Siyasal İslam’a karşı olduklarını söyleyenler, siyasal
milliyetçiliğe karşı olduklarını niçin söylemiyorlar?
Siyasal dinsizliğe (laikliğe) niçin karşı çıkmıyorlar?
Siyasal Batıcılığa (Avrupa Birliği hedefine) niye karşı değiller?
Siyasal halkçılığı (demokrasiyi) niçin sakat bulmuyorlar?
İslam, baştan sona iyiliktir.. Böyleyken, siyasal
nitelikte olması onu zararlı hale getiriyorsa, başka şeyler niçin siyasal olunca
kötü hale gelmiyorlar?
Siyasal neden bütün haspalara yakışıyor da,
bir tek İslam söz konusu olunca yakışık almıyor?
Mesela siyasal Türkçülüğe neden
karşı çıkılmıyor?
Siyasal Kürtçülük kötüyse -Ki sapına kadar kötü-, siyasal Türkçülük de kötü olmalı değil midir?!
*
Türkiye gibi yoğun Kürt nüfusun bulunduğu
bir yerde bir Kürt’ün Kürtçe eğitim-öğretim istemesi, hatta Kürtçe’nin de resmî
dillerden biri olmasını istemesi tabiîdir.. Mesela çağdaş ve uygar İsviçre’nin iki tane de
değil, dört tane resmî dili var.
Kürt’ün kendi kimliğini, gelenek ve
göreneklerini korumak istemesi kadar doğal birşey olamaz.
Ancak, ayrı devlet olmak istemesi doğru
değildir.
Fakat, Kürt’e normalde sahip olması gereken
hakları vermediğiniz, kimliğini ve dilini yok saydığınız, ona “Türk oğlu”
olduğunu söyleme dayatmasında bulunduğunuz zaman, onu “ayrı bir devlet” olma yönünde
ahmakça tahrik etmiş olursunuz.
Çünkü, kimliğini, dilini ve kültürünü
korumanın yolunun devletleşmekten geçtiğini düşünecektir.
Bir de tutup “milliyetçilik”
yaparsan yaraya tuz basmış olursun.. Bu durumda Kürt, “Benim başım kel mi, Türk
için milliyetçilik iyiyse, Kürt için de iyi demektir, o halde ben de Kürt
milliyetçisi olayım” der.
Ve olur.
Dünyada Türkiye’deki Türk milliyetçiliği
kadar aptalca, içi boş, neyi savunduğundan habersiz, kendi ayağına kurşun
sıkan, bindiği dalı kesen dangalakça bir ideolojimsi var mıdır?!
Ve de Türkiye’de gerçekten bir “devlet
aklı” var mı?!
*
Evet, Türkiye’de Kürtler’in vatandaş olarak
bütün “insanî” hakları istemeleri doğaldır.
Fakat “Siyasal Kürtçülük” yanlıştır.
Çünkü “siyasal”lık sadece İslam’a
yakışır.
Mevcut durumda Türkçülük, Kürtçülük,
laiklik (siyasal dinsizlik) vs., İslam’ın hakkı olan “siyasal”ı gasbetmekte,
sonra da, tegallüb, tasallut ve yağmacılıklarını örtmek için “Siyasal İslam”
düşmanlığı yapmaktadırlar.
Bir müslüman ne milliyet-çi (siyasal
Türkçü, Kürtçü vs.), ne demokrat (siyasal halkçı) ne de laik (siyasal dinsiz) olabilir.
Sadece “Siyasal İslamcı” olabilir..
Kürdistancılık, Arabistancılık,
Türkiyecilik vs. (ırkının adını yüceltme, ulusal çıkar putuna secde etme
davası) müslümanın benimseyebileceği ideolojik duruşlar değildir.
Müslümanın davası ancak îlâ-yı kelimetillah (Allah’ın sözünü yüceltme) olabilir.
*
Sapıklığın da (LGBT, feminizm vs. dalaverelerinde olduğu gibi) siyasalı var, fakat Siyasal
İslam düşmanlığı yapanların siyasal sapıklığa (sapıklığın siyasallaşmasına) laf söylediklerini
göremiyoruz.
Beşerin ürettiği (ve “Allah’ın indirdiği”
ile çelişen) hukuk sistemlerini Şeriat’e üstün tutan herkes, (İslam nokta-i
nazarından) siyasal sapıktır.
Dolayısıyla, laik demokrasi
yanlıları da (çağdaşlık açısından normal, “norm”a uygun olmakla birlikte, İslam
açısından) siyasî sapıktırlar, çünkü “millet çoğunluğunun iradesi”ni Allahu
Teala’nın iradesine, milletin taleplerini Allahu Teala’nın emir ve yasaklarına
üstün tutmaktadırlar.
Bu da sapıklık (sapıtma) değilse, sapıklık
nasıl birşeydir?. İslam açısından sapık olmak için başka neyi savunmak
gerekiyor?
Dinin devlete hakim durumda bulunması (yani adına devlet
denilen siyasetçi ve bürokratlar yığınının Allahu Teala’ya itaat etmesi)
gerekirken, dinin devletin emrinde ve kontrolü altında olması, yani adına
devlet denilen siyasetçi ve bürokratlar yığınının Allahu Teala’nın emir ve
yasakları hakkında “Bu tamam, şuna gerek yok, şu reddedilmeli” diye hüküm
vermeleri de sapıklık değilse, sapıklık nedir?
Sapıtmanın, haddini bilmezliğin bundan daha
âlâsı olabilir mi?
*
Merhum İsmail Çetin Hoca şunu diyor:
“Beşerî sistemle İlahî sistem arasındaki
farklardan biri de budur. Beşer, çıkardığı kanunu nefsi hakkında değil gayri [başkaları] hakkında icra eder. Peygamberler
ise melek vasıtasıyla veya ilhamla Allah Teâlâ’dan telakki ettikleri vahyin
hükmünü hem kendi nefsleri hakkında hem de başkası hakkında icra ederler…
“Beşerin çıkardığı kanun, sevdiği bir
kimsenin aleyhine geldi mi, ondan cezayı kaldırmak için yeni bir kanunu çıkarır. Böylece Allah Teâlâ’nın
veya kulunun hakkına tecavüz eden zalim dostunu kurtarır ve korur. Demek
beşerden kanun çıkaran kimse kendisi çıkarttığı kanuna inanmamış oluyor….”
(İsmail Çetin, Şuur, 2.
b., Isparta: Dil-ârâ Yayınları, 1992, s. 88.)
*
Şeriat
adalet ve hikmet, Şeriat‘le çelişen bütün beşerî düzenleme, ilke, kanun ve kurallar ise keyfîlik, zorbalık, tahakküm, baskı ve zulümdür.
Akıl, yani akl-ı selîm, vahiyle
birliktedir.
Şeriat’le
çelişen hükümler
ise akla değil, heva, heves, zulüm, tekebbür, tefessüh, sefahat,
tuğyan, enaniyet ve bencilliğe dayanır.
Bunların
hepsinin temelinde menfaat/çıkar putu yatar.
Nitekim
günümüzde uluslararası ilişkilerin temel kavramı “ulusal çıkar“dır.
Günümüz
devletlerinin temel ideolojisi ise, söylensin ya da söylenmesin devletçilik
ve milliyetçiliktir.
Yani
bireysel değil, kitlesel/toplumsal bencillik ve enaniyet. Kendi kendine
tapınma..
Kitlesel
çıkarcılık.
Bireysel
çıkarcılıkları
topluyorsun, ortaya ulusal çıkar çıkınca bunu kutsal kabul ediyorsun.
(Bazı kurumlarda alınan rüşvetlerin bir havuzda toplanıp sonra personel
arasında bölüştürülmesi, şayet birisi çaktırmadan fazla alırsa “ahlâksız
rüşvetçi, hırsız” kabul edilmesi gibi.)
Bireysel
zulümleri topladığında ortaya çıkan ulusal zulüm, kötü olmaktan çıkıp iyi hale
gelir mi?!
Bireysel
ahlâksızlıklar üstüste yığılıp ulusal ahlâksızlık olarak tek torbaya
doldurulduklarında fazilet haline mi gelir?!
*
Üç kişi
bir araya geliyor “Biz devletiz” diyorsunuz.. Ardından da “Biz
devletçiyiz (Biz Türkiyeciyiz, biz Kürdistancıyız)” (yani “Biz, bizciyiz”) dediğinizde güya bir “fikir
sistemi” ortaya koymuş, “yüksek bir ideal” sahibi olmuş oluyorsunuz.
Oysa
savunduğunuz şey bayağı ve düşük bir çıkarcılık..
Milliyetçiliğin
durumu da aynı.. Üç kişi bir araya gelmiş, kendinizi millet diye
adlandırmışsınız.. Yani, “Biz, milletiz” diyorsunuz.. Ardından da “Biz,
millet-çiyiz, milliyet-çiyiz” diye güya ideoloji üretiyor, felsefe
yapıyorsunuz.
Halbuki
yaptığınız şey, “Biz, bizciyiz” diyerek kendi varlığınızı put haline
getirmekten ibaret.
*
Bunlar bir de millet iradesinden (milli iradeden) söz ediyor, “halkın kendi
kendisini yönetmesi” diyerek heva ve heveslerini “demokrasi” adı altında
allayıp pulluyorlar.
Millet
iradesinden söz ediyorsan son tahlilde bireysel iradeyi yok sayıyorsun,
önemsiz görüyorsun demektir.
Bunun
Türkçesi “sürüleşme”dir. Sürü olmadır.
Bu
durumda millet iradesine teslim olman, sürüde iradesiz bir “hayvan” (canlı) olmayı
kabul etmen demektir.
Bireysel
iradeni bu şekilde bir yana bırakıp başka bir iradeye teslim olacaksan, bu
ancak ilahî irade olmalıdır.
Bir yöneticiye itaat de, ancak onun ilahî iradeye tabi olması durumunda makul ve meşru hale gelir.
İlahî
iradeye, ilahî hükümlere (emir ve yasaklara), Şeriat’e tabi olman, seni “insan”
yapar.
Şeriat’e
aykırı olarak “milli irade”ye tabi olman ise seni (sürüdeki iradesiz ve şuursuz/bilinçsiz) “hayvan” (canlı) haline
getirir.
Hatta,
ayet-i kerimede geçtiği gibi “hayvandan da aşağı” (bel hum adall)
hale gelirsin.
*
Sosyal
demokrasi, muhafazakâr demokrasi, laik demokrasi vs. fark etmiyor, demokrasiyi (siyasal halkçılığı) benimsemek küfürdür.
Çünkü şirktir,
insanları rab/tanrı haline getirmektir.
Bunu
ben söylemiyorum.. Merhum Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Hoca, Hak
Dini Kur’an Dili tefsirinde Tevbe Suresi’nin 31’inci ayetini açıklarken
söylüyor.
Hristiyanlar’ın
rab haline getirdikleri papazların yerini laik demokrasi (siyasal halkçılık, siyasal milletçilik) ile birlikte
parlamentoların (millet meclislerinin) aldığını belirtiyor.
Aynı şekilde Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi de, laikliğin (ister demokratik olsun ister diktatoryal) küfür olduğu fetvasını veriyor, bundan şüphe edenin de kâfir olacağını dile getiriyor.. (Ki laiklik, demokrasinin "olmazsa olmaz" bir rüknü kabul ediliyor.. Mesela Türkiye'de demokratik seçimlerle gelen bir hükümetin laikliğe aykırı bulunan düzenlemeler yapmak istemesi, "demokratik yolla gelip demokrasiyi ortadan kaldırma" olarak yorumlanabiliyor.. Yani demokrasiden anlaşılan, son tahlilde, milletin tercihlerine kulak verilmesi değil, milletin tercihlerinin "siyasal dinsizlik" parantezine hapsedilmesi.)
Yine, Allame Zahidü’l-Kevserî de laikliğin, yani Şeriat’le kayıtlı
ve şartlı olmayan bir yönetimi benimsemenin küfür olduğunu yazmış durumda.
Merhûm Ali Haydar Efendi de, “Demokrasinin D’sini ağıza almak bile küfürdür!” demiş bulunuyor.. Ağzına almaktan kastı, benimseme. (Bkz. http://www.turkcesi.biz/muharrirler/ziyaiyye-bekcisi/tenakuzlar-cukuru-mu-fikir-fahiseligi-mi.html)
*
“Derin”lerin yaptıkları rol paylaşımı çerçevesinde kendi aralarında horoz
dövüşü yapan zamane “ehlî sünnetçiler”i ile modernist ilahiyat hokkabazlarına gelince..
Ehlî sünnetçilere örnek, Selanikli diktatör Mustafa Atatürk’ün aleyhinde
konuşmanın haram, Erdoğan’a (cumhurbaşkanı olması hasebiyle) itaatin de farz
olduğunu söyleyen Cübbeli Zahmet.
(İslam’dan da, içinde yaşadığı düzenden de, kendisinden de habersiz bir
şaşkın; çünkü, cumhurbaşkanına itaatin farz olduğunu söyleyerek din ile
devlet işlerini birbirine karıştırmış, laikliği yok saymış durumda.)
Güncellemeci modernistlere örnek ise, Erdoğan için “ulu’l-emr” demiş
olan (pırasasör kontenjanından ilahiyat prof.u) Şaban Ali Düzgün. (Erdoğan'ın İslam’a göre ulu’l-emr olabilmesi için “Atatürk ilke ve inkılapları”na
bağlılık yemini etmek şöyle dursun, TBMM kürsüsünde “Allahu Teala’nın ilke ve
inkılaplarına aykırı her görüş ayağımın altındadır” diyebilmesi gerekiyor
Şaban!. Lütfen uyan!)
(Görüldüğü gibi, Şaban’ın Cübbeli’yle ortak noktası, bunun da laikliği yok sayması.. Ondan farkı
ise matruş ve şapkalı olması.. Bunun sarık ve cübbeyi rezil kepaze etmeme, rezaleti şapkanın ve sinekkaydı traşın gelir hanesine yazdırma gibi bir meziyeti var.)
Nedense, Cübbeli ve Şaban gibilerin bu tür “laikliğe aykırı” laflarına
kimse itiraz etmiyor.
Derinler, “dinin devlete hizmet edecek şekilde güncellenmesi”
durumunda laikliği hemen rafa kaldırıyor ya da sümen altı ediyor ve tezgâhın
altına saklıyorlar.
Fakat devletin dine hizmeti söz konusu olunca bunları bir gam, keder, gussa
ve tasa alıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder