepinizin ninesini gördüm” demeye
getirdi. Onu her Atatürk diye andığımızda “He, milletin ninesini gördün” demiş
oluyoruz.)
Taşeron
Kemal, İngiliz’in verdiği (ve İnönü'nün dürüstçe itiraf ettiği) desteğin
karşılığı olarak memlekette İngiliz ilke ve inkılaplarını hayata
geçirdi, Latin alfabesinin, Hristiyan takviminin, Avrupalı şapkasının,
hristiyan Avrupa yasalarının, Batılı yaşam biçiminin hâkim
kılınmasını, medreselerin kapatılıp tesettüre son verilmesini, İslamî eğitimin
köküne kibrit suyu dökülmesini sağladı.
Karşılığında
İngilizler’den, yeni bir devletin banîsi olarak anılma, vatan sathını resimleri
ve heykelleriyle doldurabilme imtiyazını aldı.
*
Şimdi şöyle bir soru akla gelebilir:
Mesele bu kadar açık seçik de, neden insanlar Selanikli Mustafa Atatürk'ü tanıyamadılar, ona kuzu gibi tabi oldular? Neden itiraz etmediler, neden karşı koymadılar, neden onun diktatör olmasına kolayca izin verdiler?
Mesele bugün bizim için açık seçik de, o gün öyle değildi.
Adam başlangıçta sağlam takiyye yaptı.. İpleri eline alınca da Hıyanet-i Vataniye Kanunu'nun gölgesinde ulu ve heybetli, korkutucu darağaçları kurdurdu.
Kanunla hakkından gelemediklerini ise (Ali Şükrü Bey cinayetinde olduğu gibi) başka yöntemlerle tasfiye etti.
İçinden "İhtimal ki bazı kafalar kesilecektir" tramvayı geçen nutuklar atarak insanları korkudan mefluç hale getirdi.
Sağda solda isyan edenler de muzır haşerat muamelesi gördü, "her görüldükleri yerde" başları ezildi.
Bu hengâmede nice çatal yürekli koç yiğitler yere serildi.
Çünkü Selanikli haklarında vermişti fermanı..
Bu meydan içre nice başlar kesildi, hiç soran olmadı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder