İrancılık, Suudculuk, Arnavutlukçuluk,
Türkiyecilik vs. gibi “ulus-devlet”
eksenli “devletçilik”lerin (Huzeyfe radiyallahu anh’in rivayet ettiği hadîste
bahis konusu yapılan fırka olgusu çerçevesinde) Müslümanlar’daki
(ümmetteki) “cemaat” ruhunu öldüren (ve böylece onları “amelen” ve hatta
“zihniyet” bakımından Ehl-i Sünnet ve Cemaat tabirinde geçen “cemaat”in dışına
iten) birer fırkacılık hareketi olduğunu önceki yazılarda dilimizin döndüğünce
anlatmaya çalışmıştık.
Bu tür “cilik, culuk”ların akıl yürütüş
biçimi her yerde aynıdır.
Yani bir Türkiyeci ile bir (İranlı)
İrancı, bir Arap Suudcunun kendi “devletçiliği”ni savunma biçimi
benzerlik gösterir: Kendi devleti, İslam karşıtı devletlerin gerçek hedefidir,
sürekli komplolarla karşı karşıyadır, diğer ülkeler ise bu İslam karşıtı
cephenin açık veya örtülü işbirlikçisidir.
Mesela bir İranlı İrancı’ya göre,
Türkiye NATO üyesi bir ABD müttefikidir, laiklikten (siyasal dinsizlikten)
taviz vermek istemeyen Kemalist bir devlettir.. İran gibi İslamcı/Şeriatçı
değildir, anayasasının temelini oluşturan Atatürk ilke ve inkılapları
çerçevesinde hristiyan-yahudi uygarlığı ve çağdaşlığının peşine düşmüş bir “Batı
uydusu”dur. Halbuki İran bu ittifakın dışında ve karşısındadır, hedefidir.
Bir Suudcunun kendi ülkesi ve Türkiye
hakkındaki düşünceleri de bundan farksızdır.
Buna karşılık Türkiyeciye göre de Batı
asıl (şanlı tarihinden, Viyana önlerine kadar gitmiş olmasından dolayı)
Türkiye’den korkmaktadır.
*
Şaşırtıcı gelebilir fakat Suriye gibi
görece önemsiz bir ülkede bile rejim yanlısı ulema Türkiyecilerinkine benzeyen
argümanlarla Esed yönetimine destek vermiş durumdalar:
“… el-Buti, modern devletin gölgesinde, barındırdığı
çelişkilerin şuurunda olmayarak ‘rejimin fakihi’ne (el-fakîhu’s-sultânî) bir
örnek olarak karşımıza çıkmaktadır. O şaşırtıcı bir
şekilde [Suriye’nin şahsında] sürekli tuzaklara ve komplolara maruz kalan
bir İslam anlayışına sahiptir; Beşşâr el-Esed rejiminin çöküşü, ona göre [Amerikan komplosu
marifetiyle] İslam’ın çöküşü demektir.
“Onun bu bakış açısı
şöyle açıklanabilir: Ona göre … Suriye yönetimi hedef tahtasındadır.
Zira Suriye, Arap haklarının elde edilmesi için verdiği destekle Batı
politikalarının karşısında bir engel olarak durmaktadır. Amerikan
politikaları da el-Esed’i düşürmek
suretiyle, Suriye’yi bataklığa sürükleme ve parçalamayı hedeflemektedir.
Bu yüzden el-Bûtî, Suriyede
meydana gelen devrimin [ayaklanmanın] dış güçler tarafından yönetildiğini
… düşünmektedir. …
“… Aynı zamanda bu grubun fetvaları daima kendilerini rejimin
destekçisi, izleyicisi veya teşvik ve korkutmasına boyun eğen kişiler
olarak ortaya koymamaya çalışır. Bunu yapmalarının sebebi, verdikleri fetvanın siyasi
şaibelerden uzak olduğu ve sadece Allah’ın şeriatının, emrinin ve nehyinin
gereği olduğu görüntüsünü vermek içindir. Bununla birlikte, rejimin fukahası,
kendilerinin her ne kadar siyasetten uzak olduğunu devamlı vurgulasalar
da, her münasebette, başkan ve rejim adına idari kararları ve yönetimin
buyruklarını tebliğ eden şahsiyetlere dönüşmüşlerdir. Onlar aslında, dinin
hükümlerini ve dini fetvaları anlatma kılıfıyla rejimin tebliğciliğini
yapmaktadırlar. Bu ister, ders anlatma şeklinde olsun, ister camilerde verilen
hutbeler şeklinde olsun, böyledir. …
“El-Bûtî’nin
çelişkili tavırları, siyaset ve yönetimin [kendisi] üzerindeki etkisini
göstermektedir. O genelde, kendi mezhebine ait fıkhî tercihlere sıkı
sıkıya bağlı kalırken, zaman zaman siyasi otorite ile ilgili konularda …
fıkıh usulünün bazı delillerini kullanmak [ve yeni içtihat yapmak] zorunda
kalmaktadır. … Hatta bir adım daha ileriye giderek Batının Suriye rejimi
tarafından temsil edilen İslam’a kurduğu komplodan bahsederken, rejimin
baskısının kurbanlarından [kendi] cüzi maslahatlarını umumun [genel] maslahatı yolunda –ki bu da rejimin bekasıdır- görmezden gelmelerini ister. …
“Yine el-Bûtî’de dikkatimizi çeken bir nokta da, siyasi
otoriteye karşı teslimiyetçi tavrı [onların] icraatlarını sorgulama
cesareti gösterememesidir. O sürekli, otoritenin emirlerine karşı
konulamayacağını kabul etmektedir. Bu yüzden, hitabını sadece insanlara
[yönetilen vatandaşlara] yöneltmekte ve onların tasarruflarını sorgulamaktadır.
… Onun bu tutumu, sık sık çelişkiye düşmesine sebep olmuştur. Zira otorite
çeşitli etkenlerden dolayı tavrını sık sık değiştirmiştir. El-Buti de buna paralel olarak sık sık görüş
değiştirmek zorunda kalmıştır. …
“Bu tevillerden birisi
de, … bu devrimin [ayaklanmanın] adil ve müslüman bir yöneticiye isyan manası taşıdığını
düşünmektedirler. Bu yönetici aynı zamanda Siyonist düşmana karşı direniş
cephesini de temsil etmektedir. Bu yüzden, onların nazarında devrim
[ayaklanma] İsrail’e hizmet etmektedir; Allah’a, Resulüne ve Müslümanlara karşı
savaş ilanı mesabesindedir. Bu, el-Buti’nin
benimsediği ve hayatının son anlarına kadar arkasında durduğu görüştür. …
“Bu meselenin, bu [Suriyeci] grup tarafından ‘fitne’
olarak nitelenmesi ve bunun üzerinden fitneyi kötüleyen naslar [ayet ve hadîsler] çerçevesinde
değerlendirilmesine gelince, …
“Bu müftilerin
fetvalarını ve resmi beyanlarını incelediğimizde, … ‘İki zarardan daha azını [ehven-i şerreyni]
işlemek’, ‘Def’-i mefasidin celb-i menafia
müreccah [zarardan kaçınmanın fayda sağlamaya tercih edilir] olması’ gibi genel
kuralları delil olarak kullanmaktan öteye geçmemektedir. Üstelik burada bile, maslahat ve mefsedet’in [fayda ve zararın] doğru
tarifleri yapılmamakta, aralarında nasıl bir karşılaştırma yapıldığına yer
verilmemektedir. Bu karşılaştırma, kesin bir sonuç mu ifade etmektedir
yoksa zanna mı dayanmaktadır? Dolayısıyla bu yöntem, otoritenin arzusuna
uygun düşen bir dayanak veya çıkış yolu arayan kişinin kullanacağı yöntemdir.
Tabii ki, otorite ve otoritenin ihtiyacı ile uyumlu hareket etmektedir. Resmi
söylemi benimsemekte ve otoritenin
siyasi tutumuyla kendi
arasına mesafe koymamaktadır. Hatta çoğu zaman, karşıt görüş ifade eden
fetvalarda siyasi polemiklere girişmektedir. Halbuki hilâf ilmi, tarihsel geleneği olan bir ilimdir. En
önemli esası da, prensip olarak bütün içtihatların meşruiyetlerinin kabul ediliyor olmasıdır [İçtihat,
içtihatı nakzetmez, geçerliliğini kaldırmaz]. Ancak biz bu resmî fetvalarda, bu
anlayışın izine
rastlayamayız. Zira bu fetvaların varlık sebebi, siyasi muhalefet prensibine
düşman resmî
müftilerce siyasi bir fonksiyonu yerine getirmektir. Bu yüzden fetvaları halka yöneliktir
[sadece halkın tutumunu sorgular], yoksa yolunda yürüdüğünü düşündükleri devlet veya otoritenin
politika ve tutumuna
yönelik değildir.”
(Ruaa Mansour, Suriyeli Âlimlerin Suriye Savaşı Hakkındaki
Fetvalarının İslam Hukuku Açısından Analizi, yüksek lisans tezi, Bursa:
Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2018, s. 91-95.)
Görüldüğü gibi bir Suriyeci ile Türkiyeci arasında yaklaşım bakımından kayda değer bir fark bulunmuyor.
*
Doğal olarak, Huzeyfe r.a.’in rivayet ettiği
hadîste dile getirilen türden bir “cemaatsiz” dünyada “itaat” edilmesi
gereken bir “zamanın imamı” da mevcut değildir.
Yine, itaat edilmesi gereken bir kutup,
gavs vs.nin mevcudiyeti de söz konusu değildir. (Birbirini bilip tanıyan
keramet ehli gerçek evliyaullah [Öyle zannedilenler değil, gerçek velîler]
içlerinden birini en üstünleri görüp onun için “Bu kutuptur, gavstır” nitelemesini
belki yapabilirler, fakat bu, ümmetin bilmek ve inanmakla yükümlü oldukları
birşey değildir. Yani bir müslüman için “Falanca gavstır, kutuptur”
diyerek inanma ve peşinden gitme mükellefiyeti yoktur. Günümüzün tarikat şeyhlerine
gelince.. Bunların büyük çoğunluğu kendisinden başkasını adamdan saymaz, Şeriat
açısından kendisi de arızalı olduğu için diğer şeyhleri bu açıdan değil fakat “silsile”si
ve “icazet”i açısından sorgular, onları “sahte” olmakla suçlar.)
Evet, peşinden gidilmesi vacip olan
kutuplar, gavslar yoktur, terk edilmesi gereken fırkalar vardır.
(Fırkalaşmamış, fırka durumundaki mevcut devletlerin açık ya da örtülü
biçimde emrine girmemiş ender-i nadirattan meşayih ve ulema bahis
dışı; onlardan istifade edilmesi gerekir.)
*
Velhasıl, cemaatin, küresel İslam devletinin
mevcut bulunmadığı zamandaki bütün devletler (araya mesafe konulması gereken) fırkalardır.
Cemaat olmadıkları kesin olan bu fırkaları, ayette
geçtiği üzere taife olarak da adlandırmak mümkün olabilir:
“Eğer
mü'minlerden iki tâife birbirleriyle vuruşurlarsa, hemen aralarını düzeltin!
Artık onlardan biri (yine de) ötekine haksızca zulmederse, o takdirde Allah'ın
emrine dönünceye kadar o saldıran (taraf)la savaşın! Fakat dönerse, o takdirde
aralarını adâletle düzeltin ve adil olun! Şübhesiz ki Allah, adâletli olanları
sever.” (Hucurat, 49/9)
Ayetin Arapça’sında “taife” kelimesi
geçiyor. Bu kelimeyi kısım, grup, topluluk, zümre ve bölük diye
tercüme eden meal yazarları mevcut..
İmdi, bu taifeler, birer cemaat midir, değil
midir?..
Taifelere cemaat diyebilir miyiz?.. Bu
taifeler, kendilerinden ayrılanlara “cemaatten ayrılma” suçlaması
yöneltebilirler mi?..
*
Bugün Türkiye’de kendilerini “cemaat” olarak
tanıtan gruplar aslında “taife”dirler.
Fırkadırlar.
O gruplardan ayrılmak cemaatten ayrılmak
anlamına gelmez.
Fakat, böylesi gruplara katılan bir kişi,
aralarında kalmaya dair (şer’an mahzurlu olmayan) bir sözleşme yapmışsa,
ahd ü peyman vermişse ve (karşı tarafın sözleşmeyi çiğnemesi gibi) haklı bir
gerekçesi bulunmadan ayrılmışsa, sözünden dönmüş, ahdini çiğnemiş, münafıkça
hareket etmiş olur.
Fakat “cemaati terk” etmiş olmaz..
Çünkü o topluluk “cemaat” değildir.
Cemaat (büyük harfle başlayan, el-Cemaat
olan cemaat) başka birşeydir.
Hadîslerdeki cemaat kelimesiyle
kendilerinin kastedildiğini zanneden tarikatçı cahiller ile gerçeği
bildiği halde böylesi bir izlenim vererek insanları aldatan sahtekâr sofuluk
pazarlama anonim şirketleri de (terk edilmesi gereken) birer fırka
durumundadır.
*
Sahîh-i Müslim’i tercüme ve şerh eden
Mehmed Sofuoğlu,
cemaati terk edenlerle ilgili “cahiliye ölümü” ifadesi hakkında şöyle bir
açıklama yapıyor:
“ [Rasulullah
s.a.s.] ‘Her kim … İslam ümmetinden bir karış ayrılırsa cahiliyet
ölümü ile ölür’ buyuruyordu ki bu, başsız [imamsız, halifesiz] ve ictimaî
nizamdan [toplumsal düzenden, devletten] mahrum cahil milletlerin asi bir ferdi
olarak ölür demektir, yoksa kâfir olarak ölür demek değildir. Devlet
başkanına yapılan bu itaatın mutlak olmadığını, bunun bir hududu (sınırı) bulunduğunu,
birçok hukuk nazariyelerinde [kuramlarında, teorilerinde] ve fıkıh
sistemlerinde zikredilen bazı şartlar ve hallerinde bu itaatın son
bulacağını daha önceki hadîslerde ve hâşiyelerinde [ilave açıklamalarda] belirtmiş
bulunuyoruz.”
(Sahîh-i Muslim ve Tercemesi, C. 6, çev. Mehmed
Sofuoğlu, İstanbul: İrfan Yayımcılık, 1988, s. 51-52, dn. 22.)
Benzer
ifadeler merhum Ahmed Davudoğlu Hoca’nın Müslim şerhinde de
mevcut.. Bu açıklamalar kökeni itibariyle İmam Nevevî gibi alimlerin
yazdıkları şerhlere dayanıyor.
Ancak,
burada bir hususun altını çizmek gerekiyor: Cemaatten ayrılmak bazen küfür
anlamı da taşıyabilir.
Nitekim
bir hadîste şöyle buyuruluyor:
“Allah’tan başka
tanrı bulunmadığına ve benim onun elçisi olduğuma şahitlik eden bir
müslümanın kanı (öldürülmesi), ancak şu üç şeyden biri ile helal olur: Başından
evlilik geçmiş olduğu halde zina etmekle (es-seyyibü’s-zânî,
seyyib zinacı), öldürdüğü nefse karşı öldürülmekle, dinini terk edip cemaatten
ayrılmakla (ve’t-târikü li dînihi’l-mufârıku li’l-cemâati).” (A.g.e.,
C. 5, s. 261.)
Bu
hadîs, kütüb-ü sittenin tamamında yer almaktadır: Buharî: Diyet 5, hadis
no. 6484; Müslim: Kasame 25, hadis no. 1676; Tirmizî: Diyet 10, hadis no. 1402;
Ebu Davud: Hudud 1, hadis no. 4352; Nesaî: Tahrimu’d-dem 5, hadis no. 4016; İbn
Mace: Hudud 1, hadis no. 2534.
Dikkat
edilirse bu hadîste de “cemaat” için “el” takısı (the artikeli)
kullanılıyor. Doğal olarak bu “belli, belirli” cemaat, ümmetin genelini temsil
eden küresel İslam devletidir.
Mufârık kelimesi de yine “fırka” kelimesiyle
aynı kökten (fâraka-yufâriku fiilinden) türemiş “ism-i fail”.
Evet,
burada sözü edilen cemaat, “el” takısı almadan yazılan “herhangi” bir
cemaat değildir.
*
Burada
sözü edilen cemaatin İslam devleti demek olduğu, “öldürme”den söz
edilmesinden de bellidir.
Çünkü
bu tür had cezalarının uygulanması “İslam devleti”nin ve “Şeriat
mahkemeleri”nin varlığına bağlıdır.
İslam
devletinin bulunmadığı bir yerde (mesela Almanya’da), bugün cemaat denilen
toplulukların üyelerinden biri o cemaati (cemaatimsiyi) terk etse ve İslam’dan
da dönse, onun öldürülmesinden söz etmek abes olur.
Aynı
şekilde Türkiye’de mesela İsmailağa Cemaati’nden Talha Hakan Alp’in
dinden döndü ve cemaati terk etti diye öldürülmesini istemek söz konusu
olmaz.
Çünkü
Türkiye İslam devleti değil ve ortada “resmî” Şeriat mahkemesi yok.
*
Evet,
hadîslerde geçen cemaat, İslam devletidir, bugün adına cemaat denilen
topluluklar değil.
Sofuoğlu,
Abdullah ibni Mes’ûd radiyallahu anh’in rivayet ettiği bu hadîs hakkında şu
açıklamayı yapıyor:
“… İmam Şafiî, namazı terk edip tevbe
etmeyenin de katli (öldürülmesi) içtihadında bulunmuştur. Ebu Hanife
namazı terk edenin öldürülmesini tecviz etmemiştir (caiz görmemiştir) ki
bu içtihad şu İbn Mes’ûd hadîsine mutabıktır.
“Zina eden dul ki, nikah ile evlenmiş
ve evlilik hayatı bitmiş olan erkek ve kadın demektir. Bunu ifade eden seyyib
sözü bâkir (bekâr) mukabilidir (karşıtıdır). … Evlenmemiş
oğlan ve kız zina ederlerse, bunların cezası ölüm değil, yüz değnektir.
… “ ‘Zina eden kadınla zina eden erkekten herbirine yüzer değnek
vurun. Eğer Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız, bunlara, Allah’ın dini
hususunda acıyacağınız tutmasın. Müminlerden bir zümre de bunların azabına
şahit olsun.’ (en-Nûr, 24/2)
“Vurulacak değneğin serçe parmak
kalınlığında ince olması, çıplak değil, orta giyimli vücuda
vurulması, değnek en çok omuza kadar kaldırılarak vurulması, vücudun
(tek) bir noktasına değil, yüz gibi nazik bölgeler korunarak diğer kısımlara
ayrı ayrı vurulması, zayıf bünyeli olan mücrimler (suçlular) hakkında bu
şartların azamî tahfif edilmesinin (hafifletilmesinin) bu cezanın en mühim
şartları olduğu fıkıh (Şeriat) kitaplarında tasrih edilmiştir
(açıklanmıştır).”
(A.g.e., C. 5, s. 261, dn. 9.)
Cezanın
halkın huzurunda infazı hem ibret alınması ve başkalarının gözünün
korkutulmasını sağlar, hem de cezayı infazla görevli kişilerin yoksullar,
kimsesizler ve sahipsizler söz konusu olduğunda haddi aşmalarını, itibarlılar,
zenginler ve makam mevki sahipleri söz konusu olunca ise torpil geçip
onları serbest bırakmalarını engeller.
Şer’î
cezalar (Ki adalet demektir) karşısında birer merhamet abidesi haline gelen,
fakat laiklik ve Kemalizm/Atatürkçülük hesabına şapka giymedi diye insan
asılmasını bile alkışlayan düzenperestlerin, laik (siyasal dinsiz)
rejimlerin karanlık izbelerinde “Burada Allah yoktur” denilerek yapılan
akla havsalaya sığmaz canavarlıktaki işkencelerin “dilsiz şeytan”
kabilinden ortakları olduğunu unutmamalıyız.
*
Görüldüğü
gibi Sofuoğlu, “Devlet başkanına yapılan itaatin mutlak olmadığını,
bunun bir hududu bulunduğunu” söylüyor.
Sözünü
ettiği “devlet başkanı” laik (siyasal dinsiz) devletin ya da küfür
devletinin başkanı değil, İslam devletinin imamı (halife).
Laik (siyasal dinsiz) devletin başkanı değil.. Onun (dinî bir yükümlülük
olarak) itaat konusunda i’rabta hiç mahalli bulunmuyor.
Evet,
halifeye bile itaat “mutlak” değildir, emirlerinin meşru (Şeriat’e
uygun) olması şartına bağlıdır.
*
Nitekim
Hz. Ebubekir r. a. halife olduğunda şu özlü, veciz, ibret ve ders dolu hutbeyi
irad etmiştir:
“Ben sizin en
hayırlınız olmadığım ve istemediğim halde sizin başınıza halife
seçildim. Kur’ân nazil olmuş, Hz. Peygamber dinin hükümlerini
açıklamıştır. Ey insanlar! Onun bize öğrettiklerinden öğrendik ki, akıllıların
en akıllısı Allah’tan korkan, yani Allah’ın emirlerini yerine getirip,
yasaklarından uzak durandır. Acizlerin, zavallıların en zavallısı da
helal haram demeden günahlara dalandır. Sizin en güçlünüz, benim katımda
zayıfın hakkı kendisinden alınıncaya kadar en zayıftır. Sizin en
zayıfınız da hakkı alınıncaya kadar benim yanımda en güçlüdür. Ey
insanlar! Ben ancak Hz. Peygamber’in yoluna uyarım. Kendiliğimden bir şey
icat edici değilim. Eğer iyilik yaparsam bana yardımcı olunuz. Eğer doğru
yoldan saparsam beni düzeltiniz. Allah yolundaki cihadı terk
eden bir millet mutlaka fakr u zaruret ve zillete düşer. Bir toplumda fuhuş
yayılırsa Allah hepsine belayı gönderir. Ben Allah’a ve Rasulü’ne itaat
ettiğim müddetçe siz de bana itaat ediniz. Allah ve
Rasûlü’ne isyan ettiğim zaman artık bana itaat etmeniz gerekmez. Ey
insanlar! Benim yanımda doğruluk emanettir (güvenilirliktir), yalancılık ise
hiyanettir. Söyleyeceklerim şimdilik bundan ibarettir. Hem kendim
için hem de sizler için Allah’tan af ve mağfiret dilerim.”
Görüldüğü gibi Hz. Ebubekir “Allah ve
Rasûlü’ne isyan ettiğim zaman artık bana itaat etmeniz gerekmez” diyor.
Ayrıca “Ben ancak Hz. Peygamber’in yoluna uyarım.
Kendiliğimden bir şey icat edici değilim” diyerek “dinde güncelleme”
hadsizliği ile arasına mesafe koyuyor.
Ve de, algı operasyonu ve psikolojik savaş
gibi artistik laflar eşliğinde yalancılık ve siyasal dolandırıcılığı meziyet ve
fazilet gibi sunan modern devlet şeytanlığının aksine yalancılığı “hainlik”
olarak niteleyip lanetliyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder