Evet, Yeni Şafak gazetesi yazarı âşık İsmail
Kılıçarslan’ın KADEM’e hizmet için kaleme aldığı yazıyı
tartışmaya devam ediyoruz.
Âşık yazar
sözlerini şöyle sürdürüyor:
“Esra Aslan
Turan üzerinden Ömer Nasuhi Bilmen’i mutlaklaştırarak dinamik bir süreç olarak ilerlemesi beklenen din
kültürünü dondurmaya çabalayan isimler de doğru bir
şey yapmıyor. Ürettikleri tuhaf nostalji duygusunun hiçbir işe
yaramadığını fark etmiyor oluşları bu isimleri ‘toplumsal’ın dışına itiyor.
Toplumsalın dışında olduklarını da fark etmiyorlar elbette. Çünkü ürettikleri ‘müze-dil’le
ortaya koydukları ‘Asrısaadet simülasyonlar’ını gerçek zannediyorlar.”
Bunları yazan
“toplumsal çokbilmiş” kantarın topuzunu iyiden iyiye kaçırdığının farkında
değil.
Konuyla ilgili
önceki yazılarımızda dikkat çektiğimiz hususlar gözönüne alınırsa “Esra
Aslan Turan üzerinden Ömer Nasuhi Bilmen’i mutlaklaştırma”dan söz etmenin
abes olduğu kendiliğinden anlaşılır.
Mutlaklaştırma, içtihatların
“fıkıh usulü”ne aykırı olarak nass mertebesine
yükseltilmesiyle ortaya çıkar.
Ömer Nasuhi
Hoca’nın Büyük İslam İlmihali’ni okuyanlar, “Her müslüman
mutlaka bu ilmihale göre amel etmelidir, Şafiîler vs. de buna dahildir”
demiyorlar.
Hatta
“Her Hanefî ilmihalini bu kitaptan öğrenmelidir” de
demiyorlar.
Diğer
ilmihallere ve fıkıh kitaplarına bir itirazları yok.
Dolayısıyla
bir mutlaklaştırmadan söz edilemez.
*
Peki bu modernist
güncellemeci boşboğazlar neden mutlaklaştırma yaygarası koparıyorlar?
Konuyu
çarpıtmak, tartışmayı farklı bir mecraya taşıyarak zeytinyağı gibi suyun üstüne
çıkmak için.
İsmail ukalası
da sözde “mutlaklaştırma”ya karşı çıkarak Ömer Nasuhi Bilmen
Himalayaları ile Esra bilmem ne çukurunu eşitliyor.
Bu Esra denen
ahmak Büyük İslam İlmihali’ni “fıkıh usulü” açısından
tenkid konusu yapıyor ve Ömer Nasuhi Hoca’nınkini aşan ya da onunkine denk
bir usul bilgisiyle farklı görüşler serdediyor olsaydı, ona
“Sen nasıl olur da Büyük İslam İlmihali’ni eleştirirsin?”
diyen bir kişiye “Ömer Nasuhi Hoca’yı mutlaklaştırma” suçlaması
yöneltilmesi yerinde bir tavır olurdu.
Fakat ortada
böyle birşey yok.
Ne var?
İsmail’in
laflarından esinlenerek söylemek gerekirse, şu: Bugünün kadın hakları teorisinin getirdiği inkârcı bakışı bir İslam ilmihaline
uygulayarak sefil bir akademik şov sergileme, küffar
ve münafık tribünlerine oynayarak artistlik yapma.
*
İmdi, ortada bugünün (bugünün keferesinin, küffarının) kadın
hakları teorisinin İslam fıkhına (hukukuna) açtığı bir savaş var, ve
doğal olarak Müslümanlar (müminler, iman sahipleri) buna tepki gösteriyorlar.
Bu savaşta İslam’a saldıran kişinin müslüman bir ilahiyatçı olarak
ortaya çıkması, başında da (onun başında olduğu için utancından öleyazan)
bir başörtüsünün bulunması, olayı İslam-küfür çatışması olmaktan
çıkarmıyor.
Küfrün ideolojik kadın hakları teorisi ile İslam hukukuna
saldıran kişinin ok attığı, kurşun yağdırdığı, füzelerle dövdüğü hedef aslında
(artık hayatta olmayan) Ömer Nasuhi Bilmen Hoca’nın “tarihsel hatırası ya da
kişiliği” değil.. Onun şahsında İslam hukuku..
Ve sen çıkıp bu noktada Büyük İslam İlmihali özelinde
İslam hukukunu savunan kişilere “Ömer Nasuhi Bilmen’i mutlaklaştırma”
suçlaması yönelterek küfrün safında yer alıyorsun.
Böyle bir durumda tarafsız kalman bile küfrün safında yer almadır.. Çünkü
hak ile batıl arasında tarafsız kalan kişi dolaylı olarak batıla destek vermiş
olur..
“… Haktan sonra, sapıklıktan başka ne vardır?! Öyleyse nasıl
çevriliyorsunuz?” (Yunus, 10/32)
*
Gelelim “dinamik
bir süreç olarak ilerlemesi beklenen din kültürünü dondurmaya
çabalama” zırvasına..
Ey sivri zekâ,
ilmihal kitabı “din kültürü” kitabı değildir.. Fıkıh kitabıdır,
ve fıkhın bir usulü/yöntemi vardır.
Senin laik (siyasal dinsiz) devletin bile kanun yapma
işini öyle “dinamik bir süreç” olarak görmüyor, kendince sıkı
formalitelere ve kurallara bağlıyor.
“Dinamik bir süreç olarak ilerlemesi beklenen devlet kültürünü dondurmaya çabalamayalım”
demiyor.
Hatta bazı hususları “değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi
edilemez” kabul ediyor.. Mesela Ankara’nın başkent olması meselesi böyle..
(Sanki Ankara değil de İstanbul başkent olsa kıyamet kopar, devlet yıkılır.)
*
Günümüzün emperyalist-kapitalist küfür düzeninin tabulaştırdığı,
üzerinde konuşulamaz, kendilerininkinden farklı görüş serdedilemez hale
getirdiği konulardan biri bu “kadın hakları” meselesi.
Ortada acımasız sömürü ve istismar çarklarının döndüğü
bir vahşi hipodrom var ve hipodromun efendileri “Kadınlar da erkekler kadar
güçlüdür, hak sahibidir, onlar da gladyatör olarak meydana çıkıp tribünlerden
alkış alabilmelidirler” diyerek onları "gaza getirip" sahaya sürüyor..
Kadınlar da gururları okşandığı ve ceplerine de birkaç kuruş konulduğu
için bu ketenpereye seve seve koşuyorlar.
Bu efendiler için kadın gladyatörleri dövüştürüp seyretmenin daha zevkli
ve keyifli olduğu kesin.
Bunların, “Kadınların hipodromda seyirci olarak kalmaları, gladyatör
olarak acımasız arenaya sürülmekten muaf tutulmaları onların önemsenmemesi
değildir, bilakis önemsenmeleridir” denilmesine tahammülleri yok.
Bu tür konularda kendilerince tartışılmaz ilkeler, çiğnenemez kırmızı
çizgiler icat ediyor, farklı seslere mikrofonu kapatıyorlar.
*
Buna karşılık dinî konular kuralsız biçimde tartışılsın, din gelenin
gidenin vurduğu bir şamar oğlanına dönüştürülsün istiyorlar..
İslamî ilimler “Saldım çayıra, Mevlam kayıra” usulü kışkışlanan taifenin
gönlünce otladığı bir sahipsiz mera olsun, “it oynamış yonca tarlası”na dönsün
istiyorlar.
Bu otlanmışlık ve oynanmışlığa da “dinamik süreç ilerleyişi” gibi
gayet havalı bir ad takmışlar.
Din, “ilerleyen, gelişen” birşey değildir, tamamlanmış, kemale ermiştir:
“… Bugün, sizin için dîninizi kemâle erdirdim, üzerinize olan nimetimi
tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'a râzı oldum….” (Maide, 5/3)
Madem “dondurma”lı konuşuyorsunuz, o zaman şöyle söyleyelim: Allahu Teala
bu ayetiyle dini dondurmuştur.
Evet, bazı şeyleri bozulmaktan korumanın yolu dondurmaktır.
“Dinamik bir süreç olarak ilerleme” her zaman mutlu bir sona
işaret etmiyor.
Mesela insan hayatı “dinamik bir süreç olarak ilerliyor” ve insanlar “Keşke
şu gençliğimi dondurabilseydim” diye iç geçiriyorlar.
Gençliğini donduramayınca, bu defa, içerden çürümüş olan bedenlerini
estetik cerrahlarının bıçaklarına emanet ediyorlar.. Böylece “dinamik
ameliyatlar süreci” başlıyor.
Kemale eren şeyler, dinamik süreç konusu olmaları durumunda
bozulur, tefessüh eder, fesada uğrarlar.. Kemali zeval, tedennî ve tereddî
izler.
Meyveler olgunlaşıp kemale erdiğinde, onların dinamik süreçleri sadece
içli ve ağlak çürüme ve bozulma besteleri yaparlar.
Elmas ve altın bozulmaz, çünkü dinamik bir süreç konusu
değildirler.. Başkalaşım, değişim, dönüşüm yaşamazlar.. Ne paslanırlar ne de
çürürler.
*
İslam’a gelince.. Allahu Teala kitabını (Kur’an’ı) koruduğu
için ona bağlı olarak sahih Sünnet de korunmuş durumda..
Kur’an ve Sünnet’e bağlı (Sünnet ehli) olanlar, yani “dinamik bir
süreç” konusu olmayan bu iki kaynağa bağlananlar, sapıtmazlar..
Buna karşılık, Batı özentisi görmemişlik ya da sonradan görmüşlükle “Hele
bak lo, benim de dinamik sürecim var gâri lo” diyerek “dinamik süreç” icat
eden ve “bugünün küffarının kadın teorisi”nin, laikliğinin, ulusalcılığının,
devlet anlayışının vs. peşine düşerek akademik vals, medyatik horon tepen
tribün meraklıları sapıtırlar. (Tabiî İslam’a göre böyle.. “Bugünün
kafası”na göre ise dinamik süreç ilerleyişi yapar gelişirler, donmuşluktan
kurtulurlar, omurgasız esneklik kazanırlar.)
Evet, senin “din kültürü” dinamizmi ve ilerlemesi adına yaptığın
kepaze icatlar, dinden değildir, bid’attir, sapıklıktır..
Dinden sayılmamakla birlikte dinin yasaklamadığı hususlarda yaptığın
icatlar ise sadece kültürdür, din kültürü değildir.
Ve onlar, ilmihallere yazılmazlar.
İlmihallere yazılan hususlar, “edille-i şer’iyye” (Şeriat’in
delilleri) çerçevesinde sabit olan ve fıkıh usulü bağlamında
ulaşılan dinî malumattır.
Din, insanların kendi akıllarınca “süreçten geçirecekleri”,
güncelleyecekleri dinamik bir oyuncak, bir deneme tahtası, bir yap boz
aleti değildir.
*
Âşık İsmail’in sazının tellerine dertli dertli vurarak cihana saldığı
içli ve yanık ağıtta şu cümle de yer alıyor:
“Ürettikleri tuhaf
nostalji duygusunun hiçbir işe yaramadığını fark etmiyor oluşları bu
isimleri ‘toplumsal’ın dışına itiyor.”
Tuhaf nostalji duygusu dediği şey, Esra bilmem ne ile KADEM adlı
“Anadolu İrfan Ateşi” topluluğunun en az modern dans ve valsler kadar
artistik ve toplumsal “dinamik süreç ilerleyişi” değil.
Büyük İslam İlmihali’nin ve dolayısıyla İslam
hukukunun savunulması.
Bunlar, bu tavırlarıyla “toplumsal”ın dışında kalıyorlarmış..
KADEM öyle değilmiş, maşallah en az Anadolu Ateşi topluluğu
kadar toplumsallar.. Aynı ateşli toplumsallık bir ölçüde bunlarda da var.
İslam hukukunu savunanlar ise “toplumsal”ın dışındalarmış.
Âşık İsmail'in sözlerinde doğruluk payı var; yalnız, “toplumsal” yerine “kamusal”
deseymiş daha “eyi” olurmuş.
Çünkü Selanikli Deccal’in kurduğu laik (siyasal dinsiz)
devlet, İslam hukukunu “kamusal”ın dışına sürgün etmiş durumda.
Selanikli, İslam’ı “kamusal”ın yanı sıra “toplumsal”dan da silmek
için milletin ensesinde boza pişirdi, gâvur şapkası için darağaçları kurdurup
insanları astırma da dahil akla gelebilecek her zulmü yaptı.. Ne medrese
bıraktı, ne Kur’an kursu, ne tekke, ne dergâh.
Ancak, bu millet “kamusal”a güç yetiremese de, “toplumsal”da kaybettiği
mevzileri “pasif direniş”le yavaş yavaş yeniden ele geçirmeye başladı.
*
“Kamusal”a çöreklenmiş olan Atatürkist deccalî kist kafa, baktı ki
İslam’ın “toplumsal”lığını engelleyemiyor, bu defa yeni bir oyun kurdu.
“Toplumsal”a cepheden saldırmak yerine “beşinci kol”
marifetiyle içeriden çürütme ve yok etme eksenli bir strateji ve taktikler
dizgesi üretti.
Tarikatlara sızdı, adamlarını şeyhlik postuna oturttu.
Şöhret heveslisi tipleri “hocaefendi” haline getirip “cemaat lideri”
yaptı. (Fethullahçı Takiyye Örgütü ve yerli-milli-devletçi
benzerleri böyle ortaya çıktı.)
Ajanlarına dindar/dinci gazeteler, dergiler çıkarttırdı, yayınevleri, radyolar,
TV kanalları kurdurttu, eli kalem tutan “dindarlığa meyilli” yazar
çizer taifesini onlar vasıtasıyla “vesayet” kanatları altına aldı,
üzerlerinde “kontrol” tesis etti.
Elemanlarına dernekler, vakıflar, özel okullar, özel
üniversiteler kurdurttu.
Hepsi, “kamusal”ın yanı sıra “toplumsal”ı da laik (siyasal
dinsiz) devletin kontrolü ve
vesayeti altına almak için..
KADEM adlı “Anadolu irfan ateşi” topluluğu gibi oluşumları
değerlendirirken bu sosyo-politik arka planı, “örtülü”
vesayet, manipülasyon ve kontrol “dinamik süreci”ni unutma gafletine
düşmemek gerekir.
*
Bu kontrol ve vesayeti kabul etmeyenlerin payına düşen ise (bazen tacize
dönüşen) sıkı takipten ibaret.
TRT’nin MİT dizisi Teşkilat’ın 109'uncu
bölümünde şöyle bir sahne var: MİT’in kahraman ajanı Ömer,
Şirket adlı uluslararası çetenin adamı Çetin’i, hayatının
bağışlanması karşılığında çetesine ihanet etmeye razı ediyor.
Fakat ona verdiği bir müjde var: Her ne kadar kendileri öldürmüyorlarsa
da, hayatının geri kalanında Çetin, daima Şirket tarafından zehirlenme
korkusu ile yaşayacak, yediği lokmalar hep boğazına
dizilecektir.
Şirketin otomobil ya da helikopter kazası hizmeti
ayarlamayacağını, yahut mafyadan devşirecekleri kiralık katillerle onun
midesini kurşunla doldurmayacaklarını, veya kaçırıp bir yerde
işkenceyle öldürmeyeceklerini, sadece zehirleme hizmeti sunacaklarını nasıl
biliyorlarsa?
Tamam bu bir kurgu da, niye böyle bir kurgu?
Derler ki kişi herkesi kendisi gibi zannedermiş, kendisi o sıralarda
nasıl bir psikoloji içindeyse, belirli durumlarda ne yapıyorsa, herkes için de
öyle düşünürmüş.
*
Evet, Âşık İsmail, “toplumsal” resitalini şu cümleyle sürdürüyor:
“Çünkü
ürettikleri ‘müze-dil’le ortaya koydukları ‘Asrısaadet simülasyonlar’ını
gerçek zannediyorlar.”
Burada “müze-dil” İslam hukukuna (Büyük İslam İlmihali’ne)
düşüyor.
Esra adlı akademik paçozun dili “müze-dil” değil, onun dili “bugünün
dili”.
İslam’ın dili, “tarihsel”.. Çağdışı.. Müze-dil, müzelik
dil..
Tamam, tümden değersiz olduğu söylenemez, fakat günlük kullanıma
müsait değil.. Müze raflarında seyirlik meta olarak kilit altında tutulmalı.
KADEM’in amazon ateşi Esra ise, en az Anadolu Ateşi “sanatçı”ları kadar
ateşli bir şekilde “bugünün kadın hakları teorisi”ni seslendiriyor.
Buna karşılık İslam’ın kadın hakları öğretisi “bugünün” değil.. O,
dünün.. Hatta çağlar ötesinin.. Çağdışı.. Müzelik..
O, tuhaf bir nostaljiden ibaret.
Tuhaf olmayan, doğal ve normal olan, bugünün ateşli kefere ve feceresinin
ateşli teorisi.
*
Asr-ı Saadet (mutluluk çağı), Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in
yaşadığı, Kur’an’ın nazil olduğu dönem.
Dolayısıyla, Asr-ı Saadet, Kur’an’a sarsılmaz
bir imanla bağlanılması, hükümlerinin hayata geçirilmesi, ve Sünnet’in
teşekkülü demek oluyor.
Ehl-i Sünnet (Sünnet ehli) dairesi içinde olmak da bu anlama geliyor: Sünnet’e
(Rasulullah’ın emir ve tavsiyelerine) tabi olunarak Kur’an’a
(Allah’ın ipine, hablullaha) sımsıkı sarılınması.
Yeni Şafak’ın âşık zavallısı ise, bu Sünnet’e bağlılık (Ehl-i Sünnet)
hassasiyetine, İslam fıkhına, Şeriat’e, “bugünün küffarının kadın hakları
teorisi” namına çamur atıyor, onunla “simülasyon” diyerek alay ediyor.
Sanki bir Asr-ı Saadet yaşanmamış, ortada Kur’an ve
Sünnet yok, insanlar bunu bir animasyon gibi simülasyon olarak
kendileri icat edip üretmişler.. Gerçek değil..
Gerçek değil, fakat “İslam hukukunu küffarın bugünkü küfüne karşı”
savunanlar onu gerçek zannediyorlar.
Gerçek olan, küfür düzeni.. Küfrün teorileri..
İslam’ın mesajı ise gerçekten, gerçeklikten uzak simülasyon.
KADEM’in Yeni Şafak yazarı âşık avukatının
yazdığı bu.
*
Ey bu piyonları kullanan şımarmış azgın müstekbirler, siz hiç
ölmeyeceksiniz, hep bâki kalacaksınız, mezara girip Münker ve Nekir’in eline
düşmeyeceksiniz, değil mi?!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder