İslam
alimleri, Şeriat’in temel gayelerini (makasıdu’ş-Şerîa)
beş madde halinde sıralar:
Dinin
korunması, nefsin (canın) korunması, neslin (meşru ve sahih
nesebin, soy-sopun) korunması, malın korunması (insanların mallarının
haksız olarak gasp edilmemesi, meşru kazanç kapılarının kapatılmaması), aklın
korunması (içki ve uyuşturucu gibi şeylerle çalışmaz hale getirilmemesi).
Bu
beş husus, “makasıdu’ş-Şerîa” olarak adlandırıldığı gibi “zarurat-ı
hamse” (beş zorunluluk) olarak da isimlendirilmektedir.
*
İnsanların
“akıl”larıyla oluşturdukları hukukî düzenlerin amaçları, Şeriat’in
amaçlarıyla kısmen örtüşür.
Şeriat,
hukuk düzeni demektir; nitekim dilimizdeki “meşru” kelimesi “Şeriat’e
uygun olan” anlamına gelmektedir.
Bir
ülke, gerçek anlamda (yani adil) bir hukuk düzeni oluşturmayı başardığı
nisbette Şeriat’e de yaklaşmış olur.. Şeriat’e yaklaştığı nisbette de adaleti
gerçekleştirme yönünde mesafe alır.
Şeriat’ten
uzaklaşıldığı nisbette de hukuk ve adalet ortadan kalkmış olur.. İnsanların can,
mal, akıl, ırz ve namus güvenliğinin bulunmadığı bir toplumda (ya da
devlette) hukuktan söz edilemez.
Hukuk
düzeninden ve adaletten söz etmek, Şeriat’in gayelerini (makasıdu’ş-Şerîa)
gündeme getirmek demektir.
Bu yüzden her devlet (Ki devlet, hukuk düzeni demektir), Şeriat’te olduğu gibi insanların can güvenliklerini sağlamaya çalışır. (Ancak, İslam devletinin aksine, İslam dışı devletlerde, rejim muhalifleri kimi zaman "örtülü" yöntemlerle öldürülür, faili meçhul [yapanı (sözde) bilinmeyen] cinayetlerin kurbanı olurlar.)
“Mal”
da korunmaya çalışılır, fakat birilerinin “faiz” gibi uygulamalarla emek
sarf etmeden ve risk de almadan başkalarının kazancına ortak olması (sömürü
düzeninin kurulması) pek engellenmez. (Ki bu sömürü düzeni günümüzde küresel
çapta yürürlüktedir.)
*
Aynı
şekilde başka düzenlerde de (Şeriat’te olduğu gibi) aklın korunmasına
önem verilir.
Fakat
bu, akla zarar veren etkenlerin tümden ortadan kaldırılması şeklinde olmaktan
genellikle uzaktır. Aklı korumadan çok, korunmayan aklın yol açacağı
zararlardan korunma üzerinde durulur. Mesela (trafik kazalarına yol açtığı için) sürücülerin alkollü içki
kullanmaları, (üretimin ve verimliliğin azalmasına neden olduğu için) çalışma saatlerinde sarhoş olunması yasaklanır.
Böyle olmakla birlikte,
bir arabayı bile bir sarhoşa emanet edemeyen insanlar, koskoca bir devlet
gemisini alkoliklere, ayyaşlara, sarhoşlara, saraylarda her akşam çilingir
sofra başına kurulanlara emanet etmekte beis görmezler.
Hatta
kimi ülkelerde resmi törenlerde ve kutlamalarda içki içilmesi teşvik edilir.
*
Bir
ülkede yönetim, Şeriat’e aykırı olduğu ölçüde akla da aykırı hale gelir. Aklın
yolunu tuttuğu ölçüde de Şeriat’e yaklaşır.
İmam
Şatıbî’nin “el-Muvafakat”ta (çev. Mehmet Erdoğan) belirttiği
gibi, insan ya Şeriat’e ya da heva ve hevesine tabi olmaktadır:
“... Allah, davranışların kaynağını iki
şeyle sınırlamıştır: Bir: Vahiy ki bu Şeriat olmaktadır. İki: Heva
ve heves. Bir üçüncüsü de yoktur. ... Hak ve hakikatin vahiyde olduğu
kesin olarak bilindiğine göre, hakkın zıddının da heva ve heves peşinde
olduğu ortaya çıkacaktır. Yine Yüce Allah daha başka ayetlerde şöyle buyurur:
‘Ey Muhammed! Heva ve hevesini tanrı edinen, (bu nedenle) bilgisi olduğu
halde Allah’ın şaşırttığı ... kimseyi gördün mü?’....”
Evet,
Şeriat’e (Allah’ın indirdiklerine) tabi olmayan kişi, heva ve hevesini, nefsanî
arzu ve tutkularını tanrı edinmiş olur.
Bu,
kendi kendisini tanrılaştırması anlamına gelir.
Şimdi
bu noktada birileri, “Sadece vahiy ve heva seçeneklerinden söz
edilemez, bir de akıl var” diyebilirler.
Evet,
akıl da var.. Fakat mesele, akıldan neyin anlaşılması gerektiği noktası
üzerinde düğümleniyor.. Günümüzde akıl adına öne sürülen hususların çoğu
aslında heva ve hevesin ürünüdür.
Gerçekten
akıl ürünü olan karar ve tutumlar ise Şeriat’e uygunluk gösterir.
*
İşte
bu yüzden, Şeriat’in karşısında konumlandırılan millî irade (millet iradesi)
ve demokrasi gibi söylemler, heva ve hevesin tanrı edinilmesi,
tanrılaştırılması, yani putperestlik ve müşriklik (şirk ve küfür)
anlamına gelmektedir.
Martin
Buber, milliyetçilik eleştirisinde, “Kolektif
bencillik, bireysel bencillikten daha saygıdeğer değildir” der.
Heva
ve heves de, millet heva ve hevesi (iradesi) haline geldiğinde makul ve
meşru hale gelmiş olmaz.
Tam
aksine o, kümülatif heva ve heves, katmerli şirk ve küfürdür.
Bir
ulusun kendi kendisine tapınması, kolektif heva ve hevesini ilah edinmesidir.
Ancak
bu tapınma, söylemde/lafta kalmakta, pratikte yönetici sınıfın (Ki onlara
“devlet” denilmektedir) tanrılaştırılması olarak tezahür etmektedir.
İşte
böylesi devletler, Cemal Bali Akal’ın tabiriyle “Sivil Toplumun Tanrısı”
olarak kendisini göstermektedir.
Allahu
Teala’ya, Allahu Teala’nın şeriatine tabi olmayı gurur ve kibrine yediremeyen
ahmak toplumlar, kendileri gibi yiyip içen ve tuvalete giden insanlara “devlet”
adını verip onların kulu olmaktadırlar.
*
“Beş
zorunlu gaye”den “dinin korunması” hususu üzerinde (birçoklarınca yanlış
yorumlandığı için) özellikle durmak gerekiyor.
Dinden
maksat, “hak din”dir. Batıl dinlerin (hurafelerin) korunması diye bir
gaye yoktur; zaten onların varlığı, dinin korunamamasının bir sonucudur.
İslam
devletinde yaşayan kâfirler için “Dinde zorlama olmaması” ilkesi
geçerlidir, yoksa, onların “dininin korunması” değil.
Dinin
(hak dinin) korunması “gaye”si, insanların Allah’a (şirk koşmaksızın) kulluk
etmelerinin şartlarının oluşturulmasını da içerir.
İnsan, Allahu Teala tarafından farz kılınan dinî vecibelerini (eksiksiz biçimde) yerine getirebilme imkânına her
halükârda sahip olmalıdır.
Bu
da ancak İslam devletinde mümkün olabilir.. O yüzden, devletin
(Şeriat’le yönetilen) İslam devleti olması farzdır.
*
Bu
noktada, Şeriat’teki “dinin korunması” gayesinin, Şeriat’le yönetilmeyen
ülkelerde “rejimin korunması”na dönüştüğünün altını çizmek gerekir.
Zaten,
“din”in tanımına bakıldığında, rejim adı verilen kurumun din anlamına
geldiği görülülür.
Evet,
Türkiye gibi ülkelerdeki rejimler de birer “din”dir. (Bkz. TDV İslâm
Ansiklopedisi’nin “Din” maddesi.)
Nasıl
ki Şeriat, dinin korunması amacı çerçevesinde müslüman olmayanların yönetici konumuna gelmelerine izin vermezse, Şeriat dışı rejimler de genellikle “rejim
karşıtı” olanları kamu görevlerinden (özellikle de etkili konumlardan) uzak
tutarlar.
Böylesi
rejimlerde insanların öncelikle rejime “iman ettiklerini” ispatlamaları, rejimin
“kelime-i şehadet”ini söylemeleri istenir.
Mesela
Türkiye’de bu, “Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlılık yemini”dir.
“Hayır,
bu, (adı konulmamış) resmî dinin (din olarak adlandırılmayan dinin) kelime-i
şehadeti.. Benim dinim ve kelime-i şehadetim farklı” demeniz durumunda bütün
vatandaşlık haklarınızın buharlaşıp yok olduğunu görürsünüz.
*
Müslümanların
(müslüman olmanın ne anlama geldiğini bilen gerçek müslümanların), batıl
rejimlerini korumak için insanlara (hakiki anlamda) hiçbir din hürriyeti
tanımayanların “demokrasi” mavallarına inanması beklenemez.
Tam
aksine, müslüman, demokrasi ve de “millet hakimiyeti” söyleminin (Allahu Teala’yı bırakıp
toplumun heva ve hevesini ilah edinme anlamına geldiği için) saf ve som küfür
ve şirk olduğunu bilir.
Ali
Haydar Efendi rahmetullahi aleyh'in “Demokrasinin ‘d’sini ağıza almak bile küfürdür” demiş
olmasının nedeni budur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder