Descartes'ın "Yöntem Üzerine Konuşmalar"da
ifade ettiği gibi, insan, Tanrı'nın varlığını kabul etmediği sürece
"bilgisinin doğruluğu"ndan emin olamaz.
Zihnimizde oluşan, adına bilgi dediğimiz izlenimin,
dış dünyadaki gerçekliğe tekabül ettiğinden, hatta herşeyin bir rüya
gibi beynimizde olup bitmediğinden, “gerçek” bir dış dünyanın var olduğundan,
ancak, Descartes’ın ifade ettiği şekilde, “mükemmel olduğu için bizi
aldatmayacak olan bir Tanrı’ya” iman etmek suretiyle emin olabiliriz.
Bunun başka yolu yok.
Allahu Teala'ya iman etmeyen insan,
kendisiyle çelişmemek için görececi ve septik olmak
zorundadır.. Varacağı son durak agnostisizmdir/bilinemezciliktir.
Dürüst ve samimi bir septiğin/şüphecinin ve
agnostiğin (bilinemezcinin) yapması gereken ise, Spinoza'nın dile getirdiği şekilde hareket etmesidir: “Şüpheciye
düşen, sükuttur/susmaktır”.
Çünkü, doğru olduğundan kesin emin
bulunduğu hiçbir şey yok.
*
Ancak, Türkiye'nin laik demokrat soytarılarına
ve (sözde "dogmatik" olmayan) part-time septiklerine baktığımızda tam tersi bir
tavır görüyoruz:
Her konuda kesin doğruyu biliyor gibi tartışma
çıkarıyor ve muhatapları olan Müslümanlar'dan "dogmatik" olmamasını (yani "kesin doğru" bilgiye ulaşılabileceğini kabul etmemesini) ve bir agnostik ya da septik
tavrı sergilemesini, görececi ve de demokrat olmasını istiyorlar.
Hülasa, muhataplarının düşüncesinin yanlış
olduğunu bilme iddiasıyla agnostik defterinden isimlerini sildiren angutistik
olduklarını ortaya koymaktadırlar.
*
Evet, Descartes'ın ifade ettiği
gibi, Tanrı'ya imanın olmadığı yerde doğru bilgiye ulaşma iddiasında bulunmak (epistemolojik
açıdan) mümkün değildir.
Merhum Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır
Hoca, epistemoloji eksenli bu gerçeği ontolojiye taşıyarak, Allahu Teala'nın
varlığının kabul edilmemesi durumunda insanın kendi varlığından da şüpheye
düşmesinin kaçınılmaz olduğunu söylüyor.
Yani, bu durumda insan, "Evet, ben
varım" şeklinde dogmatik (kesin) bir bilgiye sahip olma
iddiasında bulunamaz.
Böyle bir bilgiye sahip olduğunu
düşündüğünde (Descartes'ın öne sürdüğü gibi) septisizm son bulur.
Ben varsam, var olduğumu şu anda
biliyorsam, fakat ayrıca kendi varlığımın ezelî olmadığının farkındaysam, var
olduğumu düşünmemin bir başlangıcının olduğunu kabul ediyorsam, benim
varlığımı başlatan, beni yaratan bir varlığın, Tanrı'nın varlığını itiraf
etmek zorundayımdır.
Eğer yaratanın doğa olduğunu düşünürsem,
doğayı Tanrı yapmış, tanrılaştırmış olurum. Materyalistlerin (Ki onlar da
dogmatiktir) durumu budur.
*
Doğayı tanrılaştıran (tanrısı doğa olan) bir kişi açısından, hem
doğadaki (doğa bilimcilerin yasa diye adlandırdıkları) düzenlilikleri,
hem de Dünya’daki canlı yaşamını izah edebilmek için doğaya “bilinç”
atfetmek gerekmektedir.
Zaten, doğanın bir parçası olan insan “bilinç”li
bir varlık olduğuna göre, cüzdeki özelliğin küll’de de bulunması,
doğanın da esas itibariyle bilinçli olması gerekir.
Dünya, milyarlarca yıl önce bir ateş
topuyken, soğuyan ateş zamanla bilinç de üretmiş, veya bilince dönüşmüş olamaz.
Bu anlayış çerçevesinde insan, tanrı-doğa’nın
(tabiatın) bir parçası olduğu için, tanrısal bir varlık olmaktadır.
Ancak, böyle bir maddî tanrının bir parçası
olma özelliği bakımından insan ile lağım faresi arasında bir fark
bulunmamaktadır.
Aynı şekilde, sadece elmas, yakut, zümrüt vs.
değil, insanın bağırsaklarındaki pislik de, bu durumda, tanrı-doğa’yı
oluşturan kutsal hammadde haline gelmektedir.
Ayrıca kurtun kuzuyu, kaplanın ceylanı
yemesinde görüldüğü gibi tanrı-doğa’nın bir parçası diğer parçasıyla kavga
etmekte, ateş ile su da farklı makamdan şarkı söylemekte, birbiriyle
savaşmaktadır.
*
Peki ama, özü itibariyle doğanın her
parçası tanrısallık bakımından eşdeğer iken, neden insan kendisini lağım
faresinden üstün görmektedir?
Neden, “Bütün tanrısallar eşittir”
ilkesinden söz edilememekte, küll durumundaki tanrı-doğa, bir cüzünün diğer
cüzüne üstünlük taslamasına imkân vermektedir.
Oysa, “bilinç” sahibi olduğuna,
bilinçli bir varlık üretebildiğine göre, buna izin vermemesi gerekir.
Demek oluyor ki, bilinç sahibi bir
tanrı-doğa yok.
İnsana bilinç vererek onu Arz’da “halife”
yapan, doğanın yaratıcısı olan (ve dolayısıyla doğadan müstağnî, zaman ve
mekândan münezzeh) bir gerçek Tanrı var.
*
İnsanı ve doğayı/evreni yaratan bir Hakîm’in
varlığı aklen zorunludur.
Peygamberlerin tebliği söz konusu olmasa
bile, Allahu Teala’nın varlığı akıl sayesinde kesin olarak bilinir.
(Matüridî ve Eş’arîsiyle Ehl-i
Sünnet bu konuda hemfikirdir. Mutezile de aynı görüşte..
Akıl, Allahu Teala’nın mahiyetini/künhünü değilse de varlığını ve birliğini anlamada yeterli olmakla birlikte, bu bilgiden dolayı insan için, peygamberlerin ayrıca tebliği söz konusu olmaksızın iman sorumluluğunun doğup doğmayacağı hususunda ihtilaf vardır.
Bu konuda Matüridiyye ile Eş’ariyye fikir
ayrılığına düşmüştür. Eş’ariyyenin akla önem vermediğini zannedenlerin cümlesi
zır cahildir.)
Allahu Teala’nın varlığı aklen zorunlu
olmakla birlikte, insanları uyaran peygamberlerin bulunması aklen zorunlu
değildir.
Bunun anlaşılması, peygamberlerin,
peygamber olduklarını (doğal düzenliliğe aykırı, başka insanların yapmaktan
aciz kaldıkları) mucizelerle ispat etmelerine bağlıdır.
Yani peygamberin peygamberliği, salt akıl
yürütmeyle anlaşılamaz, onu destekleyecek (tabiri caizse pozitivistik-materyalistik
düzeyde, beş duyu temelinde) “gözlem”e ihtiyaç vardır.
Mesela Hz. Musa a.s.’ın asası mucize
olarak yılana dönüşüyordu.. Tarih boyunca hiç kimsenin yapamadığı birşey..
Hz. İsa a.s., mezarında yatan ölüyü diriltiyordu.
*
Peygamber Efendimiz s.a.s.’in mucizesi ise,
esas itibariyle Kur’an’dır.
(Bin kadar mucizesi varsa da, kâfirleri
ilzam etmek için gösterilmiş değildir.. Pekçok mucizeyi kâfirler değil, zaten
iman etmiş olanlar görmüşlerdir.)
Kur’an, insanlığa, mucizelik (insanları aciz
bırakma) noktasından şu şekilde meydan okuyor:
“Eğer kulumuza indirdiğimizden şüphe içindeyseniz, haydi onun benzerinden bir sûre getirin; (hatta bu hususta) Allah'tan başka şâhitlerinizi de çağırın (size yardım etsinler ve iddianızı ispat ettiğinize tanık olsunlar), eğer doğrulardansanız!
"Yapamadıysanız, ki asla yapamayacaksınız, o halde, yakıtı insanlar ve taşlar olan o ateşten sakının! O, kâfirler için hazırlandı."
(Bakara, 2/23-24)
Kâfirler açısından hiç kaçırılmaması
gereken bir fırsat..
Sûre dediğin ne ki?! Mesela İhlas Suresi..
Hepi topu bir satır.
Kevser Suresi de aynı durumda; bir satır.
Bu durumda, Arap kâfirlerin ve Arapça’yı
sonradan öğrenen “üstün zekâlı beyaz Batılılar”ın hemen oturup bir satır
birşey karalayıp Kur’an’ın mucizelik iddiasını balon gibi
patlatmaları beklenir değil mi?
Hayır, kimseden tıs yok.. Herkes Kur’an
karşısında son derece saygılı, dut yemiş bülbül.
Üstelik şimdi bir de “yapay zekâ”
diye birşey çıktı; roman yazıyor, resim yapıyor, film üretiyor, yapıyor da
yapıyor.. Yazarı, çizeri, filmcisi, mütercimi/çevirmeni panikte..
Evet, kâfirler “yapay zekâ”yı da
yardıma çağırıp buyursun mesela Kevser Suresi’nin bir benzerini getirsinler.
*
İmdi, misal olarak Kanunî’nin meşhur
gazelini alalım.
“Halk içinde muteber nesne yok devlet
gibi / Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi” diyen gazelini..
Bâkî, her beytin başına üç mısra ekleyerek
tahmîs (beşlikler) yazmış durumda.. İlk beşlik şöyle:
Câme-i
sıhhat Hudâ’dan halka bir hil’at gibi
Bir
libâs-ı fâhir olmaz cisme ol kisvet gibi
Var
iken baht u saâdet kuvvet ü kudret gibi
Halk
içinde muteber bir nesne yok devlet gibi
Olmaya
devlet cihânda bir nefes sıhhat gibi.
Görüldüğü gibi, ses, üslup, konu ve mana
uyumu var.
Evet, kâfirin yapması gereken şey de,
mesela Kevser Suresi’nin baş tarafına bu şekilde sadece bir satırlık bir
ilave yapmaktan ibaret.
Sonuna yapsa o da kabul.
Üstelik Allahu Teala meydan okumayı sadece
bir sureye de tahsis etmemiş.. Seçip beğenip alsınlar, hangi sure olursa..
*
Söz gelimi Mehmed Akif’in, Necip
Fazıl’ın, Sezai Karakoç’un, Nazım Hikmet’in bir şiirini seçip
“Var mı benzerini yazacak?” deseniz, her çağda bunu yapan dünya kadar şair
çıkar.
Fakat, “Şiirlerinden herhangi birini
seç, oradaki üç beş mısralık bir parçanın benzerini yaz” deseniz, bunu yapmak
için şair olmak bile gerekmez, Türkçe’yi bilmek yeterlidir.
Evet, üslup ve muhteva bakımından orijinal
bir şiir yazmak belli bir şairlik becerisi gerektirir, fakat orijinal olanı taklit,
özel yetenek gerektirmiyor.
Telefonu, telsizi, televizyonu, radyoyu, interneti,
yapay zekâyı vs. ilk icat eden olmak herkesin yapabileceği birşey değil,
ama böyle birşey bir kez yapıldığında, benzerini artık herkes yapabiliyor.
Eğer Kur’an sureleri Allahu
Teala’nın vahyi değil de Mekkeli ismi Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) olan
bir insanın icadı olsaydı, bugüne kadar her surenin binlerce benzeri yazılırdı.
Ve öyle olsaydı, böyle bir meydan okuma da zaten
daha baştan hiç yapılmazdı.
Üstelik bu meydan okumayı yapan zat, bir
şair de değil, ve memlekette o devirde bir sürü meşhur şair ve konuşma
sanatında ustalaşmış hatip var.
*
İmdi, mesela Hz. Musa a.s.’ın, Hz.
İsa a.s.’ın mucizeleri söz konusu olduğunda “Nerden bilelim bunların
yaşandığını?” diyen akılsızlar çıkabilir.
Çıkıyor.
Kur’an’ın meydan okuması onların mucizesi gibi
değil, her an, her dakika, her saniye gösterilen bir mucize; şu anda da
geçerli..
Bin 400 sene öncesinden söz etmiyoruz,
bugünden bahsediyoruz.. Meydan okuyan ayet, yerinde duruyor.
Üstelik “yapay zekâ” da elinizin
altında, buyrun, bir surenin benzerini getirin!..
Hangi sureyi isterseniz seçin alın!..
Kevser olmadı mı?.. İhlas’ı alın.. Beceremediniz mi, Kureyş’i deneyin!.. O da
mı olmadı, sırada Fil Suresi var; gene mi uymadı, olsun, Asr Suresi var, hepi
topu iki satır.
Pehlivan, bin 400 senedir meydanda “Var mı benim
karşıma çıkacak ve sadece üç saniyede tuş olmayacak adam?” diyor, fakat
pehlivanı yalancılıkla, çağ dışılıkla, geçersizlikle, “tuhaf nostalji nesnesi”
olmakla, donuklukla, durgunlukla, sofistike olmamakla, “toplumsal”ın dışında
kalmakla, "asr-ı saadet simülasyonu"na hapsolmakla suçlayan uygar doğrucularda tık yok.
Geliştik, ilerledik, güçlendik, yeni
teknikler geliştirdik, çağ atladık, ortaçağı geride bıraktık, Ay’a gittik, Mars’a
vardık, uçtuk kaçtık diyorlar, fakat pehlivanın karşısına çıkıp dört saniye
dayanmaya sıra gelince meydanda kimse yok.
Üstelik, işlerine gelmediği için bu bahsi
hiç açmıyorlar.
*
Evet, Einstein zekâsındaki adamları,
yapay zekâyı, bulabildiğiniz herkesi, dünyadaki bütün Arap dili ve
edebiyatı kürsülerinin akademisyenlerini toplayın ve mesela bir satırlık Kevser
Suresi’ne üslup, ses ve konu bakımından benzeyen başka tek satırlık bir metin
oluşturun ve bitsin bu kavga!
Kur’an’ın Muhammed’in (s.a.s.) uydurması bir çağ
dışı derleme olduğunu böylece herkes anlasın!
Domuz suratlı ibne taşeronların başrolü
üstlendiği, bir sürü figüranın eşlik ettiği operasyonel filmler çevirip tepineceğinize, hepi topu
bir satırlık birşey yazarak meseleyi kökünden halledin.
Böylece, devletten sürüp attığınız,
kitaplara hapsettiğiniz, cuma hutbelerinde bile anılmasına izin vermediğiniz İslam Şeriatı’nı milletin gönlünden de rahatça
siler atarsınız ve de “güncelleme, donukluktan kurtarma, sofistikeleştirme”
zahmetine girmenize hiç mi hiç gerek kalmaz.
Yapamıyor musunuz, o halde Kur'an ve Sünnet'ten "güncelleme" adı altında yüz çevirmekten, birtakım kişilere "asr-ı saadet simülasyon"lu, "tuhaf nostalji"li, "donukluk"lu yazılar yazdırarak "Allah'ın ipine sarılma" nosyonuyla üstü kapalı şekilde alay etmekten, Şeriat'i dolaylı yollarla aşağılamaktan ve aşağılatmaktan vazgeçin.
Bunu da mı yapamıyorsunuz, o halde mümkün mertebe geç ölmeye bakın!.
Çünkü size hasret bir ateş var!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder