Prof.
Ayhan Tekineş’in (bir önceki yazıda konu edindiğimiz) sözlerini tekrar
hatırlayalım:
"Bazı ilahiyatçıları ve din adamlarını polisler tarafından gizli çekilmiş
videolarınız var diye korkuttular. Polisler cemaatçı diye de kışkırttılar.
İnandılar ya da gizli kayıtları
çıkmasın diye inanmış göründüler ve bu süreçte rejimin kölesi haline
geldiler. Şimdi bu videolar karanlık
rejim elemanları tarafından farklı
bir kanalla servis ediliyor. Hem itibarlarını hem de imanlarını
kaybettiler. Yaptıklarının cezasını bulacaklar."
*
İlk
cümleden başlayalım:
“Bazı ilahiyatçıları ve din adamlarını polisler tarafından gizli çekilmiş
videolarınız var diye korkuttular.”
Bu
tür “korkutmalar” yapıldığını biliyoruz.. Teferruatına girersek yazı uzar.
Burada
sorun şu: Söz konusu videolar gizli
ise, birileri bunu nasıl biliyorlardı?
Gizli fakat sen biliyorsun, nasıl?.. Nasıl oluyor da
oluyor?..
Videosu çekilen kişiyi de biliyorsun, çekeni de..
Sözde gizli, fakat sen biliyorsun.. Bu nasıl oluyor?
*
Bu tür korkutmalar, “bilgi” olmadan yapılamaz.
Böylesi videoluk işleri olmayan bir adama gidip
“FETÖ’cü polisler tarafından çekilmiş kasetlerin var” dediğinizde sizin
hakkınızda ne düşünür?
Videoluk işleri varsa korkacağı ve paniğe kapılacağı
doğrudur, fakat böylesi bir ihbar (haberdar etme), “Senin kasetin bizde de var” demenin kibar yoludur.
Ayrıca, psikolojik savaş, algı operasyonu ve
yalanlarla meşbu istihbaratçılık sanatında, kendi elinde olanı başkasında varmış
gibi göstererek dolaylı tehditte bulunma kurnazlığı, yadırganacak birşey
değildir.
*
Tekineş’in, “Şimdi
bu videolar karanlık rejim elemanları
tarafından farklı bir kanalla servis
ediliyor” şeklindeki ifadesine gelince..
Şimdi servis edilen videolar, o videolar değil..
Bunlar yeni..
Çünkü, son 10 yıl için, “FETÖ’cüler birilerinin videolarını çektiler” diyebilmek mümkün
değil.
Şimdi bir adamın 25-26 yaşındaki genç kızla çekilmiş
videosundan bahsediliyorsa, bu, en fazla birkaç yıllık olabilir..
Bu videoları ellerinde bulunduranlar, suçu başkalarının üzerine
yıkmak için yakında yeni bir FETÖ icat etmek zorunda kalabilirler..
Alfabede harf bol: BETÖ, CETÖ, ÇETÖ, DETÖ, “f”yi
atlıyoruz, GETÖ, ĞETÖ.…
Bu işler salt FETÖ'nün işiydi de niye yeni nesil "içinden kaset geçen" tehditler havada uçuşmaya, Türkiye'nin sosyal medya atmosferinde yüksek basınca yol açmaya başladı?
*
Meselenin diğer bir boyutu şu: Şantaj amaçlı videolar çekmek polislik mesleği çerçevesinde mümkün değildir.
Yasal yetkilerini aşmış, yaş tahtaya basmış, suç işlemiş olurlar.
Fakat aynı yaşlık, tuzu kuru istihbarat
teşkilatları (gizli servisler) için geçerli değil.
Onların (laik yani siyasal dinsiz rejimin ruhuna
uygun) böylesi suçları işleme hakkı ve
özgürlüğü var.
Bu "çağdaş" hak ve özgürlükleri yasal koruma altında..
O kadar ki, bu tür faaliyetlerde bulunan “ajan”ları deşifre etmeniz suç..
Gizli servisler bu tür “hizmet”leri bizzat
kendileri yapabildikleri gibi, bunları, sızdıkları örgüt, cemaat, grup vs.
içindeki adamlarına yaptırabilir, sonra da onların çevirdikleri dolaplar
üzerinden söz konusu grupları suçlama ve itibarsızlaştırma kurnazlığı sergileyebilirler.
Buna ister "bir taşla iki kuş vurma" kurnazlığı deyin, ister sahte bayrak (false flag) operasyonu, isterse "maşa varken el yakmama" becerisi..
*
Örnek verelim..
Yıllar önce Sertar Turgut’un anlattığı bir olay:
MİT ajanı, kadın
muhabirin kulağına ne dedi?
22.06.2010 12:32
Kuzey Irak’ta
PKK gösterisi içinde kalan kadın muhabirin kulağına MİT ajanları ne dedi? İşte
o ilginç sorunun yanıtı.
Gediktepe’deki PKK saldırısı sonrasında
istihbarat eksiği ile ilgili olarak ilginç bir tartışma başlatıldı. TSK ve
MİT’in özellikle ABD istihbaratına bağımlı olduğu iddialarına ilginç bir yanıt
Serdar Turgut’tan geldi.
Turgut, köşesinde geçmişte yaşanan bir
olayı aktardı ve MİT’in Kuzey Irak’taki
etkisini ve rolünü anlattı.
“MİT’in
sahada çalışma deneyimi hayli zengindir” diyen Turgut, geçmişte bir kadın
gazetecinin Kuzey Irak’ta yaşadığı olayı okuyucuları ile paylaştı.
Uzun bir süre
önce Kuzey Irak’a giden kadın bir gazetecinin başına gelenleri Turgut şöyle
anlatıyor:
“Çalışırken bir gün etrafının, makineli
tüfekleriyle havaya ateş açıp PKK lehine sloganlar atan militanlarca çevrilmiş
olduğunu görüyor. Doğal olarak biraz korkuyor.
Tam bu sırada, aynen o militanlara
benzeyen bir kişi elindeki silahla birlikte gazetecinin yanına yaklaşıyor. Ve
kulağına eğilip, “Hiç korkmayın, siz
burada, şu an Milli İstihbarat Teşkilatı’nın koruması altındasınız,
güvencedesiniz” diyor.
Bu hayal ürünü bir hikâye değil, yıllar
önce aynen yaşandı ve olduğu yıl gazetelerde de haberi çıktı.”
(http://www.istanbulhaber.com.tr/mit-ajani,-kadin-muhabirin-kulagina-ne-dedi-haber-43225.htm)
*
Evet, “MİT’in sahada çalışma deneyimi hayli
zengindir”.
Kuzey
Irak gibi sınır ötesi bir bölgede silahlı bir terör örgütünün içinde böyle at
oynatabiliyorlarsa, bazı eylemlerine "PKK'nın işi" süsünü vermeleri mümkün olabiliyorsa, sınırlarımız içindeki ve de mensuplarının önemli bir bölümü “devlet memuru” olan bir “cemaat”te
neler yapabileceklerini varın siz tahmin edin.
Fiiliyatta Türkiye’nin
“derin” güçleri cemaatlere öyle nüfuz ediyor ki, bütün üyelerini tek tek
devşirmeseler de (Ki buna gerek yok), hepsini, içlerindeki (abi, üstad, hoca,
şeyh vs. konumuna getirilmiş) kendi adamları vasıtasıyla, laik rejimin
gerekleri doğrultusunda koyun gibi
güdebiliyorlar.
Bunlar, yaşayarak öğrendiğimiz şeyler.
Hatta bu derinler, gecekondu tipi prefabrik Aczimendeburi tarikatı gibi tarikatlar bile kurdurabiliyor, başlarına şeyh bile atayabiliyorlar.
Yeterli müritleri yoksa onlara
(tulumbaya su koyma kabilinden) devlet
kontenjanından mürit bile tahsis edilebiliyor. (Aczimendeburi tarikatında “görünür”
biçimde yaşandı bu.)
(Alamet-i farikaları boylarından büyük provokatif ve ajitatif laflar ederek artistlik yapmak ve tribünlere oynamak olan böylesi "ense göbek, cübbe şalvar" yerinde laik
rejim şeyhleri, “Hayatımı yaşayabilecekken rol icabı bu çileleri çekiyorum,
bari avantajlarından da yararlanayım” diyerek şeyhlik karizmasını nefsanî
hobileri için kullanmaya başladıklarında olay skandalla noktalanabiliyor, fakat
rejim açısından ne gam, yara alan İslam’ın tarikat kurumu ve tasavvuf öğretisi oluyor.
Atatürkçülük hesabına “İşte tarikatlar bu yüzden kapatıldı” denilebilmesi de
yanında eşantiyon.. Derinler için kadrolu yeni "laik rejim şeyhi" bulmak da mesele değil.)
*
Fethullah Gülen de, küresel lige transfer olma
başarısı gösterdiği ustalık döneminden önceki çıraklık ve kalfalık yıllarında,
yerli milli “derin”lerin adamı olarak “hizmet” ve “himmet”te bulunuyordu.
"Devlet-i Ebed Müddet" başlıklı şiirler karalayarak laik rejim devletçiliğinin destanını yazıyordu.
Zekiydi, hırslıydı, çalışkandı, azimliydi, gayretliydi, ilmi vardı, hitabeti güçlüydü, fakat derinler önünü açmasalar ve palazlanmasını sağlayan "örtülü" imkânları önüne sermeselerdi, en iyi ihtimalle Alparslan Kuytul gibi kılı tüyü yolunmuş bir kasaba vaizi olabilirdi.
Zaten derinlerin ona olan devasa öfkesinin nedeni de bu; "Ne istedin de bu devlet sana vermedi?! Seni önce sözde aranıyor gibi göstererek efsaneleştirmedik mi, yanına işbilir hempalar yerleştirmedik mi, Türkiye'yi geçtik dünyanın dört bir yanında örgütlenmeni sağlamadık mı?! Sen ne yaptın, 'Yarim İstanbul'u mesken mi tuttun, gördün güzelleri beni unuttun' hesabı küresel güçleri görünce bizi sattın, nankörlüğün destanını yazdın.. Bizim rejimimize hizmet edecek nice insanın elimizden kayıp küresel ligin oyuncuları haline gelmesine yol açtın.. Sana yaptığımız iyilikler eline, yüzüne, gözüne, dizine dursun lanet haşhaşî" diyorlar.
Hayal kırıklıkları ve hınçları büyük.
*
Evet, bir cemaatin ya da hareketin devlete rağmen büyüyüp palazlanması mümkün değildir. (Şayet bugünün PKK'sı sırtını dış güçlere vermeseydi, merhum Şeyh Said'in akıbetine uğrardı, defteri en fazla bir iki yılda tümden dürülürdü.)
Partiler
de aynı durumda, ayakları, milletin sırtındaki rejim kazıklarına sağlam ve kopmaz
sicimlerle bağlanmış bulunuyor.
Cemaatlerin
de, partilerin de tabanları, boyunları rejimin kazıklarına bağlanmış büyük başlar vasıtasıyla koyun gibi güdülüyor.
Genelde
durum bu.
Koyun
olmayı kabul etmeyenlerin ise, istenirse, başına olmadık çoraplar örülür.. Cemaat (grup) içi ayak oyunlarıyla
ekarte edilmeleri işten bile değildir.
Pek
yaşanmaz ama, diyelim ki birisi ekarte edilemiyor, son çare olarak “canından endişe edilen” bir pozisyona düşürülebilir.
Merhum Prof. Dr. Mahmud Esad Coşan Hoca sağ
olsaydı bu sözlerime (isim vererek) açıklık getirmeyi düşünebilirdi.
*
Başa
dönersek, diyelim ki FETÖ’cülerin çektiği kasetlerden söz ediliyor, bunu
yapanların FETÖ içinde “saha görevi”
yapan MİT’çiler olmadığından emin olamazsınız.
Bir
önceki yazıda (kaset meselesiyle ilgili olarak) adı geçen zat (Nihat Hatipoğlu)
üzerinden örnek verelim.
Şayet Fethullah Gülen bugün olduğu gibi modern
haşhaşîlerin başındaki iblis değil de Hocaefendi olmaya devam etseydi, ve
de cemaati, Fethullahçı Terör Örgütü
değil de, hâlâ, kendilerini insanlığa hizmete adamış muhabbet fedaileri olarak
nitelendiriliyor olsaydı, Hatipoğlu'na bir bal tuzağı (honey trap) hizmeti sunmak isteyen istihbaratçılar pekâlâ The Cemaat'ten görünen bir bayan aparatlarını ona gönderebilirlerdi.
Diyelim ki aralarında samimiyet oluştu ve “kasetlik işler” vukua geldi, kayda alınabilir, ve ihtiyaç duyulduğunda devreye FETÖ karşıtı vatansever istihbaratçılar girip, “Muhterem hocam, zatıalinizin hain FETÖ’cü alçaklar tarafından çekilmiş kasetleri var ne yazık ki” diyebilirlerdi.
*
Gelelim
meselenin bam teline, esas can alıcı noktasına..
Prof. Tekineş’in son cümleleri şöyle:
“Şimdi bu videolar karanlık rejim elemanları tarafından farklı bir kanalla servis ediliyor. Hem itibarlarını hem de imanlarını kaybettiler. Yaptıklarının cezasını bulacaklar."
Bu sözler
bir ilahiyatçıya yakışmıyor.
Burada
resmen tekfir (kâfir ilan etme) var.
“İmanlarını kaybettiler” diyor.
İmandan neyi anlıyor, meçhul.. İmanlarını kaybettiklerini neye dayanarak söylüyorsa?.. Galiba imandan anladığı Fethullah'ın velayetine iman..
"Yaptıklarının
cezasını bulma"ya gelince..
Yarınki
halinin ne olacağını, Allahu Teala’nın huzurunda neyle karşılaşacağını kim
bilebilir ki!.
Tevbe
kapısı da, helalleşme kapısı da açıktır, başkaları için “Yaptıklarının cezasını
bulacaklar” diye konuşmak bize düşmez.
Zulme uğramışsak hakkımızı helal etmeyebiliriz, o başka.
Yaşadığımız
sürece hepimiz imtihandayız, ve hangimizin kurtulacağı, hangimizin kaybedeceği
meçhul..
İçimizden
en günahkâr kişi tevbe edip kurtulabilir, buna karşılık, en müttekî, salih ve
abid bilinen kişi de imansız ölebilir.
“Yoksa Allah’ın mekrinden (tuzağından, zorlu
imtihanından) kendilerini güvende mi görüyorlar? Hüsrana uğrayan topluluktan
başkası Allah’ın mekrinden emin olmaz!” (A’raf, 7/99)
*
Allahu Teala böyle "Yaptıklarının cezasını bulacaklar" tarzı ifadeleri kullanma iznini Son Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'e bile vermedi.
Uhud Savaşı..
Halid bin Velid'in atlılarının hamlesinin ardından İslam ordusu bozulup oraya buraya dağılmış, Rasulullah s.a.s. ashabdan beş on kişiyle savaş meydanında kalmıştı.
Bu arada, atılan bir taştan dolayı dişi kırıldı.
Bir diğer taş alnını ve alt dudağını yardı.
Aldığı bir kılıç darbesi nedeniyle elmacık kemiği yaralandı, darbenin şiddetinden parçalanan miğferinin iki halkası yüzüne battı.
Bunlar yetmiyormuş gibi, Mekke’ye gidip müşriklere katılan Ebû Âmir’in savaştan önce kazdırıp üstünü örttürdüğü çukurlardan birine düştü ve diz kapakları yaralandı.
Çukurdan çıktığında yüzü gözü kan içindeydi..
Elini kanayan yüzüne sürüp "Kendilerini Rablerine imana davet ederken Peygamberlerinin yüzünü kana bulayan bir kavim nasıl felah bulabilir?!" diyerek üzüntüsünü dile getirdi.
Bunun üzerine Âl-i İmran Suresi'nin 128'inci ayeti nazil oldu:
"Bu işten sana ait olan birşey yoktur. Allah ya onların tevbesini kabul edecek ya da zalim oldukları için onlara azap edecektir."
Allahu Teala'nın işine karışılmaz.. Kime ne yapacağını sadece kendisi bilir..
Kâfirlerle küfürleri ve zulümleri yüzünden savaş meydanında çarpışırsın, ölürsün, öldürürsün, fakat onların hayatta kalanlarının akıbetinin ne olacağını Allahu Teala'dan başkası bilemez.
*
Evet,
insanları tekfir etmeyi gerektiren (tevili imkânsız) sözler ve fiiller vardır.
Fakat
Tekineş’in sözlerinde geçen kaset
meseleleri bunlardan değil..
Günah,
helal itikat edilmedikçe küfür sebebi olarak gösterilemez.
Müslüman
ve mümin olduğunu söyleyen kişileri günahlarından dolayı tekfir edemeyiz.
Fasık, facir ve zalim olmak başka, kâfir olmak başkadır.
Tekineş’in
kullandığı “karanlık rejim” kavramı
çerçevesinde birilerinin küfründen, imanlarını kaybetmelerinden söz edilebilir,
fakat Tekineş’in bir parçası olduğu The Cemaat’in böylesi bir hassasiyetinin
bulunmadığını biliyoruz.
Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi ve Zahidü’l-Kevserî
gibi alimlerin dile getirdiği üzere, Şeriat’i
yok sayan, tehlike kabul eden, ona savaş açan, laikliği (siyasal dinsizliği) en
iyi yönetim şekli kabul eden kişilerin küfründen
şüphe edilemez.
Ancak, Fethullahçı Takiyye Örgütü’nün böylesi
bir hassasiyeti yok..
Onlar, “Siyasal İslamcı” olmadıklarını
söylüyorlar, laik rejimle bir sorunları bulunmuyor.
İşleri
güçleri laik demokrasiyi savunmak oldu..
Hem
laikliği savunuyorsun, hem de demokrasiyi.. Son tahlilde çift katlı küfür.. Katmerli
şirk..
*
Merhum Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır
Hoca, (Zaman gazetesinin de hediye olarak okurlarına verdiği) muhalled
tefsiri Hak Dini Kur’an Dili’nde, haham ve papazların Yahudi ve
Hristiyanlar tarafından rab
edinilmelerine dikkat çeken Tevbe Suresi’nin 31’inci ayetini tefsir ederken,
günümüzde bu haham ve papazların yerini parlamentoların
ve parlamenterlerin aldığını söylemektedir.
Laik (siyasal dinsiz) rejimlerin parlamentoları bir tür "laik kilise", parlamenterler de (Cemal Bali Akal'ın tabiriyle Sivil Toplumun Tanrısı devletin) rabcikleridir.. Putperest toplumlardaki putların büyüklük küçüklük göstermesi gibi, bu rabciklerin de büyükleri, küçükleri, cücükleri, lider olanı olmayanı vardır.
Evet,
Şeriat’in içtihat konusu olmayan “değiştirilemez,
değiştirilmesi teklif dahi edilemez” ilkelerini yok sayan bir parlamenter demokrasi, İslam nazarında şirktir, küfürdür.
Bunu
merhum Elmalılı Hoca, Selanikli’nin bir şapka için kelleleri aldığı, “İhtimal bazı kafalar kesilecektir” diye
konuştuğu dönemde yazdı.
Bugün bu
kadarını olsun söylemeyen, Şeriat düzenini (Alah'ın indirdiği ile hükmetmeyi) Siyasal İslam diyerek lanetleyen, demokrasi tellallığı yapanlar neyi savunduklarının farkındalar mı?
*
İmdi,
Fethullahçıların böyle bir hassasiyeti var mı? Oldu mu?
Hayır!
Mesela Prof.
Tekineş, imanlarını kaybettiklerini
söylediği ilahiyatçıları, laikliği ve demokrasiyi benimsedikleri için mi tekfir ediyor?
Hayır!
Bu açıdan
aralarında fazla bir fark yok.
Hatta
Fethullahçı olmayanların önemli bir kısmının bu rejim meselesinde daha doğru
bir çizgide oldukları görülüyor.
*
Tekineş
ve onun gibi Fethullahçılardaki bu tekfircilik,
Arap dünyasındaki rejimlerin baskısına maruz kalan, idam edilen, haksız yere hapse tıkılan, işkencelere maruz kalan
İslamî hareket mensuplarının tekfirci çizgiye kaymaları olayını hatırlatıyor.
Yalnız
onların Fethullahçılardan ciddi bir farkları vardı, tekfir için ayet ve
hadîslerden deliller getiriyor, (Allah’ın indirdiğiyle hükmedilen) Şeriat düzeni hesabına, buna karşı
çıkan ya da mesafeli duranları tekfir ediyorlardı.
Fethullahçılar
ise, görüldüğü kadarıyla tekfirciliği Şeriat değil laik (siyasal dinsiz) demokrasi hesabına yapıyorlar.
Pusulaları
bozulmuş, feleklerini şaşırmışlar..
Mesela Fethullah’ın 28 Şubat sürecinde (rejimin bekçisi) darbecilere verdiği açık destek, bu destek için yaptığı "içtihat" yorumu, İslamî değerleri tepetaklak etme anlamına geliyordu.
Bu, haramı helal yapmaktan fazla birşeydi.. Haramın sevap gibi sunulmasıydı.
Fethullah'ın o laflarından sonra merhum Prof. Dr. Mahmud Esad Coşan Hoca, "Ona hoca demeyin!" demişti.
Sözüne kulak verildi.
Hoca demediler.. Hocaefendi dediler..
Türkiye'nin dinci olmaktan çıkıp dindarlaşmış, İslamcılığı bırakıp "müslüman"laşmış muhafazakârları ona "Gözünün üstünde kaşın var" bile diyemedi.
Ne zaman ki Fethullahçılar dünyalarına ve ceplerine dokunmaya başladılar, birden bire uyandılar.
*
Şayet
Fethullahçılar Siyasal İslamcı, cihatçı,
radikal vs. diyerek lanetledikleri dünya müslümanları gibi bu ülkede Allah’ın indirdiği ile hükmedilmesi davası
için mevcut rejimle, Sivil Toplumun Tanrısı laik (siyasal dinsiz) devletle (adına devlet denilen siyasetçi ve
bürokratlarla), iktidar partisiyle karşı karşıya gelselerdi ve yaşadıklarını bu
yüzden yaşasalardı, Allahu Teala katında (ihlasları nisbetinde) mükâfata mazhar olmayı umabilirlerdi.
Dünyadaki sayılı ömürlerini, günlerini, nefeslerini, sayısal değeri sonsuza tekabül eden ahiret ameliyle çarpma işlemine tabi tutarak onlara sonsuzluk değeri kazandırmış oldukları düşünülebilirdi.
Bugünkü durumda
ise hesaplarının bakiyesi sıfıra sıfır, elde var sıfır..
İslamî duyarlılığı dünyevî hedefler için kullanmak, onları sıfırla çarpmaktır.
Fethullahçıların durumu buydu, çünkü mücadeleleri kendi cemaatlerinin istikbal ve ikbali içindi..
Şeriat için, Allah'ın sözünün yüceltilmesi için değildi..
Davaları "Alah'ın indirdiği ile hükmedilmesi" davası olmadı.. Gerine gerine, övüne övüne Siyasal İslamcı olmadıklarını söylüyorlardı.
*
Şimdi
yurtdışında birçok Fethullahçının ağlayarak Türkiye’de gördükleri işkencelerden bahsettiklerini
görüyoruz.
“Böyle
şeyler yaşanmamıştır” diyemiyoruz, dememize laik (siyasal dinsiz) Türkiye
Cumhuriyeti’nin serapa fazilet olan cumhuriyetinin tarihi izin vermiyor.
Akla 12
Eylül sonrasında Diyarbakır Cezaevi’nde
yaşanan inanılmaz vahşet öyküleri geliyor. (O dönemde orada askerlik yapmış iki
kişiyi tanıyorum. Onlardan biri bana, “Orada yaşananlar, anlatılanların yüzde
biri bile değil” demişti.)
Fethullahçıların
şikâyetlerine vakıf olunca, inanmakta güçlük çekmiyoruz, Muhsin
Yazıcıoğlu gibi ülkücülerin, birtakım solcuların hapishanelerde
yaşadıkları, tadına vardıkları eşsiz cumhuriyet faziletleri zihnimize hücum
ediyor.
*
Evet, Fethullahçılar Siyasal İslam’a karşılar.
Ebu Gureyb'i, Guantanamo'su, Irak ve Afganistan'daki mezalim ve işkenceleri ortada olan ABD'nin demokrasisine ve insan hakları davasına meftunlar.
Bu meftuniyette Türkiye'nin laik (siyasal dinsiz) rejiminin onlardan geri kalır yanı yok.
Fethullahçıların, Guantanamolu Amerikan demokrasisi ve insan haklarının benzerinin bizde de olmasına, Siyasal İslam'a karşı olduklarına göre, itiraz etmemeleri gerekir.
Siyasal İslam’ın gerçekten hâkim olduğu
(gerçekten olduğu) bir yerde çağdaş uygarlık rezillikleri de, Guantanamo tipi işkenceler de görülmez.
Suçu
ispat edilenler cezalandırılır.. Recmse
recm, el kesmeyse el kesme, kısassa kısas.. Suçu ispat edilemeyenlere
dokunulmaz.. Cezalandırılanlara da şer’î cezaları dışında birşey yapılmaz,
mesela hakarete uğramalarına, ayrıca işkenceye maruz bırakılmalarına izin
verilmez.
*
Mesela
şimdi birileri Afganistan’da bazı
suçluların değnekle dövülmelerini dillerine doluyorlar.
Ama o kişilere karanlık odalarda aylarca akıl almaz işkenceler yapılmıyor..
Soyunmaya zorlanmıyor, çırılçıplak halde akla hayale gelmez işkencelere uğratılmıyorlar, aşağılanmıyorlar, hakarete maruz kalmıyorlar, yakınlarına zarar verilmesi tehdidiyle karşılaşmıyorlar.
Halkın önünde sopalarını afiyetle yiyip evlerine gidiyorlar.
Üstelik, bu değneklerin öyle kalın
olmaması gerekiyor.. “Ya Allah” diye geriye doğru çekilip gerinerek hız alıp vurmak da
yasak. Değnek, yere göre en fazla doksan derece dik olacak şekilde kaldırılabilir
ve çıplak bedene de vurulamaz.
Bu
işlemin halkın önünde yapılmasının da iki nedeni var: Birincisi, vuran kişinin
ölçüyü kaçırmasına izin verilmez, ikincisi cezalandırmadan maksat halkın ibret
alması ve suça meyilli kişilerin gözünün korkutulmasıdır.
Halkın gözünün önünde olmayan karanlık dehlizlerdeki işkenceleri tarife ise kelimeler yetmez.
Senin faili meçhul cenneti ülkende sokakta vatandaşa sözde dokunulmaz.. Perde arkasında ise neler yapıldığının
hesabını bilen yok..
İnsan onuru gerçek anlamda ancak İslam (siyasal kanadı kesilip kopartılmamış İslam) tarafından korunur.
(Türk'ün, Arab'ın, İranlı'nın, Moğol'un töresinde, siyasetinde, devlet geleneğinde işkence vs. olabilir, fakat İslam'da yoktur.)
*
Durum böyleyken bu Fethullahçılar tutuyor, din (İslam) devletinin devrinin geçtiğini söyleyen,
Milli Görüş gömleğini çıkarıp muhafazakâr
demokrasi gömleğini giydiğini ilan eden, Atatürk’ün izinde olduğunu
açıklayan, laikliği savunan, hatta laikliği Mısır ve Tunus’a ihraç etmeye
kalkışan Erdoğan’ı Siyasal İslamcı ilan ediyor ve onun üzerinden İslamcılığa
savaş açıyorlar.
Bunu yapabilmek için ya büyük
sahtekâr olmak gerekiyor ya da devasız angut..
*
Afganistan’dan söz etmişken.. İyi Parti lideri Akşener, sahipsiz zavallı kızları fuhuş sermayesi yapan otel sahibi polis
müdürlerinden söz etmişti..
Buyrun işte, çobanlık vazifesi verdiğin adamların kurt olduğu, koyunları parçaladığı rejim..
(Sorun sadece o pezevenk polisler değil, müşterileri durumundaki siyasetçiler, bürokratlar, işadamları vs. o sahipsiz kızlara da, kendilerine "güvenli" hizmet verecek "polis pezevenekler"e de ihtiyaç duyuyorlar.. Kamer Genç gibi "çiçek sulayıcısı" rezil tipler laik rejim fedailiği, Şeriat düşmanlığı yapmasınlar da ne etsinler?)
Sizin şu pezevenk polis müdürlerinizi Afganistan'a gönderin, orada da aynı şeyi yapsınlar, bakın ne oluyor!
Sonra da, Afganistan’daki kızların okulunun derdine düşüyorlar..
Afganistan’daki kız İslamî ilimleri öğrenmek isterse sonuna kadar yolu açık, fakat kızlarının Türkiye’de olduğu gibi “işsiz üniversite mezunu” yetiştirme çarkının dişlileri arasında heba olup gitmesine engel olmaya çalışıyorlar.
Yeni bir
model geliştirmek için kafa yoruyorlar.
En
isabetli kararlarından biri bu..
*
Son sözümüz de ahlâksız “Şeriat tenkitçisi ahlâkçı” sahtekârlara olsun:
Şeriat’ten uzaklaşıldığı nisbette ahlâk
tefessüh eder, çöker, yıkılır.
Ahlâk'ın temeli Şeriat'tir.
Şeriat'in cezalarını ciddi bir şekilde uygulamadığınız zaman (Osmanlı'da da görülen ve onu yıkıma götüren türden) sapıklıklar yayılır ve toplumsal çözülme yaşanır.
Her
toplum ve her birey Allahu Teala’nın vahyinden, Şeriat’inden uzaklığı nisbetinde çürür,
kokuşur, belasını bulur.
İbn Haldun, Mukaddime'nin talim ve terbiye ile ilgili bölümünde Hz. Ömer'in şu anlamdaki sözünü nakleder: "Şeriat'in edeplendirmediğini Allah edeplendirmemiştir."
Bunu söyleyen, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in "Benden sonra peygamber gelseydi Ömer olurdu" dediği ahlâk ve karakter abidesi zat..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder