Türkiye’nin bir dönem, “Bir zamanlar
kartaldı” makulesinden bir “efsane”si vardı: Fethullah Gülen.
Bir zamanlar efsaneydi.
İsminin arkasına “hocaefendi” kelimesini eklememek, adını sade vatandaş gibi düz olarak söylemek edepsizlik ya da günah gibi algılanıyordu.
Vaaz kasetleri insanları adeta
büyüleyen bu “efsane”, dünyalık hiçbir şeyinin olmadığını, kuru tahta üzerinde
yattığını söylüyor, hem dili, hem ağlayan gözleri manevî alemlerden şaşırtıcı haberler veriyordu.
Onun bulunduğu meclislere Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in ruhaniyeti teşrifte bulunuyordu.
(Sonradan, camideki vaazlarını geçtik, onun başlattığı Türkçe Olimpiyatları adlı müzik ziyafetleri bile bu teşriflerden nasiplenmeye başladı.)
*
Nuriye Akman’ın 1994 yılında onunla
yaptığı röportaj Sabah gazetesinde günlerce manşet olunca bu
“efsane”yi tüm Türkiye tanımıştı.
Yıllar sonra Today’s Zaman’ın
genel yayın yönetmeni olan (ve şimdi İsveç’te “tehlikeli” bir FETÖ’cü olarak
sığıntı yaşayan) Bülent Keneş’in bana söylediğine göre, Sabah gazetesinden geri
kalmak istemeyen Hürriyet gazetesi genel yayın yönetmeni Ertuğrul
Özkök hemen binbir rica minnet ile “Hocaefendi” ile röportaj yapma
teşebbüsünde bulunmuş, uçağa atladığı gibi soluğu “efsane”nin yanında almıştı.
Hürriyet’in röportajı da manşetten yayınlanmıştı.
Böylece, sadece “şakirt”lerine değil
tüm Türkiye’ye seslenmeye başlayan “efsane”, artık, bir “gönüller sultanı” ve
“maneviyat önderi” olarak Türkiye’de yaşayan herkes tarafından tanınır ve
bilinir hale gelmişti.
Öyle ki, Demirel, Ecevit, Çiller,
Alparslan Türkeş ve Recep Tayyip Erdoğan gibi siyasîler, onunla
birlikte kameraya gülümsemek ve aynı fotoğraf karesinde yer alabilmek için
sıraya giriyorlardı.
Hacı hoca, şeyh müderris taifesi de
onlardan geri kalmıyorlardı..
*
Yıl 2014 olduğunda işler değişti.
Fethullahçılar cemaatine karşı 2010
yılında başlatılan üstü kapalı soğuk savaş, 2013 yılı Aralık ayında yaşanan
gelişmelerin ardından vahşi ve kanlı bir sıcak savaşa dönüştü.
İktidar, FETÖ diye adlandırdığı bu
taifeye karşı tekfirci bir dil kullanmaya başladı.. Fethullah hocaefendilik
tahtından indirildi, üzerindeki evliya kostümü çıkarıldı, kendisine ağır
hakaretler eşliğinde ins şeytanı üniforması giydirildi.
Fethullah’a eskiden “yağ” çeken isimlerin ondan ve şakirtlerinden O. Ç. diye bahsetmeye başladıkları görüldü.. Ahiretteki mahkeme beklenmeden hepsi için şimdiden cehenneme giriş bileti hazırlanıyordu.
Bu koroya hacı hoca taifesi de
katıldı, başka zaman tekfirciliğe karşı savaş veren hassas gönüllüler FETÖ söz
konusu olunca tekfircinin önde gideni haline geldiler.
*
Ancak, bu konjonktürel ve "Türkiye siyaseti" endeksli tekfircilikleri genelde
tutarlı bir akıl yürütüşe ve sağlam delillere dayanmaktan uzaktı.
FETÖ’cülerin devlet kurumlarına
torpille adam yerleştirmeleri, imtihan sorularını çalmaları, NATO üyesi
devletlerle işbirliği içinde çalışmaları, Hristiyanlar ve Yahudiler’le diyalog
içine girmeleri gibi hususlar öne çıkarılıyordu.
Yani (Türk milletini ya da Türkiye
halkını temsil eden) Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin devlet olarak benimsediği siyaseti FETÖ, "dinci değil dindar, İslamcı değil müslüman" bir "hizmet hareketi" olarak sürdürdüğünde, aynı politik çizgiyi "yüzyılın iyilik hareketi" olma iddiasıyla izlediğinde, bunlar küfür (dinden çıkma) sebebi oluyordu.
Yurt sathında coşkulu bir FETÖ'ye sövüp sayma kampanyası başlatılmış durumdaydı.
FETÖ’yü suçlama furyasına, yandaş ilahiyatçı taifesi ile Diyanet kurumu da katılmıştı. Bunların biraz daha aklı başında argümanlar geliştirmeleri beklenirdi fakat onlar da siyasetçilerin laflarını (biraz yumuşatarak da olsa) tekrarlamanın dışında birşey yapmadılar.
Oysa, mesela bir Prof. Faruk Beşer’in,
bir zamanlar yazmış olduğu Fethullah Gülen Fıkhını Anlamak kitabına karşılık şimdi de
Fethullah Gülen Fıkıhsızlığı diye bir eser vermesi beklenirdi, yapmadı.
Hayrettin Karaman da aynı durumdaydı..
Bir zamanlar koşa koşa gittiği Abant Platformu, Türkçe Olimpiyatları gibi
etkinliklerin anısını unutturacak birşeyler söylemesi gerekirdi, fakat ondan da
“Soru çalınır mı kardeşim, ayıp ettiniz” türünden sade suya tirit mırın kırın dışında birşey
duyulmadı.
*
Hayır, bunları Fethullah Gülen’i
savunmak için yazmıyoruz.
İslam’a hizmet işi salt Allahu
Azîmüşşan için yapılır, ona devletin (adına devlet denilen siyasetçi ve bürokratlar topluluğunun) zevki ve keyfi ya da “ulusal çıkar” putu ortak
edilemez.
Din söz konusu olduğunda devleti (dünyevî nitelikteki siyasî menfaat hesaplarını) denkleme asla dahil edemezsiniz..
Hele laik (siyasal dinsiz) bir devletin (bunu kendi ikrar ve itirafıyla kabul ve tasdik eden bir devletin) heva ve hevesini hiç..
Evet, “bireysel nefs”inizi ya da nefsaniyetinizi de, ait olduğunuz kitle ya da yapının “kolektif nefsini/nefsaniyetini” de devre dışı bırakmanız gerekir.
Fethullah'ın başlattığı hareket ise, (CIA'in verdiği akılla) Özel Harp ve MİT
güdümlü bir devlet projesi olarak ortaya çıktı.. Fakat MİT’in partneri, büyük
abisi CIA yarı yolda MİT’e ayak oyunu yaptı, onu kendi yanına aldı.
Demek oluyor ki, öyle her önüne
gelenin keşf, mükaşefe, maneviyat vs. hikayelerine itimat etmemek gerekiyor.
Her geceni kadir bilsen de, her gördüğünü Hızır bilmeyeceksin..
Ve de her sakallıyı deden zannetmeyeceksin.
*
Dünya, tanrılık taslayan sahtekârlar ve peygamberlik iddiasında bulunan dolandırıcılar bakımından hiçbir zaman boş kalmadı..
Aynı şekilde kendisine evliya süsü verenler yönünden de boş
kalmamıştır ve boş kalmaz.
Fethullah bunlardan biriydi, fakat ne
birincisi ne de sonuncusuydu.
CIA (ABD) onun dirisini kullandı, İngiliz şeytanı ise şu anda (Ibn Arabi Society’si ile) Endülüslü sahtekârın ölüsünün derisini kullanıyor.
Bu sahtekâr şarlatan, Fethullah’dan
bile beter.. Bin beter..
*
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem ile boy ölçüşmeye kalkışan bu sahtekâr soytarı, hızını alamayıp kendisini “hatemü’l-evliya” (velilerin sonuncusu) ilan etmişti. (Fethullah ise, kendisini üretip palazlandıran devletine karşı nankörlük yaptıysa da, böylesi dangalakça bir hadsizlik ve densizlikten uzak durmayı başardı.)
Hz. Peygamber s.a.s. madem ki
“hatemü’l-enbiya” (peygamberlerin sonuncusu) idi, Endülüs'ün hadsiz soytarısının da “velilerin sonuncusu”
olmak, anasının ak sütü gibi hakkıydı.
Fakat ona göre, “velilik” “peygamberlik”ten daha üstün bir vasıftı.. Bunun için bir yığın mugalata ve lüzumsuz laf ebeliği yapmayı da ihmal etmedi.. Soytarı böylece, rekabet etmeye kalkıştığı Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem'in karşısında aklınca altta kalmamış oluyordu.
Kendisi İslam'ın maneviyat duvarındaki altın
kerpiçti, Rasulullah s.a.s. ise gümüş kerpiç.. Bulunmaz Hint yumurtası durumundaki kendisi olmasaydı din "tamamlanmamış" olacak, eksik kalacaktı.
İşte, zayıf akıllılar, böylesi bir densiz soytarının
laflarına inandılar.
*
Şaşırtıcı olan husus şu ki, üstün zekâlı ve de dinî bilgisi yeterli birçok kişi bile,
kulaktan dolma içi boş rivayetlerin ve saçmasapan keramet masallarının etkisinde kalarak bu sahtekâr soytarı
hakkında hüsnüzanda bulundular.
Her densizliği için bir tevil kapısı aradılar.
Bulamadıklarında ise "Bu sözlerdeki derin hikmeti bizim gibiler anlayamaz" diyerek akılsızlık limanına sığındılar, eblehlik ve ahmaklık itirafında bulundular.
Oysa, o zırvalardaki mantıksızlık, akılsızlık, izansızlık, hadsizlik ve sapıklıkları fark edip
dile getiren ulema ve meşayihe hüsnüzanda bulunmaları gerekiyordu.
Ne yazık ki, ahirette, İbn Arabî adlı boşboğaz ve geveze çakma velî “küçük deccal”e olan hüsnüzanlarını savunabilmek ve özür beyan edebilmek için ellerinde hiçbir aklî ve naklî delil bulunmuyor.
*
“Artık vay o kimselerin hâline ki, kitâbı elleriyle yazarlar da, sonra onu az bir bedele satabilmek için ’Bu, Allah tarafındandır!’ derler. İşte ellerinin yazdıkları yüzünden onların vay hâline! Kazanmakta olduklarından dolayı da vay onlara!” (Bakara, 2/79)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder