UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN
KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 20
Bu yazı dizisinin bir önceki bölümünde,
Selanikli Mustafa Atatürk’ün Balıkesir’de camide öğle namazı kılıp Mevlid
dinlemiş ve ardından cemaate hutbe irad etmiş olduğunu görmüştük.
Hayır, zamane hutbelerinde olduğu gibi
salt güzel ahlâktan, büyüklere saygı küçüklere sevgiden, yaratılmışları
Yaratan’dan dolayı hoş görmekten, erkeklerin hanımlarının sözünden hiç çıkmamasından,
şefkatten, merhametten, hayırseverlikten bahsetmiyor.
Günümüzde İslam’ı salt bu konularda
vaaz vermeye hasreden “ahlâkçı-devletçi”lerimizin hoşlanmayacağı türden
şeyler söyleyen bir “radikal
Siyasal İslamcı” gibi konuşuyor.
El-Kaide lideri
şeriatçı Üsame bin Ladin’den, Taliban’ın kurucusu dinci
Molla Ömer’den, Şeriat için ayaklanan Şeyh Said’den farksız bir Mustafa
Kemal..
Hutbede
söyledikleri özetle şunlar:
1. Kur’an’daki
açık hükümler devletimizin anayasasıdır.
2.
Din ve dünya (devlet) işleri ayrılığından söz edilemez, bunlar birbirinden
ayrılmaz.
3. Camiler
sadece ibadet mahalli değil, aynı zamanda devlet (hakimiyet, egemenlik)
işlerinin de görüşülüp karara bağlanacağı yerlerdir.
*
Selanikli’nin
söyledikleri sadece bunlar mı?
Hayır!
Hutbe irad edip
minberden indikten sonra mihrabın önüne geçiyor ve halkın sorularını
cevaplıyor.
Ve şu mesajları veriyor:
Camilerde okunan
hutbelerde Asr-ı Saadet’te olduğu gibi “günün meseleleri” anlatılıp
halk aydınlatılmalıdır. .
Öyle ki
askerî konular da, idarî (devlet yönetimiyle ilgili) güncel mevzular da, malî (ekonomik) meselelerle ilgili
dinî hükümler de, günün siyaseti de, içtimaî (toplumsal) konular da hutbelerde kendisine yer
bulmalıdır.
Evet,
o gün halka öyle şeyler söylüyor ki, iki yıl sonraki Mustafa Kemal zaman
makinasıyla oraya gelmiş olsa, kendisini aman zaman demeden yakalayıp derhal
asardı.
Yine,
28 Şubat’ın (“milli görüş, adil düzen” gibi mırıltı ve fısıltılarda
bile PKK teröründen daha tehlikeli bir irticaî/gerici kalkışma sezen) darbeci
subayları ve MİT’çileri zaman makinasıyla o güne gitseler, belki de, akıl
hocaları, rol modelleri ve efendileri İsrail’in Gazze’de
yaptığının aynısını yapar, önce irticacı/gerici, radikal dinci Mustafa Kemal’e
“İhtimal bazı kafalar kesilecektir” kanununu uygular, ardından da bütün
Balıkesir’i bomba ve füze manyağı yaparlardı.
*
Selanikli
Mustafa Atatürk, 7 Şubat 1923 tarihinde Balıkesir’de irad ettiği hutbesinin/vaazının
ardından halkın sorularını cevaplarken, yedi ay önce TBMM’de yaptığı konuşmada
olduğu gibi yine, gözünün makam mevkide olmadığını, ilerde bir kenara çekileceğini,
en fazla sıradan bir TBMM üyesi olmakla yetineceğini söyleyerek,
muhaliflerini gaflet ve rehavete sürükleyecek şekilde kafasındaki bütün
tilkileri harekete geçiriyor. (Ancak, yedi ay öncesine göre çıtayı biraz yükseltiyor, "menfaat"li sıradan vatandaşlık "bahtiyar"lığından taviz verip düz TBMM üyeliğini kabul ediyor.)
Dört
buçuk yıl önce Erzurum Kongresi gecelerinden birinde hempaları Mazhar
Müfit ile Süreyya’ya müjdelediği gizli gündemini hayata geçirmek
için sıradan bir TBMM üyeliğinin kâfi olmadığını bilmiyor değil elbette..
Fakat,
muhaliflerini gafil avlayabilmesi ve onlara baskın yapabilmesi için,
kafasındaki tilkilerden onların haberdar olmayacağı şekilde derviş feragati
kıvamında tozpembe bir tablo çizmesi gerekiyor.
Uğur
Mumcu’nun Kâzım Karabekir’den yaptığı alıntıya
göre, hutbesinin ardından cemaatin sorularını cevaplarken millete şunu
söylüyor:
“Filhakika (gerçekten) vazife-i milliyenin hitamında
(ulusal görevin bitiminde) köşeye çekilerek istirahat etmekliğim benim için
bir menfaattir, bunu yapabilmek için şimdiye kadar istihsal olunan (elde
edilen) neticelerin tesbit olunduğu (sabitleştirildiği, belirlendiği) gibi
devam edeceğine itimat etmek icap eder, fakat bu hususta henüz bî-endişe
(kaygısız) olamam. Hiçbirinizin de bî-endişe olmamanızı tavsiye ederim. (…)
"İşte bu nokta-i nazardan (bakış açısından) milletin
içinde bir fert olarak ve tekrar milletin intihabına (seçimine) nail olursam
TBMM'de aza (üye) sıfatıyla çalışmayı vazife telakki ediyorum. Efendiler, ne
ben ne siz şahıslarımız üzerinde vaziyetler ihdasına (oluşturmaya) kalkışmayalım.”
(Uğur
Mumcu, Kazım
Karabekir Anlatıyor, 17. b., İstanbul: Tekin Yayınevi, s. 75.)
Adam
“gizli gündem” dokumacılığının çığır açmış ustası, takiyye tarikatının ekol
kurmuş pîri, yalancılık sanatının çağ atlatan virtüözü..
“Yeniden
intihap olunur, seçilirsem”miş..
Sonraki
süreçte, partisi Halk Fırkası’na rakip olarak kurulan Terakkiperver
Cumhuriyet Fırkası’nın kapısına kilit vuracak, bütün TBMM üyelerini kendisi
atayacak, göstermelik seçimlere sadece bu belirlediği isimler gireceği için
bunlar güya millet tarafından seçilmiş olacaktır.
*
Selanikli
o gün camide millete, Halk Fırkası’nı (Partisi’ni) kuracağı müjdesini de
veriyor. ("Menfaat"inden ve "bahtiyar"lığından taviz verip sıradan TBMM üyeliğine "fit" olmasının nedeni de işte bu müjdesi.. Lafta sıradan TBMM üyesi olmak için parti kuruyor.)
Kendisi
“milletin sıradan ferdi olmaktan” söz ediyor, tanburası ise parti havası çalıyor!
Evet, bir taraftan perhiz edebiyatı paralıyor, diğer taraftan lahana turşusunu kıtlıktan çıkmış gibi son kırıntısına kadar yalayıp yutma hesapları yapıyor..
Ele veriyor "talkını" ki salkımların tümünü "serbest rekabetsiz" ortamda yutabilsin.
Millî
vazife bittikten sonra köşeye çekilip istirahat edecek, milletin içinde alelade bir fert olacak, millet tarafından seçilirse TBMM'de
sıradan bir üye sıfatıyla çalışmayı vazife telakki edecek, kendi şahsı için “vaziyetler
ihdasına kalkışmayacak” bir adam, parti mi kurar?!
Daha
iyi anlaşılsın diye günümüzden örnek verelim: Ali Babacan, Ahmet Davutoğlu,
Fatih Erbakan, Muharrem İnce, Mustafa Sarıgül ve Ümit Özdağ gibi
isimler “milletin içinde alelade fert olmak” için mi parti kurdular?
Evet,
adam büyük takiyyeci, süper yalancı, dahi illüzyonist..
Saman
altından su yürütme ustası bir siyaset dolandırıcısı, belki tarihte bir benzeri daha bulunmayan “gizli gündemcilik” harikası..
*
Genelde
millet, özelde Balıkesirliler farkında olmasa da, Karabekir Selanikli’nin
çevirdiği numaraların, kafasında çılgınca hoplayıp zıplayıp cirit atan tilkilerin farkındadır.
Selanikli’nin
o gün söylediklerininin bütününden şu sonuca varır:
“… Gerek mutaassıp
bir dil ve eda ile İslamcılığı ele alması ve gerekse siyısi bir fırka (parti)
teşkiline ve onun başına geçmeye karar verdiğini ilan etmesi bende şu kanaati
tamamladı:
“Napolyon, vaktiyle başkomutanlıktan ‘Muhalif fırka yapan [Muhalif partilerin varlığına izin
veren]bir diktatör başına neler geldiğini görür’ fikrine
dayanarak nasıl
bir fırka ile imparatorluğa çıkmışsa [kendisini imparator ilan etmişse] şimdi de, Mustafa Kemal Paşa da aynı surette başkomutanlıktan tek fırka (parti)
ile -önlemekliğime rağmen- hilafet ve [cumhurbaşkanlığı
adı altında] saltanatı almak mefkuresine (idealine) yürüyecektir.
Bu yolda benim vatan ve millete karşı vazifem de şimdiye kadar olduğu gibi şimdiden sonra da bu
tehlikeli yolu önlemek olacaktır. Şüphesiz ki, saminiyet ve ikna ile sonuna kadar uğraşmak ve mümkün olmazsa cephe
almakla….”
(Mumcu, s. 75-76.)
Karabekir, Selanikli’nin çevirdiği dümeni o gün tüm boyutlarıyla
çözmüş..
Sorun şurada ki, Selanikli’nin halifelik hevesini o gün
için kursağında bırakmış olsa da, cumhurbaşkanlığı etiketli saltanatına
engel olma fırsatını kaçırmış bulunmaktadır..
Atı alan Üsküdar’ı geçmiştir.. Atı kaptıranlara düşen ise nal toplamaktan ibaret..
Evet, Karabekir, Selanikli’nin Halk Fırkası’na karşı İstiklal
Harbi’nin Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Adnan Adıvar ve Rauf Orbay
gibi önde gelen isimleriyle Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı kurarak onun
karşısına dikilecek, fakat İzmir Suikasti girişimi kumpasıyla kendisini
mahkeme huzurunda bulacak, başını ipten zor kurtaracak, bu arada partisi de
kapatılacaktır.
Böylece Karabekir, zamanında destek verip önünü açtığı, bir
“hiç” olarak İstanbul’a postalanması söz konusuyken kurtardığı Selanikli’ye
yaptığı iyiliklerin karşılığını eksiksiz bir biçimde alacaktır.
"Selanikli'yi padişah yapmışlar önce babasını asmış" şeklinde bir atasözümüzün bulunmaması ne büyük eksiklik!
*
Selanikli’nin (cumhurbaşkanlığı etiketi altında) saltanatı
uhdesine almak istemiş olduğu kesin, fakat halifelik konusunda ne
düşündüğünü tam olarak bilmiyoruz.
İki ihtimal
var:
Birincisi,
halife olmayı gerçekten istemesi, ve halife sıfatıyla dinde reform yapmayı
tasarlaması, Katolikliği icat ederek kendisini “Hristiyanlığın ikinci
peygamberi” yapan (ve Hz. İsa’yı “emekli”ye ayıran) münafık Pavlos (St. Paul) gibi İslam’ı
dönüştürmek istemesi.
İkinci ihtimal ise, gelecekte ilga etmeyi kafaya koyduğu halifeliği şiddetle
ve hararetle savunuyormuş gibi yaparak, ilerde “Hilafet, hükümet ve Cumhuriyet [kurumlarının] mana ve
mefhumunda esasen mündemiçtir (içkindir, içerilmektedir)” deyip, kaldırmıyor gibi konuşarak kaldıracağı, öldürmüyor gibi
yaparak öldüreceği hilafeti “esasen” muhafaza ediyor, koruyormuş gibi görünmek
istemesi.
Selanikli’nin aklından tam olarak neler geçtiğini bilmiyoruz,
Allahu Teala biliyor, fakat öyle görünüyor ki, birinci ihtimal doğruysa, halifelik
makamına oturup, Katolik Hristiyanlık’ta Pavlos’un (St. Paul),
Protestanlık’ta Luther’in yaptığına benzer birşeyi yaparak İslam’ı
reforma tabi tutmayı, kendi icadı yeni bir İslam ihdas etmeyi planlamış
olmalıdır.
Bu yeni İslam’da Arap, dili Arapça olduğu için ibadetine Arapça
devam etse bile, Türk (halifenin fetvasıyla) namazda surelerin Türkçe
mealini okuyacaktı.
Ezan Türkçe
okunacaktı.
Müminler sarık yerine yahudi fötrü ve hristiyan kasketi
giyeceklerdi.
Latin harfleri alınacak, Müslümanlar Kur’an’ın Arapça’sının
Latin harflerine aktarılmış şeklini bile değil, mealini okuyacaklardı.
Selanikli, aynı zamanda müceddid ve müçtehit bir halife
olarak “Ezmanın tegayyürü ile ahkâm tebeddül eder” (Zamanların değişmesiyle
hükümler değişir) fehvasınca dinde güncelleme yapacak, bu arada
müminleri “tesettür” (örtünme) yükünden de kurtaracaktı..
Örtünmenin yüzyıllar öncesinin çöl Arab’ı için gerekli olduğunu,
artık buna ihtiyaç kalmadığını söyleyecekti..
Evet, Selanikli gerçekten halife olmayı istiyorduysa eğer, muhtemelen
böyle şeyleri müceddid ve müçtehit halife sıfatıyla yapmayı
planlıyordu..
Hz. İsa aleyhisselam’ın pabucunu dama atan Pavlos gibi
kendisi de Rasulullah Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetini
ortadan kaldırıp yerine kendi “sünnet”ini ikame etmek istiyordu.
*
Halife olmayı istemiş olsa da olmasa da, Allahu Teala onun “halife”
unvanını kullanmasına, camiye gidip hutbe okumasına bir daha izin vermedi, onu rakılı
sofranın başına mıhladı, tarihe Said-i Nursî rh. a.’in “deccal”i,
Abdülhakîm Arvasî k. s.’nun da “habîs ruh”u olarak geçti.
Dini cami minberinden değil, rakılı-leblebili sofrasından uzaktan
kumanda ile yeniden dizayn etmeye koyuldu.
Şunu da kabul etmek gerekiyor ki, halife olamaması (krizin fırsat sunması kabilinden) ona başka açılardan fayda sağladı, hareket serbestisi kazandırdı.
Böylece kafayı daha rahat çekme, balolarda çağdaş Türk kadınlarıyla daha bir coşkulu dans etme, onları daha bir iştiyakla kucaklama fırsatını yakaladı.
Medreselerin kapısına kilit vurma, Arapça ve Kur'an öğretimini yasaklama, tekke ve dergâh gibi tarikat kurumlarını öcü ilan etme, "medeniyet tarikatı"ndan söz ederek emperyalist yahudi-hristiyan uygarlıkçılığının havariliğini yapma gibi hususlarda daha rahat hareket etme imkânına kavuştu.
*
Selanikli “dinci, Şeriatçı, radikal siyasal İslamcı”
nutukları sadece Balıkesir’de atmış değil..
TBMM’deki konuşmaları da aynı makamdan gazel okuyordu.
Balıkesir
vaazından 10 gün önce bir başka şehirde, İzmir’de, şöyle konuşmuş
bulunuyor:
“TBMM Hükümetinin Şer’-i şerif ahkâmından (Şerefli
Şeriat hükümlerinden) ibaret bulunan şura (istişare, danışma, müşavere),
adalet ve ulu'I-emre (iş/emir sahiplerine) itaat esasına tevfikan (uygun
olarak) teşekkül ettiği (kurulduğu) ve [salt] Türkiye devleti icin hilafet
mevzu-u bahs (söz konusu) olmayıp ancak bu zan, âlem-i İslam nazar-ı dikkate
(gözönüne) alındığı zaman varit olabileceği, çünkü makam-ı hilafet
yalnızca Türk’e değil yüce âlem-i İslam’a aittir. Alem-i İslam
elyevm
(bugün itibariyle) hal-i esarette bulunmasına binaen hilafet meselesini
hal
(çözme) ve tesbit edecek (belirleyecek) seviyeye vasıl oluncaya kadar TBMM
makam-ı hilafeti bir nokta-i ümit olarak muhafaza
edecektir.”
(Mumcu, s. 71.)
Görüldüğü
gibi, TBMM Hükümeti’nin Şerefli/Onurlu Şeriat hükümlerine göre
kurulduğunu söylüyor.
Yani
o gün için mevzubahis olan, memlekette hüküm süren devlet, bir Şeriat
devleti..
Şeriat
hükümeti..
Bunu
söyleyen Selanikli Mustafa Atatürk..
Birşeyi
daha söylüyor:
Hilafet
salt Türkiye’ye ait bir mesele değildir,
tüm İslam alemini ilgilendirmektedir.
Yani
hilafet, Türkiye devletinin ve Türk Hükümeti’nin emri ya da şemsiyesi altına
sığabilecek bir makam ya da kurum değildir.
Onu
aşan bir kurumdur.
Türkiye
Devleti de hilafet kurumunun şemsiyesi altında yer alma, hükmüne tabi olma
durumundadır.
Selanikli’nin
sözlerinden çıkan anlam bu..
“Mana
ve mefhum” bunu diyor.
*
İzmir’de
bunları söylediği tarihten beş gün önce (23 Ocak 1923’te) Bursa’da ise
şöyle konuşmuş bulunuyor:
“Hilafetin yalnız Türkiye halkına değil bütün İslam alemine şümulü olması hasebiyle bu makam hakkında karar vermek Türk
milletinin selahiyeti (yetkisi) haricindedir.” (Mumcu, s. 71.)
Bu
sözlerini, “Biz Türkiye olarak, Türkler olarak tek başımıza halife seçemeyiz”
anlamında söylenmiş sözler olarak yorumlamak da mümkündür.
Buna,
“Alem-i İslam elyevm (bugün itibariyle) hal-i esarette bulunmasına
binaen hilafet meselesini hal (çözme)
ve tesbit edecek (belirleyecek) seviyeye vasıl oluncaya kadar TBMM makam-ı hilafeti bir nokta-i ümit olarak muhafaza edecektir” şeklindeki
lafını da eklersek, asıl niyetinin, halife olmak değil, sonradan “Hilafet, hükümet ve Cumhuriyet [kurumlarının] mana ve mefhumunda esasen
mündemiçtir (içkindir, içerilmektedir)” diyerek hilafeti
kaldırmak olduğu düşünülebilir.
Bu tür laflarla bir yıl öncesinden kamuoyunu
hazırlamaya başlamış..
*
Öyle anlaşılıyor ki Selanikli daha
İstanbul’dayken İngiliz subaylarıyla (özellikle de İngiliz İstihbarat
Teşkilatı’nın / Gizli Servisi’nin İstanbul şefi Rahip Robert Frew ile)
yaptığı başbaşa “gizli” görüşmelerde onlarla sadece (cumhuriyetin ilanıyla) Osmanlı hanedanının elinden devlet başkanlığının alınması ve Osmanlı
Devleti’nin yıkılması hususunda değil, hilafetin kaldırılması konusunda da mutabakata
varmış.
Dönemin
İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon’un kafasındaki plan buydu.
Vikipedi’de Curzon’un 23 Aralık 1918'de yaptığı bir konuşmada sarfettiği ifadelere yer veriliyor:
“İstanbul'u elinde tutan güce muazzam bir stratejik ve siyasi önem
verilir. … Bütün bu yüzyıllar boyunca dünyaya Türkiye'nin dünyanın en
büyük güçlerinden biri olduğu izlenimini veren İstanbul'daki Türk
varlığıydı. İkinci olarak, onun Avrupa'daki varlığının, İslam'ın dünya
çapındaki itibarını ve gücünü artırmada ve Pan-İslam inancını teşvik
etmede çok büyük bir etkisi oldu. Türk İstanbul'dan çıkarılırsa, bana göre
Hilafet sorunu sonsuza kadar çözülür. Osmanlı Padişahı bütün bu asırlar
boyunca Hilafeti nasıl elinde tutabildi? Temelde iki sebebi var. Birincisi,
Kutsal Toprakların koruyucusu olduğu için ve ikincisi, İstanbul'a
sahip olduğu için. Birincisi [kutsal toprakların koruyuculuğu], ona tüm
dünyadaki Müslümanlar üzerinde büyük bir manevi ayrıcalık ve yetki verdi.
İkincisi [İstanbul’a sahiplik], onun büyük bir İslami Güç olarak görünmesini
sağladı. Kutsal Yerleri şimdi kaybetti. İstanbul'u da kaybederse, bana
öyle geliyor ki, Hilafeti elinde tutma şansı yok olacaktır. Mekke ve
Medine'den sonra İstanbul'u da kaybederse artık İslam dünyasının gözünden
düşecektir.”
(https://www.qdl.qa/en/archive/81055/vdc_100069672679.0x000065 Papers
of the War Cabinet's Eastern Committee [250v] (500/544) The Future of
Constantinople’dan aktaran https://tr.wikipedia.org/wiki/George_Curzon)
Curzon’un bunları söylediği sırada Mondros
Ateşkes Antlaşması’nın üzerinden iki aya yakın bir süre geçmiş durumda..
Selanikli’nin Samsun’a çıkmasına ise altı ay
var.
Söylediklerinden anlaşılan şu:
Bir: Türkler (Osmanlı), İslam
dünyasının gözünden düşürülmelidir.
İki: Türkler’i saygın kılan, “büyük güç”
gibi görünmelerini sağlayan, birincisi kutsal toprakların (Mekke ve Medine’nin)
koruyucusu olması, ikincisi de İstanbul’daki varlığıdır.
Üç: Bu iki durum değişmedikçe, Osmanlı (Türk),
hilafeti elinde tutmaya devam edecektir.
Dört: Mekke ve Medine’nin muhafızı/koruyucusu
olmaktan çıkan ve İstanbul’a sahip olması önemsizleşen bir Türkiye İslam
dünyasının gözünden düşecek ve hilafeti elinde tutma şansı yok olacaktır.
Curzon'un, Karabekir'e gönderdiği yeğeni Yarbay Rawlinson ile "kurulacak yeni devletin başkentinin Anadolu'daki bir şehir olması" tavsiye ve telkininde bulunması tesadüf değildi.
*
İngilizler’den, “Türkler’in Hicaz’dan (Mekke ve
Medine’den) uzaklaştırılması” ihalesini Mekke Emiri şerefsiz Şerif Hüseyin
almıştı.
Ancak, İngilizler’in Osmanlı’yı (Türkiye’yi)
Medine’den kovma “stratejik” hedefine ulaşması sadece Şerefsiz Hüseyin
sayesinde olmadı..
“Üç beyinsiz”lerden Cemal Paşa (Maşa) ile
Selanikli Mustafa Atatürk de çorbaya tuz attılar, bu işin “sevab”ından
mahrum kalmadılar:
“[Şerif
Hüseyin’in tertiplediği] İsyanın başlamasının üzerinden sekiz ay geçmişti.
Hicaz demiryolunun korunması çok büyük güçlüklerle sağlanabiliyor, Medine’nin
savunulması için de şehirde ciddi sayıda asker tutuluyordu. Bundan dolayı
bir ara Osmanlı Harp Erkânı tarafından Hicaz’daki askerin çekilerek bölgenin
tahliye edilmesi değerlendirildi. Konuyla ilgili olarak Enver Paşa Cemal
Paşa’ya bir telgraf çekerek onun fikrini aldı. Daha sonra mevzu hakkında
Şam’da karargâhta bir toplantı yapıldı. Cemal Paşa, Ali Fuad Bey ve Mustafa
Kemal Paşa arasında geçen görüşmede bir yanda Filistin müdafaa
edilirken öte yandan Hicaz’ın korunmasının mümkün olamayacağı kanaati baskın
geldi. Üstelik Medine boşaltıldığı
takdirde Filistin savunulabilirdi. Bunun üzerine Medine’nin tahliyesi
kararlaştırıldı.”
(Hasan Barlak,
“Fahrettin Paşa’nın Hicaz Cephesinde Bayrak Mücadelesi”, Studies Of The Ottoman Domain, Cilt
6, Sayı 11, Ağustos 2016, s. 26.)
Selanikli’nin Curzon’un planına “dolaylı”
hizmeti bununla sınırlı kalmadı..
Daha önce anlattığımız gibi Filistin-Nablus’ta
başında bulunduğu orduya tek kurşun atmadan ricat/kaçış emri vererek
gerideki cephelerin de hazırlıksız yakalanıp çökmesine yol açtı.
İzmir-Kayseri arasına karşılık gelen bir
mesafeyi yıldırım hızıyla aşarak ancak Halep’in kuzeyinde durabildi.
Her ne kadar kendisi paçayı kurtardıysa da
ordusu helak oldu.
Ardından hemen “yaverliğini cebine koymuş
bulunduğu” yeni padişah Vahideddin’e telgraf çekerek İngilizler’le
(gerekirse müttefik Almanya’dan ayrı olarak) behemahal (her ne pahasına
olursa olsun) barış yapılması, yani teslim olunması telkin ve teklifinde
bulundu.
*
Evet, Curzon’un temel hedefi Türkler’in
İslam dünyasındaki liderlik rolüne son vermek, itibarını yok etmek ve hilafeti
ellerinden almaktı.
“Hakiki İngiliz dostu” Selanikli
sayesinde meramına nail oldu.
Selanikli Türkler’in sadece “İslam alemindeki
liderlik” rolüne son vermekle kalmadı, ayrıca bir de “uygar, çağdaş”
Hristiyan-Yahudi aleminin kuyruğu haline gelmelerini sağladı.
Çift katlı ekmek kadayıfı, yeme de yanında
yat!..
Körün istediği bir göz, Allah vermiş iki göz..
*
Curzon, yukarıya aldığımız lafları ettikten beş
ay sonra, Selanikli’nin Samsun’a çıkışından ise bir ay önce, 18 Nisan 1919
günü, şunu söyleyecektir:
“Türklerin
İstanbul'dan çıkarılması, bence, her ne kadar ‘savaştaki yenilgilerinin en
önemli kanıtı olarak kaçınılmaz ve arzu edilir’ olsa da, pratikte hiçbir
Türk İmparatorluğu ve muhtemelen hiçbir Hilafet
olmadığı anlaşıldığında, [bir de İstanbul’un ellerinden alınması durumu
yaşanırsa] Doğu dünyasındaki Müslüman tutkulara, ve bu asık suratlı hınca,
kolayca vahşi bir çılgınlığa dönüşebilecek en tehlikeli ve en gereksiz
teşvikleri vereceğimize inanıyorum.”
(MacMillan, Margaret (2002). Peacemakers: The Paris Peace Conference
of 1919 and Its Attempt to End War / Paris 1919: Six Months That Changed The
World (Random House
Edition), s. 440 ve https://www.qdl.qa/en/archive/81055/vdc_100076917035.0x000027 Papers written by Curzon on the
Near and Middle East [19v] (38/348), British Library: India Office Records and
Private Papers, "Review of the Situation in the Middle East, with Special
Reference to the Danger of Delay in Reaching a General Settlement." [Genel
Bir Çözüme Ulaşmada Gecikme Tehlikesine Özel Atıf ile Ortadoğu'daki Durumun
Gözden Geçirilmesi.] Mss Eur F112/278, in Qatar Digital Library’den aktaran
https://tr.wikipedia.org/wiki/George_Curzon)
Görülen o ki, Curzon ve ekibi, değişmeyen
stratejik hedefleri doğrultusunda taktiklerini zamana, zemine ve değişen
şartlara göre yenilemiş ve revize etmişler.
Curzon’un bu sözlerinden, (Vahideddin’in
sonsuz güven duyduğu yaveri) Selanikli ile, Osmanlı
Devleti’nin/İmparatorluğu’nun yıkılması konusunda kesin bir mutabakata varmış
oldukları anlaşılıyor.
Curzon, “gizli anlaşma” halkasına
Karabekir’i de dahil etmek için Aralık 1919’da yeğeni Yarbay Rawlinson’u
Erzurum’a gönderecek fakat Karabekir bu ihanet çemberi içinde yer almayı reddedecektir.
İşte, Selanikli’nin (Curzon’un bu lafları
sarfetmesinden dört ay sonra, Rawlinson’un Karabekir’e açılmasından ise dört ay
önce) Erzurum’da kongre sırasında müftü efendi gibi dua edip padişahına
ve devletine olan sonsuz sadakat ve bağlılığından haber verirken gece
hempalarına muazzam bir özgüvenle “Saltanat kaldırılacaktır” diye “gizli
gündem”ini müjdelemesinin ardındaki etken, Curzon’un (İngiliz soğukkanlılığına
özgü) duygusallıktan uzak, “hedef odaklı” şeytanî pragmatizmine duyduğu inançtan başka birşey
değil.
*
Curzon, Selanikli’ye “İstanbul’u İngiliz,
Fransız ve İtalyanlar’dan kurtarma” kahramanlığı ve fatihliğini vermeyi,
onu Türkler nezdinde itibarlı ve saygın hale getirmeyi, muhalifleri karşısında eli güçlü kılmayı kafaya koymuş.
Cumhuriyet'in 50'nci yılı münasebetiyle şu beyanatı veren (Selanikli’nin sağ kolu, başbakanı) İkinci
Adam İsmet İnönü, ne söylediğinden habersiz bir aptal geveze değil, tam aksine, lafını sözünü bilen, bin düşünüp bir konuşan çok zeki bir "hesap kitap" adamı:
“İstiklâl mücadelesinin başarısı
da esasında İngilizlerin
buna karar vermesi ve diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle
mümkün olmuştur.”
(Milliyet Gazetesi‘nin
29 Ekim 1973 tarihli sayısından aktaran Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası, İstanbul: Yordam Kitap, 2018,
s. 60.)
İngiliz’in Selanikli’ye vereceği “vatan
kurtaran kahraman Hasan” madalyası karşılığında ondan istediği ise, “pratikte hiçbir Türk İmparatorluğu” kalmadığını bütün dünyaya
(özellikle de İslam alemine) göstermesi..
Selanikli, İstanbul’u İngiliz’den alarak Türkler
nezdinde “kişisel” itibar ve saygınlık hasadı yapacak, fakat buna karşılık Türk
milletinin İslam alemi ve dünya nezdindeki itibar ve saygınlığını bozuk para
gibi harcayacaktır.
Acayip bir takas..
*
Evet, Selanikli, "saltanata denk bir
cumhurbaşkanlığını uhdesine alma, her tarafa heykellerini diktirme, her
devlet dairesine bir fotosunu astırma, Türk milletini / Türkiye toplumunu kendisine kul köle yapacak bir düzen kurma" fırsatı demek olan bu "gizli plan"ın üstüne atlamış ve İnönü'nün sözünü ettiği desteği almış bulunuyor.
Adamın gözü imajda, heykelini diktirmede, fotoğrafçılara
özene bezene poz vermede, (Karabekir’e söylediği gibi) “namussuzluk ve
dinsizlik” pahasına da olsa zenginleşmede, cebini şişirmede..
Curzon ise kendi “vatanseverlik” davasında alabildiğine “ihlas”lı..
Türkler'in İstanbul'dan çıkartılması, “Türkler’in
savaştaki yenilgilerinin en önemli kanıtı olarak arzu edilir birşey” olsa da, stratejik nitelikteki asıl hedeflere ulaşma ve gelecekteki tehlikelerin önünü kesme adına imajının
yara almasını kabulleniyor, ve Türkler’e aldatıcı bir zafer sarhoşluğu
sunarak onların karşısında bir nebze “yenilmiş adam” rolü oynamaya
nefsini razı ediyor.
Onun açısından asıl zafer, altı asırlık bir
çınarın, muhteşem bir mazinin yaşatıcısı olan Osmanlı İmparatorluğu’nun
Titanik gemisi gibi tarih denizinin karanlık sularına gömülmesinden, Türkler'in muz cumhuriyeti intibaı veren bir balo cumhuriyeti ile tarih yolculuğuna Afrika'daki Hotanto kabilesi gibi sıfırdan başlamasından ibaret.
Ve bir de “muhtemelen hiçbir Hilafet’in
olmadığı”nın İslam alemi tarafından anlaşılmasından..
*
İşte, TBMM’nin 3 Mart 1924’te kabul ettiği
hilafetin kaldırılması yasasına “Hilafet muhtemelen var, muhtemelen yok, belki var, belki yok” dercesine
dercedilmiş "Hilafet, hükümet ve
Cumhuriyet [kurumlarının] mana ve mefhumunda esasen mündemiçtir (içkindir,
içerilmektedir)” şeklindeki birinci madde, Curzon’un gönlünde yatan aslanı, “muhtemelen
hiçbir Hilafet’in olmadığını” ilan ediyor.
Zafer, Curzon’un zaferi..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder