“Dünyadaki
eski egemenler, dalkavuk ve hilekâr olan, fakat kendilerine karşı direnmenin
mümkün olmadığı ve hem Sezar’a hem de Tanrı’ya ait olan şeylerin kendilerine
verildiği yeni egemenlerle yer değiştirdiler.”
Lord
Acton, 1870
yılında, laik demokrat yönetimlerin aldığı biçimi böyle ifade ediyordu. Devlet
artık sadece Sezar’ın hakkıyla yetinmiyordu, Tanrı’nın hakkını da gasp etmişti.
Acton’a
göre, insan eliyle yapılan kanunların yol açtığı sonuç şuydu:
“Kanunları yalnızca üst sınıflarca yapılan toplum, fakirler
için en iyi şeyin hiç doğmamak olduğunu, bundan sonraki en iyi ikinci şeyin ise
çocukken ölmek olduğunu ya da yoksulluk, suç ve acı içinde yaşamak zorunda
kalacaklarını ilan etmektedir.”
Birçok
ülkede artık laik demokrasi “laikçi”lerin iktidarı olarak anlaşıldığı
için, yukarıdaki ifadeleri, günümüz dünyasına şu şekilde uyarlayabiliriz:
“Kanunları yalnızca laik egemenlerce yapılan toplum, dine
göre yaşamak isteyenler için en iyi şeyin hiç doğmamak olduğunu, bundan
sonraki en iyi ikinci şeyin ise çocukken ölmek olduğunu ya da onların eğitimsizlik,
dışlanma ve kamu hayatından uzaklaştırılma içinde acıyla yaşamak zorunda
kalacaklarını ilan etmektedir.”
Voltaire,
1764 yılında şunları yazmıştı:
“İnsan hakları, her koşulda doğal hukuka dayanmak zorundadır
ve her yerde, her ikisinin de en büyük ve evrensel ilkesi ‘Sana yapılmasını
istemediğin şeyleri başkasına yapma’dır. Bugünlerde, (...) bazı ülkelerde,
şu şekilde şeyler söylemekten hoşnut olanlar vardır: ‘Benim inandığım gibi inan
yoksa senden nefret edeceğim; ya inan ya da elimden geldiği kadar sana zarar
veririm. Sizi gidi canavarlar! Benim dinimden değilsiniz; öyleyse dinsizsiniz.
Sizler komşularınız için, kasabanız için ve şehriniz için nefret uyandıran
kişilersiniz’.”
Voltaire
bugün yaşıyor olsaydı, belki de sözlerini şu şekilde sürdürecekti: “Diğer bazı
ülkelerde de, şu şekilde şeyler söylemekten hoşnut olanlar vardır: ‘Benim
gibi laik demokrat ol, yoksa senden nefret edeceğim; ya laik demokrat ol ya da
elimden geldiği kadar sana zarar veririm. Sizi gidi canavarlar! Benim gibi laik
demokrat değilsiniz; öyleyse vatan hainisiniz, devlet düşmanısınız. Sizler
ülkeniz için nefret uyandıran kişilersiniz’.”
*
Laiklik hristiyan Batı’da bir hak
olarak başlamıştı, bugün birçok yerde (özellikle de Türkiye gibi
ülkelerde) bir yükümlülük ve zorunluluğa dönüştürülmüştür. Din ve vicdan
özgürlüğü olarak başlamıştı, artık birçok yerde din ve vicdan yasakçılığı
halini almıştır.
Spinoza,
1670’de laikliğin gerçek manasını şöyle açıklıyordu:
“Neyin doğru olarak kabul edileceğini, neyin yanlış olarak
reddedileceğini ve ibadetlerinde hangi fikirlerin insanları harekete
geçireceğini belirlemeye çalışmak egemenliğin kötüye kullanılması ve
yönetilenlerin haklarının gasp edilmesi anlamına gelir. Bu konuların tümü,
insanların kendi rızaları ile bile feragat edemeyecekleri doğal hakları
arasında yer alır.”
Spinoza,
300 küsur yıl daha yaşamadığı için şanslıydı. Çünkü, ibadetlerinde insanları
hangi fikirlerin harekete geçireceğini belirlemeye çalışmanın (onlara düşünce
ve inanç hürriyeti tanımayıp fikir empoze etmenin) demokratik hakların
kötüye kullanılmasının engellenmesi çabası olduğunu iddia eden insanlarla
karşılaşması, “kafayı yemesine” neden olabilirdi.
Evet,
günümüzde birçok ülkede, görünüşte demokratik hakların kötüye kullanılmaması
için, devlet, insanların ibadetlerinin yöneleceği hedefi belirleyebiliyor.
İşte
bu, devletin tanrılaştırılmasıdır..
*
Diyanet İşleri Başkan
Yardımcısı Doç. Selim Argun bakınız ne diyor:
“Bütün camilerde aynı hutbenin okunması Anayasanın
Başkanlığımıza tevdi ettiği milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç
edinmek görevi temeline dayanmakta ve dinin bütün konularına yıl
içerisinde orantılı olarak yer verilmeye gayret edilmektedir.”
Görüldüğü
gibi, müslümanları ibadetlerinde hangi fikirlerin harekete geçireceği Kur’an
ve Sünnet’e bakılarak belirlenmiyor.. Diyanet’in hutbelerine laik (din dışı,
siyasal dinsiz) anayasanın talimatı yön veriyor.
Kısacası
Türkiye’de, özü itibariyle laik olmayan (gerçek anlamda din ve vicdan
hürriyeti tanımayan) bir şeklî laiklik mevcut.
Doç.
Argun’un iddiasının aksine, Diyanet’in hutbelerinde dinin bütün konularına
yer verildiği de söylenemez.
Mesela
“şirk”in gerçek anlamı anlatılmıyor.
Mesela devletin (siyasal otoritenin) görevinin Allah’ın indirdiği ile hükmetmek olduğu söylenmiyor.. Söylenemiyor.. Buna izin yok.. Konu bu noktaya geldiğinde “din ve vicdan hürriyeti” balonu patlıyor.
*
Spinoza
şanslıydı, çünkü şu fikirlerinin bir gün hayata geçirileceğini umabiliyordu:
“Devletin asıl amacı, korkutarak kural koymak, kısıtlamalar
getirmek ve mutlak itaati sağlamak değildir; bunun tam tersine, mümkün
olan en emniyetli şekilde yaşasınlar diye insanları bütün korkulardan beri
tutmak, başka bir deyişle, kendisine ya da başkalarına herhangi bir
zarar vermeksizin çalışma ve varlığını idame ettirme doğal hakkını
güçlendirmektir.”
Bu noktada bazıları, mesela Şeriat’in
hakim olması durumunda kimi insanların başkalarına zarar verme konumuna
geleceğini ileri sürebilirler.
Bu, yanlıştır.. İslam,
faydalı olan (ve zararlı olmayan) hiçbir şeyi yasaklamamıştır.
Mesela içki yasağını
alalım..
Alkolün trafik
dışındaki alanlarda yol açtığı tahribat ani değildir, daha geniş bir zaman
dilimine yayılır. Aile yapımıza etkisi bu türdendir. Alkol alanlar hiç
kimseye zarar vermeseler bile kendilerini mahvetmiş olurlar.
Bu durumda bile, Sosyal Güvenlik
Kurumu’nun halkın vergileriyle sahip olduğu imkânlar onların sağlık
sorunları için heba edilir.
Araba kullananların alkol almaması konusunda
bugün toplumsal uzlaşma var. Çünkü herkes trafiğe çıkıyor, can ve mal
tatlı.
Aynı mantıkla, kamu düzeni
ve kamu sağlığı açısından, halka açık yerlerde içki kullanımının
yasaklanması pekâlâ düşünülebilir.
Fakat Türkiye’de böyle bir
talebin dile getirilmesinin, “insan hak ve hürriyetleri” feryatları duvarına
çarptığını görüyoruz.
Kimileri de bunu Şeriatçılık
ve irtica özlemi kabul ediyor.
“İlke” değil, “düşman”
merkezli düşünen bu kişilere göre, Şeriat tarafından yasaklanmış olan birşey,
sırf Şeriat tarafından yasaklanmış olduğu için insan hak ve hürriyetlerinin
kapsamına girebiliyor.
Hırsızlık, gasp, kapkaççılık
ve cinayet de Şeriat’e göre suç. Yoksa bütün bunlar da serbest mi olmalı?!
Batılılar’ın, müdahale etmek
istedikleri ülkelere karşı demokrasi ve “insan
hak ve hürriyetleri” kavramlarını bir silah olarak kullanmalarının bir
benzerini, yerli-milli Şeriat düşmanları da sergiliyor.
*
Onların toplumsal sağlığı,
huzur ve asayişi tehdit eden zararlı bir alışkanlığı hak olarak savunmaları göz
önüne alındığında, Turgot’nun 1775 yılında Fransa Kralı’na “hoşgörü”
konusunda sunduğu önergede yaptığı tespit daha bir anlamlı hale gelmektedir:
“Kendi
vicdanına uymak her insanın hakkı ve görevidir ve hiçbir kişi kendi
vicdanını diğeri için bir kural haline getirme hakkına sahip değildir.”
Bunun anlamı, dinde (ve
fikirde) zorlama olmamasıdır.
Aynı şekilde, laiklikte de
zorlama olmamalıdır.
Vicdan tek başına ölçü olamaz..
Esas olan, objektif/nesnel fayda ve zarar durumudur.
Ve laiklik, zararlı
bir nesnenin ya da uygulamanın savunulmasının mazereti yahut gerekçesi olarak
öne sürülemez.. Sürülmemelidir.
Allahu Teala, kendi dininin
bile zorla kabul ettirilmesini, başka vicdanlar için kural haline getirilmesini
istememektedir. Bakara Suresi’nde bu nokta açıkça belirtilir: “Dinde zorlama
yoktur.”
İnsan ancak kendi vicdanıyla
İslam’ı benimsemişse İslam onun için kuraldır ve ondan takiyye yapmaması,
İslam’a uyması beklenir.
Aynı şekilde, laikler de
laikliğin bir gereği olarak başkalarının din ve vicdan hürriyetine saygı duymak
zorundadırlar.
İnsanların geneli için kural
olan ilkeler, insanların vicdanını aşan ve ilahî kaynaktan gelen
ilkelerdir:
“Muhakkak ki Allah adaleti,
iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder; çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da
yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” (Nahl, 16/90)
*
Lysander Spooner’in 1885 yılında ABD
Başkanı Grover Cleveland’a yazdığı mektupta yer alan sözleri, günümüzde adalet
ilkesinin niçin unutturulmaya çalışıldığını, laik demokrasininse
dillerden düşürülmediğini açıklamaktadır:
“Beyefendi, herhangi bir devlet rasyonel, tutarlı ve dürüst
bir devlet ise herkesin haklı olarak itaat etmeye zorlanabileceği türden
bazı temel, devredilemez ve ebedî ilkelere dayanmak zorundadır. Ve devletin
bütün gücü bu tek ilkenin idamesini sağlamak ile sınırlı olmalıdır. Bu
ilke adalettir. Herhangi bir insanın hak sahibi olarak diğer insanlara
zorla uygulayabileceği veya kendisine karşı zor kullanılarak uygulanmasına rıza
gösterebileceği başka bir ilke yoktur.”
Evet,
ne laiklik, ne de demokrasi insanlara bir ilke olarak dayatılabilir.
Yeryüzünde
(Atatürk ilke ve inkılapları gibi) insanların kafalarının (ya da
kafasızlıklarının) ürünü olan ilkeler değil, sadece (Allahu Teala’nın istediği)
adalet ilkesi hâkim olmalıdır.
İşte
Allahu Teala İslam Şeriati’ni, bu gerçekleşsin, dünyada adalet hâkim
olsun diye tebliğ etmiştir.
İslam
Şeriati, faydalı olan hiçbir şeyi yasaklamaz, zararlı olan hiçbir şeye de (güç
kuvvet sahibi azgınlar öyle istiyor diye) izin vermez.
İslam
Şeriati’nin her hükmü serapa hikmettir.
*
Mesela
kısası alalım..
İslam,
katilin (cinayet işleyenin) aynı şekilde öldürülmesini emreder..
Allahu
Teala Kur’an’da “Kısasta hayat vardır” buyurmuştur..
Birisini
öldürdüğünde hapishanede misafir edilmeyeceğini, aynı şekilde kendisinin de
öldürüleceğini bilen biri kolay kolay cinayet işleyemez..
Böyle
bir durumda da öldürülmeyi umursamayıp cinayet işleyen yine çıkacaktır, fakat
bugün bunu bin kişi yapıyorsa o zaman ancak bir kişi buna cesaret
edebilecektir.
Gel
gör ki, laik demokratlar, sırf Şeriat’in hükmü olduğu için bu
emri kabul etmez, kısas hükmünü çağdışı olarak nitelendirirler. (Sözde
müslüman, özde laik demokrat olan reformist-tarihselci-“düzen”baz ilahiyatçı
tufeylîler “çağdışı” kelimesi yerine “tarihsel” tabirini
kullanıyorlar.. Böylece Şeriat hükümlerini sözde aşağılamamış, inkâr
etmemiş, “bilimsel” bir yaklaşımla “yorumlamış” oluyorlar.. Halbuki, “tarihsel”
kelimesine yükledikleri anlam, “küfür”baz laiklerin “çağdışı” kelimesiyle ifade
ettikleri durumdan ibaret.)
Evet,
Allahu Teala’nın kısas konusundaki emri söz konusu olunca birdenbire pek
merhametli çağdaş ve uygar insanlar haline gelen laik demokratların,
mesela Selanikli Mustafa Atatürk’ün İzmir Suikasti girişimi
bahanesiyle yaptığı katliam söz konusu olunca dut yemiş bülbüle döndükleri görülüyor.
Bilindiği
gibi gerçekte İzmir suikasti diye birşey yok, başarısız suikast girişimi var..
Suikast girişiminden muhbirler vasıtasıyla önceden haberdar olunmuş, ve bunlar
konuşlandıkları yerden olgunlaşmış armut gibi toplanmışlar.
İmdi,
ortada bir suikast olmadığı için, İslam Şeriati’ne göre bu adamları (ve
onları azmettirdikleri iddia edilen kişileri) kısas gereği idam etmek mümkün
değil.. Ancak tazir cezası verilebilir..
Peki
Selanikli ne yaptı?.. Bu girişimi bahane ederek tam 19 kişiyi idam
cezasına çarptırdı..
Epeyce
bir kişiye de hapishanenin yolu göründü.
(Eski
arkadaşı İsmail Canbulat, idam edilenlerden.. İsmail Canbulat ve Halis
Turgut önce 10 yıl hapse mahkum edilmişlerdi, karara itiraz ettiler, bunun
üzerine onlara “Beğenmediniz mi, peki, o halde sizi asalım” dediler ve
astılar.. Selanikli adaleti.. Hâlâ bu adamın “tarihsel” olmadığı kabul
edilen ilke ve inkılaplarıyla yönetiliyoruz.)
*
Evet,
Şeriat’i beğenmeyenlerin başta gelen karın ağrılarından biri bu kısas
hükmüdür..
Yine,
hırsızın elinin kesilmesi hükmünü de çağdışı (tarihsel) bulurlar..
Fakat,
aynı kişiler, birileri kendilerinin servetlerini “iç ettiğinde” ellerinden
geliyorsa devreye mafyayı koyup hırsızları işkenceyle öldürtmekten
de geri kalmazlar..
Bu,
onlara göre adil bir karşılıktır..
Bunlar
evlilerin zinasının ispatlanması durumunda geçerli olan recm cezasını
da çok ağır (çağdışı/tarihsel) bulurlar, fakat memlekette işlenen çağdaş namus cinayetleri üzerinde
düşünmek de işlerine gelmez..
Bu
cinayetleri işleyenlerin nerdeyse hiçbirinin derdinin “Şeriat’e itaat”
olmadığı, bunun insanın (her çağda aynı olan) psikolojik yapısıyla alâkalı olduğu akıllarına
gelmez.
Bu
memlekette namus bahanesiyle öldürülenler şayet Şeriat’e göre cezaya
çarptırılmak istenseler maktullerin belki ancak binde birinin suçu hukuken
sabit olur.. Suçu hukuken sabit olmadığı (mahkemece sabit görülmediği) halde
bir kadını öldürenin ise cezası (kısas gereği) öldürülmesidir..
Evet,
Şeriat, toplumda huzur ve emniyeti sağlamanın yegâne yoludur..
Bunun
makul ve insanca başka bir yolu yok..
Ha,
hayvanca yaşamı kabul eder, mesela Selanikli’nin Kâzım Karabekir’e
söylediği gibi “zenginleşmek için din ve namus telakkisini kaldırma”
yoluna giderseniz sizin için her yol mübahtır.
(Böyle
olmakla birlikte, “dinsiz ve namussuz” olanların bir kısmının “Sen sadece benim
zenginliğim olarak kalmalıydın” türünden namusvari cinayetleri yine de işledikleri
görülecektir.. Dinsizlik ve namussuzluk insanları adam öldürmekten alıkoysaydı,
bunu tavsiye eden Selanikli bir suikast girişimi bahanesiyle 19 kişiyi
ölüme mahkum etmezdi.. Bu memlekette suikast girişimine de değil, suikaste
maruz kalan ve ölen dünya kadar adam var, ve çoğu “faili meçhul” olarak
kaldı.. Bediüzzaman gibi zehirlenerek öldürülmek istenen fakat
hayatta kalanlar da var.)
*
Lysander
Spooner, ABD Başkanı’na yazdığı mektubunda şunları da söylüyor:
“Daha önce birer fert olarak yapamadıkları halde
ittifak yaparak ve kendilerini devlet olarak adlandırarak hiçbir grubun
diğer insanların belirli haklarını ve mallarını ele geçiremeyeceği
aşikardır. Fert olarak böyle yapmak konusunda hiçbir hakka sahip
olmadığı halde kendilerini devlet olarak sıfatlandıran herhangi bir grup,
ne zamanki diğer insanlara ya da onların
mallarına bir şeyler yapar; işte o zaman, eylemlerinin niteliğine
göre kendisini mütecaviz, hırsız ya da katil ilan etmiş olur.”
Bu
sözler, Martin Buber’in milliyetçilikle ilgili sözlerini akla getiriyor:
“Her milliyetçilik büyük bir umutla başlar ve sonunda kutsallaştırılmış
bir bencillik haline gelir. Bu kollektif bencillik (milliyetçilik,
ulus davası, kolektif enaniyet) bireysel bencillikten (“benci”likten, enaniyetten,
“ben davası”ndan) daha az kötü birşey değildir.”
Evet,
fertler yaptığında hırsızlık, arsızlık, namussuzluk, soygunculuk,
eşkıyalık, kanun tanımazlık, saldırganlık, zorbalık, alçaklık ve ahlâksızlık
olarak görülen işler, kendilerine devlet adını veren (ve kutsallaştıran, hatta tanrılaştıran) gruplar ya da
organizasyonlar tarafından yapıldıklarında meşru hale gelmezler.
Devlet
denilen kurum ile bir mafya ya da eşkıya çetesi arasındaki fark,
ilkinin “hukuk”a dayanıyor olmasıdır.
Ve hukuk,
yönetilenler kadar yönetenleri de “bağlamak”, onlar için de bağlayıcı olmak
durumundadır.
Hukuk,
kimseye imtiyaz/ayrıcalık tanımamak, mesela hırsızlıktan dolayı el kesiyorsa,
hırsızlık yapan kişi Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in kızı Fatıma’ydıysa
bile, onun da elini kesmek zorundadır.
Eğer
yönetenler için “dokunulmazlık” icat ediliyorsa, yönetenlerin has
adamları, yakınları, “istihbarat (haber alma)” işi için kullandıkları
kişiler saman altından su yürütebiliyor, bazen cinayet bile işleyebiliyorlarsa,
orada “adalet”den de, “hukuk”tan da söz edilemez.
Bu
durumda devlet, Spooner’ın dediği gibi, kendisini “mütecaviz (tecavüzcü),
hırsız ya da katil (bir başka deyişle çete, suç örgütü) ilan etmiş olur”.
*
Gerçekte,
İslam Şeriati ile yönetilmeyen hiçbir devlet, Allahu Teala katında çete
(suç örgütü) olmaktan kurtulamaz..
Böyle
bir devlette etkili konumda olan kişiler ahirette bunun hesabını vereceklerdir.
Gücü
yettiği halde
İslam Şeriati’ni uygulamayanlar (Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler), Kur’an’da
belirtildiği üzere, en iyi ihtimalle fasık ve zalimdirler (Bazen de kâfir).
Gücü
yetmeyenler mazur olabilir..
Ancak,
buna razı olmamak, (hadîs-i şerîfte belirtildiği üzere) elleriyle
düzeltemedikleri bu duruma dilleriyle tepki göstermek durumundadırlar.
Buna
da güçleri yetmiyorsa, onlara düşen, seslerini kesip susup oturmak, kalpleriyle
buğzetmektir. (Ancak, Allah için seslerini yükseltemeyen bu kişilerin, başka zaman kahramanlık nutukları atmamaları, birtakım "değer"ler için gerekirse canını bile verme edebiyatından uzak durmaları gerekir.)
Kalpleriyle
buğzetmiyor, buğzedemiyorlarsa, bilsinler ki, iman bakımından acınacak haldedirler.
*
Bu
kalpleriyle buğzetme mevkîinde olanlar şayet susmaz, “Din devletinin devri
geçmiştir, laik demokrasi daha iyidir” derlerse, bu sözleriyle küfre
düşerler.
Böylelerini
ikaz edip “Kardeşim, Şeriat’i savunmuyorsan, savunamıyorsan bari sus, böyle
facia laflar etme” diyenleri “fitne çıkarmak”la suçlayanlar ise, “iyilikle
emredip kötülükten nehyetmek” yerine “kötülükle emredip iyilikten nehyetme”
hatasına düşmüş olurlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder