SAPIKLIK İLE AKILSIZLIK ARASINDA BOCALAYAN "ENGELLİ İTHAL İRFAN": VAHDET-İ VÜCUTÇULUK

 






Kendisini “velilerin sonuncusu” ilan etmiş bulunan sahtekâr zampara şeyh Muhyiddin ibn Arabî’nin, “hakikat”in “akıl ve nakil (vahiy)” ile bilineceğini savunan Kelam alimlerine muhalefet ederek “keşf” edebiyatı yaptığı biliniyor.

İbn Arabî gibi sahtekârların aksine, İmam Kuşeyrî gibi gerçek mutasavvıflar, Kelam alimlerinin safında yer almış durumdalar.

Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, Mevkıfu’l-Akl’da, Kuşeyrî’nin “Şikayet-i Ehl-i Sünnet…” adlı risalesinde yer alan ve Et-Tâcü’s-Sübkî’nin Tabakat’ına almış bulunduğu bazı ifadeleri aktarmış durumda. (Bkz. Mustafa Sabri, Mevkıfu’l-Akl ve’l-İlm ve’l-Âlem min Rabbi’l-Âlemin ve İbâdihi’l-Murselîn, C. 1, 2. b., Beyrut: Dâru İhyâi't-Türasi'l-Arabî, 1981, s. 204, dn. 1)

İmam Kuşeyrî’nin söz konusu risalesinin tercümesi Prof. Dr. Süleyman Akkuş’un “Abdülkerîm b. Hevâzin el-Kuşeyrî’nin Bir Risâlesi” başlıklı makalesinde yer alıyor (Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2/2000, s. 89-112).

*

Şeyhülislam’ın o risaleden aktardığı kısım şöyle:

“Eğer kelam ilmiyle uğraşmak bid'attır ve selefin yoluna aykırıdır derlerse, bu konuda onlara şöyle denilir:

“… Konuya böyle yaklaşmak, ilim sahibi olmayan Haşeviyye'nin (cahil hurafecilerin) bir özelliğidir. Ümmetin selefinin nazar (akıl ve fikir) yolunu benimsememiş, taklitle yetinmeye razı olmuş bulundukları nasıl düşünülebilir?! Selefi böyle vasıflandırmaktan Allah'a sığınırız. Sahabeden olan selef, hakkı bilmeleri, Hz. Peygamber’den Allah'ın sıfatlarını işitmiş olmaları, Kur'an’da zikredilen deliller ve Hz. Peygamber’in aktardığı bilgiler üzerinde düşünmüş bulunmaları sayesinde (kelamî tartışmalar yapmaktan) müstağnî idiler, buna ihtiyaçları yoktu. Ne zaman ki Cehmiyye, Haricîler ve Mu'tezile’den heva ve bid’at ehli ortaya çıktı ve şüphe tohumları ektiler, işte o zaman Ehl-i sünnet imamları onlara karşı koymak ve Müslümanlar’a yardım etmek için onların yol ve yöntemlerini gözden geçirdiler ve insanların kalpleri şüphe ve karışıklığa düşmesin diye onlara reddiyelerde bulundular. Böylece Allah'ın dinini delilleri açıklamak suretiyle savundular. Allah tealanın ‘Hikmetle ve güzel öğütle Rabbinin yoluna çağır ve onlarla en güzel biçimde mücadele et’ buyruğunun gereğiyle hareket ettiler. Tevhid konularında yalnızca Allah’ın Kur'an-ı Kerim’de muhkem ayetlerde dikkat çektiği hususları söylediler.

“ ‘Kur'an'da Kelam ilmi yoktur’ diyenin durumuna şaşılır. Şer'î hükümlerle ilgili ayetler ve usûlü'd-dîn'le ilgili ayetlerde Kelam ilmiyle ilgili hususların yeterince ele alındığını görürsün.

“Özet olarak söylemek gerekirse, Kelam ilmini ancak şu iki kişiden biri inkâr eder: Bunlardan biri, cahil olan, taklide yönelen, ilim öğrenme yoluna girmek kendisine ağır gelen, bu yüzden nazar (akletme ve tefekkür) ehlinin yolundan uzak duran kimsedir. İnsanlar bilmediklerinin düşmanıdır. O, bu ilmi öğrenmekten kaçınınca, onu diğer insanlara da, kendisi gibi sapıtsınlar diye yasaklamak istemiştir.

“Kelam ilmine karşı çıkan kişi ya da şöyle biridir: Bozuk (fasit) inançlara sahiptir, gizli bid’atlar taşıyordur, düşünce sisteminin (mezhebinin) kusurlarını diğer insanlara bulaştırıyordur, fakat inancının çarpıklığı ve yamukluğu başkalarınca bilinmiyordur. Bununla birlikte, kendisindeki bid'atlerin üzerinden perdeyi kaldıracak, görüşlerinin saçmalığını ortaya çıkaracak nazar (akıl-mantık ve fikir) ehli alimlerin (Kelam ilmi uzmanlarının) bulunduğunu bilmektedir. Kalpazan, paraların sahtesini ve hakikisini birbirinden ayıran, elindeki paraların kıymetini bildiren basiret ve temyiz sahibi sarrafı sevmez. Bu anlamda Allah teala da ‘Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?!’ diye buyurmuştur.” (Bkz., Akkuş, s. 108-9.)

*

İşte Endülüslü zampara şeyh İbn Arabî’yi en iyi tavsif eden kelime budur: Kalpazan.. Maneviyat kalpazanı..

Abdülhalık Gücdüvanî k. s.’nun kullandığı “din yolunun haramisi” tabiri de uyar.

Evet, İbn Arabî, has halis, dört dörtlük bir “din yolu haramisi”, kalifiye bir kalpazan.. Bin yılda bir gelecek türden..

Büyük sufî-alim İmam Kuşeyrî’nin dikkat çektiği gibi, Kelam ilmi “muhkem” (anlamı açık, yani müteşabih olmayan) ayetler üzerine kuruludur. İbn Arabî adlı kitap yüklü eşeğin tasavvuf anlayışı ise “müteşabih” ayetleri esas alır. 

Bunun nedeni ise, ilgili ayette geçtiği gibi, “kalbinde eğrilik/yamukluk” olması.

[Bu adam için “kitap yüklü eşek” tabirini kullanmamızı birileri yadırgayabilirler. Onların, İbn Arabî adlı zampara kalpazanın, eşek gibi hayvanlar da dahil olmak üzere bütün mahlukatı Allahu Teala’nın yokluk (adem) aynasında görünen tezahür, tecellî ve suretleri kabul ettiğini hatırlamaları, İbn Arabî adlı Endülüs eşeğini değil Allahu Teala’yı yüceltmeleri tavsiye olunur.]

*

İmam Kuşeyrî’nin dikkat çektiği “taklid” (inanç konusunda “Uydum kalabalığa” diyerek düşünmeden, sorgulamadan, özenti, aidiyet duygusu ya da taassupla başkalarına tabi olma) olgusu önem taşıyor.

İman ve itikadda esas olan taklidi terk etmek ve tahkike (araştırma, inceleme ve tefekküre dayalı yakînî bilgiye) ulaşmaktır.

Vahdet-i Vücudçuluk sapıklığı ise (kendi mantık örgüsü itibariyle) tamamen taklid üzerine kurulu bir anlayış durumunda..

Çünkü sahip oldukları bilginin “keşf” ürünü olduğunu ve "hakikat"e karşılık geldiğini, görüşlerini akıl ve nakil (Kur’an ve Sünnet nassları) üzerine kuran “zahir ehli”nin ise “hakikat”i anlayamayacağını ileri sürmekteler.

*

Peki, keşf ehli değilseniz ne yapacaksınız?

Söyledikleri şu: O zaman, keşf ehli olduğunu ileri süren (keşfi kendinden menkul) İbn Arabî gibi deccallerin (çok yalancıların) anlattıkları masallara ayet ve hadîs gibi iman edeceksiniz.

Aklınıza yatmaz, ayet ve hadîslere aykırı bulursanız, “İbn Arabî asla yanılmaz, günah işlemez, hataya düşmez; bunlar benim anlamaktan aciz kaldığım hakikatler, bana düşen tevakkuf etmek, reddetmemek” diye düşünecek, Tevbe Suresi’nin 31’inci ayetinde durumları anlatılan Yahudi ve Hristiyanların haham ve rahiplerini “rab” edinmelerine benzer şekilde İbn Arabî eşeğini “rab” yapacaksınız.

Yani, “irfan” ve “keşf” krallıklarının taçsız hükümdarı İbn Arabî soytarısını sorgusuz sualsiz taklid edeceksiniz.

Bu noktada akıl ve nakili (Kur’an ve Sünnet’i) esas alarak aklınızı kullanma ve tefekkürde bulunma “küstahlık ve edepsizliğinden” kaçınacaksınız.

Tahkik (hakikati arama) ehli değil, taklid ehli olacaksınız.

Şunu demeyeceksiniz: “Allahu Teala kitabında, dinini tamamladığını bildirmiş bulunuyor.. İbn Arabî gibi herzevekillerin ona ekledikleri ‘icat’lar ve de bid’atlar ayağımın altındadır. Benim için muteber keşfiyat, Allahu Teala’nın kitabında yer alan gayb haberleri ve Rasulü’nün bildirdikleridir.”

*

Vahdet-i Vücutçu sapıkların bütün sermayesini, müteşabih ayetler oluşturuyor.

Müteşabihlerle ilgili ayetin hükmü gereğince, tescilli/müseccel “kalbi eğri”ler durumundalar:

“Sana Kitâb'ı indiren O'dur; onun bir kısmı muhkem âyetlerdir ki onlar kitâbın anası (esâsı)dır, diğerleri ise müteşâbih (âyetler)dir. Ama kalblerinde bir eğrilik bulunanlar, fitne çıkarmak ve onun te'vîlini aramak için hemen ondan müteşâbih olanının peşine düşerler. Hâlbuki onun te'vîlini ancak Allah bilir, ilimde râsih (derinleşmiş) olanlar da, (işte onlar) “Ona inandık, hepsi Rabbimiz tarafındandır!” derler. Akıl sâhiplerinden başkası ibret almaz.” (Âl-i İmran, 3/7)

Akıl düşmanları, kalplerindeki eğriliğe “irfan” ve “keşf” adını vermiş durumdalar.. Onlardan “Ayranım ekşi” demeleri beklenemez.. Akılsızlıkları ve kalplerinin eğriliği buna engel.

*

Delil diye dillerine en çok doladıkları ayet-i kerime ise şu:

“Onları siz öldürmediniz, velâkin onları Allah öldürdü! Attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı! Mü'minleri güzel bir imtihanla imtihân etmek için.. Şübhesiz ki Allah, herşeyi işiten ve herşeyi bilendir.” (Enfal, 8/17)

Diyanet’in Kur’an Yolu Tefsiri’nde bu ayet hakkında şu açıklama yapılıyor:

“Vahdet-i vücûd (varlığın birliği) halini yaşayan [böyle bir halet-i ruhiye içine girdiklerini söyleyen] bazı mutasavvıflarla bunu düşünce sistemlerinin merkezine koymuş bulunan bir kısım düşünürler, açıklamakta olduğumuz âyeti, hallerinin meşruiyetine ve iddialarının doğruluğuna delil saymışlardır.

“Bize göre âyetin mânası açıktır, böyle bir delâlet söz konusu değildir. Eğer vahdet-i vücûdcuların dediği gibi varlık âleminde Allah’tan başkası mevcut olmayıp, var gibi görülenler O’nun, yokluk (adem) aynasında görülmesinden (tecellî) ibaret olsaydı, baştan sona Kur’an’da bu gerçeğe uygun açık ifadeler kullanılır, bu bilgi ve inanç imanın birinci esası olurdu.

“Kur’an-ı Kerîm’in şüpheye yer bırakmayan açık ifadesine göre Allah, mahiyeti ve vasıfları bakımından kendine benzemeyen, kendi aralarında da ontolojik boyutları farklı olan şuurlu varlıklar yaratmıştır, insan nevi de bunlardan biridir. İnsanların bir kısmı Allah’ın rızâsı çerçevesinde bir hayat yolu seçerken diğer kısmı ya O’nu hiç tanımamış yahut da rızâsına bağlı kalmamıştır. Bu yüzdendir ki Allah, rızâsını gözetenleri desteklemiş, onların eliyle O atmış, ötekileri öldürmüştür. Yaratılmış ve mahiyeti farklı, hür irade sahibi varlıklar olmaksızın Allah’ın bir tecellisinin diğerine düşman olması ve onu öldürmesinin, yokluğun bir ayna (tecelligâh) olarak böylesine köklü bir ayırıma sebep (illet) teşkil etmesinin anlamı yoktur veya böylesine işlevleri olan bir şeye yokluk denemez, mahlûk denir.

Peşin hüküm, mânevî sarhoşluk ve yabancı felsefelerin etkisi ile açık âyetleri, lafzın ve konunun uzağından yakınından geçmediği mânalara çekmenin de mâkul ve ilmî bir dayanağı mevcut değildir.”

*

Söz konusu ayet Bedir Savaşı’yla ilgili..

Ayette “güzel bir imtihan”dan bahsediliyor..

Vahdet-i vücutçuların “atma”yı tümden Allahu Teala’ya izafe eden akılsızlıkları, “imtihan”ın bu denklemdeki yerini neresi olarak görüyor?

Cevap belli: Akılsızlık ve körlük anlamına gelen “irfan”ları, onlara, işin imtihan boyutunu unutturuyor.

Yapan eden tümden Allahu Teala olunca, kulların irade ve fiilleri yok sayılınca, ortada imtihan kalmaz, ceza ve mükâfat anlamını yitirir.. Bu durumda Cennet’e giren beleşten giriyor, Cehennem’e atılan da zulüm görüyor demektir.

Daha doğrusu, Vahdet-i Vücutçu dangalaklığa göre, ortada, Allahu Teala dışında ceza ve mükafata layık görülen kimse de yok.. Haşa Allah’ın bazı tecellî ve tezahürleri, diğerleriyle mücadele ediyor.

Vahdet-i Vücutçu akılsızlık çerçevesinde, ok yiyenler için de şunu demek gerekir: “Ok yediğin zaman sen yemedin, Allah yedi.”

Aynı durum öldürme için de geçerli: “Onlar tarafından öldürülen siz değilsiniz, bilakis Allah öldürüldü!”

*

Hayatı da, ölümü de yaratan Allahu Teala.. Hayatı veren de, yaşatan da, öldüren de O’dur..

İster ok, ister mermi, ister füze olsun, bunları atanları da, atılan nesneleri de yaratan yine Allahu Teala.. Hepsi Allah’tan..

Bu kadarını her müslüman bilmek ve kabul etmek durumunda.. Ancak, sadece bunları söyledi diye önüne gelen her sufîyi ya da alimi “Vahdet-i Vücutçu” ilan eden, “Falanın Vahdet-i Vücud Anlayışı” gibisinden başlıklar taşıyan makaleler ve yazılar döşenenler var.

İbn Arabî kalpazanı ile, onu (anlayarak, ne dediğini bilerek) takip eden Vahdet-i Vücutçuların savundukları anlayış böyle birşey değil.. Onlarınki, Diyanet’in Kur’an Yolu Tefsiri’nde belirtildiği (ve Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’nin Mevkıfu’l-Akl’ın üçüncü cildinde genişçe açıkladığı) gibi, Eski Yunan metafiziğinin “taklid”i durumundaki bir batıl felsefeden ibaret.

*  

“Vahdet-i Vücud”unuzu "öldüren"e ve "ok atan"a tahsis eder, onların tekeline verir, ok yiyen ve öldürülenden esirgerseniz, ortada Vahdet-i Vücud diye birşey kalmaz.. Varlıktaki (vücuttaki) vahdeti (birliği) kabul etmemiş olursunuz.

Dolayısıyla, İblis için bile şunu demeniz gerekir: “Saptırdığı zaman İblis saptırmadı, Allah saptırdı.”

“Hayır, İblis saptırdı” derseniz, Vahdet-i Vücutçuluk balonunuz orada tıss diye hava kaçırmaya başlar.

Aynı mantıkla Firavun için de şunu demek mümkün hale gelir: “Firavun tanrılık davası güttüğünde, bunu yapan Firavun değildi, Allah’tı.”

Aslında, nasıl köken davası güden ilk ırkçı İblis ise, ilk Vahdet-i Vücudçu da yine odur:

İblis dedi ki: Öyle ise beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları saptırmak için senin doğru yolunun üstüne oturacağım.” (A’râf, 7/16)

Yani şunu diyor: “Azdığım zaman ben kendimi azdırmadım, Allah azdırdı.”

Fakat, diğer Vahdet-i Vücutçular gibi çifte standardı da eksik etmiyor: İnsanları azdırmak için Allah’ın doğru yolunun üstüne oturma işini kendisinden biliyor.

Vahdet-i Vücudçu biri, kendisine sövüldüğünde, dövüldüğünde, hakkı gasbedildiğinde, zulme uğradığında şunu der mi: “Temel bana sövdüğünde söven Temel değildi, Allah’tı.. Dursun beni dövdüğünde döven Dursun değildi, Allah’tı.. Ali hakkımı yediğinde yiyen Ali değildi, Allah’tı.”

*

Eğer derseniz ki “Vahdet-i Vücut bazen var, bazen yok”, o zaman, İbn Arabî’nin mantığı çerçevesinde bu olgu, “izafî” hale gelmiş olur. Ki bu, yine Endülüs eşeğinin mantığı çerçevesinde “adem” (yokluk) demek oluyor.

İmdi, bu Vahdet-i Vücutçu akıl eksikliğinin butlanının (batıllığının) anlaşılması için İmam-ı Rabbanî gibi seyr-i sülukta bu hali aşıp onun aslında vahdet-i şühuda karşılık geldiğini (yaşayarak) anlamış olmak gerekmiyor.. Bataklıklarda boşuna dolaşıp, “Hayır, buralarda düzgün yol yokmuş, düşüp kaybolanın, çamur yutup boğulanın haddi hesabı yok, şimdi anladım ki bataklıkta yol olmazmış” demek gibi birşey..

Vahdet-i Vücutçu dangalaklığın, Hz. Süleyman aleyhisselam’ın Hüdhüd’ünün bile hayretle karşılayacağı bir akılsızlık olduğu kesin.. Yanlışlığını anlamak için akıl nimetini birazcık kullanmak yeterli.. Keşf filan gerekmiyor.

“27 Mayısçı darbeciler Menderes’i, Polatkan’ı ve Zorlu’yu astılar” dediğimizde, bundan hareketle şunu söyleyemezsiniz: “Peki ya cellatlar?.. ‘Onları fiilen asan cellatlar hiçbir şey yapmış değiller’ demek istiyorsunuz. Sözünüzden, darbeciler ile cellatların, ayrı bedenlere aitmiş gibi görünen tek bir varlık oldukları sonucu çıkar.

Vahdet-i Vücutçuluğun ardında böyle bir sakat kafa var.

Teşbihte hata olmaz derler, bir bina ile onu yapan ustanın varlık (vücud) bakımından ayrı olduğunu, her ne kadar binanın varlığı ustanın varlığına bağlıysa da, bunların “varlığının birliği”nden söz edilemeyeceğini anlamak için “keşf sahibi arif, irfan sahibi son velî” olmak gerekmiyor.. Aklını yitirmiş bir divane olmamak kafidir.

Evet, Vahdet-i Vücut zırvası, delilikten beter bir akıl eksikliği.. Deliler mazur, bunlar değil, çünkü bunlar, akletmeyen, aklını kullanmayan, bilerek veya bilmeyerek Allahu Teala’yı mahluku seviyesine indiren ya da mahluku Allah seviyesine çıkaran bir taife durumundalar.

*

Enfal Suresi’nde, Bedir Savaşı ile ilgili olarak şu ayet de yer alıyor:

“Yeryüzünde ağır basmadıkça, bir peygamberin (fidye alınacak) esirlerinin olması uygun değildir! Siz şu dünyanın geçici menfaatini istiyorsunuz; Allah ise âhireti (kazanmanızı) istiyor. Allah, Azîz’dir (izzet sahibidir), Hakîm’dir (her işi hikmetli olandır).” (Enfal, 8/67)

Bu ayet çerçevesinde ne diyeceksiniz?.. Şunu mu: "Aslında şu dünyanın geçici menfaatini isteyen onlar değildi, Allah'tı."

Evet, Vahdet-i Vücutçular akıllarını kullanmıyor, işlerine gelmeyen ayetleri yok sayıyorlar.

Allahu Teala şöyle buyuruyor:

“O (Allah) yapmakta olduğundan dolayı sorgulanamaz (sorumlu olmaz); onlar ise (yaptıklarından dolayı) sorguya çekileceklerdir (sorumludurlar, mesuldürler).” (Enbiya, 21/23)

Vahdet-i Vücutçu irfan sapıklığına göre, onlar diye Allahu Teala’dan ayrı bir varlık (vücud) yok ki hesaba çekilsinler.. Yapan, eden, hep Allah..

Vahdet-i Vücutçu irfanî deliliğe göre, söz konusu ayeti, “Hesaba çekileceğin zaman sen çekilmeyeceksin, Allah çekilecek” şeklinde anlamak gerekiyor.. Fakat bunu sadece “irfan” sahipleri anlayabiliyorlar, “zahir ehli” anlayamıyor.

*

Öyle anlaşılıyor ki, bu Vahdet-i Vücutçu taife hiç Kur’an okumuyorlar.. Ya da, okurken akılları başlarından gidiyor, ayyaşların içkisi gibi sarhoşluk veren çılgın “irfan”ları onları (deliden beter) akılsız körler ve sağırlar haline getiriyor.

Halleri, şu ayet-i kerimelerde durumları anlatılanların haline biraz benziyor:

Kur'ân okuduğun zaman, seninle âhirete îmân etmeyenlerin arasına görünmez bir perde çekeriz.

“Ve kalblerinin üzerine de onu iyice anlamasınlar diye kılıflar koyar, kulaklarına da bir ağırlık veririz! Kur'ân'da Rabbini tek olarak andığın vakit, nefret ederek arkalarını dönüp giderler.” (İsra, 17/45-46)

*

"(Ahirette Allah'ın huzuruna) kötülükle gelmiş olanlar yüzleri üstüne ateşe atılırlar. (Onlara şu denilir:) Yapmış olduklarınızdan başka birşey için mi cezalandırılıyorsunuz?!" (Neml, 27/90)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

OSMANLI'NIN YETİŞTİRDİĞİ MEHMED AKİF ERSOY'DAN LAİK (SİYASAL DİNSİZ, SİYASAL KÂFİR) DÜZENİN VE ONUN YEŞİL KEMALİST DİNDARLARININ ÜRETTİĞİ MEHMED AKİF ERSOY'A...

  LAİKLERİN ÇÖZÜMSÜZ DİLEMMASI:  İSLAMCILAR (İSLAMİSTLER) DÖNSÜN İSLAMCILIK KARŞITI (ANTİ-İSLAMİST) VE "LAİK DÜZEN" YANLISI "...