Kimilerinin
(Hilal Kaplan ve şürekası gibilerin) “Nuh’un
köpekleri”, kimilerinin de “Nuh’un
kelekleri” diye adlandırdıkları Odatv’ciler, “örtülü” beslemeliğin
hakkını vermek için salya üretimine hız vermiş durumdalar.
Altı
gün önceki (3 Kasım 2023 tarihli) yazımızda şunu demiştik:
Derin tufeylîler,
farklı kamplarda gibi görünseler de kendi aralarında çok iyi “paslaşırlar”.
Sonradan görme Atatürkçü
(Kemalist) Cübbeli ile (birilerinin, çalışanlarını “Nuh’un
kelekleri” olarak nitelendirdiği) Odatv.com arasındaki
samimiyet ve “paslaşma”da olduğu gibi..
Bu
paslaşma “derin” filmlerin
senaryolarında her zaman “dostluk” şeklinde yer almaz.
Bazen
de kavga ve ağız dalaşması görünümü altında paslaşılır.
Film
denilen icadın “fıtrat”ında bu var..
Sinema filminde siz iki adamın birbirini parçaladığını, kan revan içinde
bıraktığını, çiğ çiğ yemeye çalıştığını görürsünüz, gerçekteyse “rol”lerinin
hakkını vermekle meşguldürler.
Çekim
bittiğinde oturup birlikte yorgunluk kahvesi içer, tatlı tatlı sohbet ederek keyiflerine
bakarlar..
İstihbaratçıların
sevdiği tabirle söylemek gerekirse, oyun bittiğinde satranç tahtasındaki bütün
taşlar aynı kutuda arz-ı endam ederler.
*
1990’lı
yıllarda Müslüm Gündüz diye (sözde Nurcu) bir soytarı çıkmış, (merhum
Said Nursî’nin kullandığı aczmendi tabirinden hareketle) Aczmendilik diye bir tarikat icat etmişti.
Daha
doğrusu, Aczmendilik tarikatını kuran
“derin” çakallar, “tarikat kurucusu şeyh” rolü için onu uygun görmüşlerdi.
Bu
soytarı bir taraftan da “rejim muhalifi
radikal” geçiniyordu.
[Bu
aczmendî lafı, merhum Bediüzzaman’ın şu sözlerine dayanıyor:
"İkincisi: Tarik-i Nakşi hakkında denilen 'Der tarik-i Nakşibendî lâzım âmed çâr terk
/ Terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk.' olan fıkra-i
rânâ birden hatıra geldi. O hatıra ile beraber, birden şu fıkra tulû
etti: 'Der tarik-i aczmendî lazım
âmed çâr çiz / Fakr-ı mutlak, acz-i mutlak, şükr-ü mutlak, şevk-i mutlak ey
aziz.' "
Demek
istediği şu: Nakşibendî tarikinde (yolunda, tarikatında) dört şeyi terk lazım
gelir: Dünyayı terk (Dünya hayatında sefa sürme düşüncesini terk), ahireti terk
(Sadece ahiretteki karşılık düşüncesiyle kalmayıp onu aşarak Allah’ın rızasına
gönül bağlamak: “Yüce Rabbinin
rızasını istemekten başka onun nezdinde hiçbir kimseye ait şükranla
karşılanacak bir nimet yoktur. Ve o [buna kavuşarak] hoşnut olacaktır.” [Diyanet
Vakfı Meali, Leyl, 92/19-21]), varlığı (kendini bir şey görmeyi,
kendine değer atfetmeyi) terk ve terki (“Ben neleri terk ettim, sen biliyor
musun?” diyerek “terk”te takılıp kalmayı) terk.
Bunu
hatırlayan Bediüzzaman’ın aklına şöyle bir şey gelmiş: Aczmendi (acz sahipliği)
yolunda da dört şey lazımdır: Fakr, acz, şükür, şevk.. Yani insanın insan
olarak aslında çok aciz ve her bakımdan fakir (mutlak biçimde acz ve fakr içinde) bir varlık olduğunu fark edip
Allahu Teala’nın kendisi üzerindeki sayısız nimetlerini anlayıp şükretmesi ve
kulluğun gereğini şevkle ifa etmesi.
Bu önemli de, Allah rahmet etsin, “zamanımız tarikat zamanı olmadığına” göre bunu tarik diye ifade etmeseydi ve Nakşibendiye'ye alternatif bir tarikat gibi dile getirmeseydi daha iyi olurdu gibi görünüyor. Sonradan derin devlet laikçiliği (siyasal dinsizlikçiliği) bu benzetmesini istismar edemez ve Müslüm gibi bir soytarıyı piyasaya bir tarikat kurmuş gibi süremezdi.
Aczmend, "acizlik/acziyet sahibi" demektir. "Mend" eki Farsça'da sahip olma anlamına geliyor, "danişmend" kelimesinin "daniş" (bilgi, biliş) sahibi (bilgili, alim) olma anlamına gelmesi gibi.. "Î" eki ekleyerek aczmendî kelimesini kullandığımızda ise mensubiyet bildirmiş oluruz, Nakşbendî kelimesinin "Nakşbend'e mensup olan" anlamına gelmesi gibi.
Dolayısıyla aczmendî yerine doğrudan "aciz" kelimesini kullanmak daha uygun olur. Acizlikleri özellikle akıl nimetine şükür bahsinde ortaya çıkıyor. Fakr/fakirlik sahibi oldukları da kesin, akıl, edep, izan bakımından korkunç bir fakirlikleri var. Buna mukabil soytarılık alanında şaşırtıcı bir şevk sahibi oldukları söylenebilir.]
*
Tarikat-cemaat
piyasasında aczmendilik kalpazanlığının boy göstermesiyle birlikte Müslüm soytarısı hem Nurcuları, hem tasavvuf-tarikat
çevrelerini, hem de radikal (köktendinci)
kesimleri temsil eden bir figür yapılıyor, bütün bu toplulukların kesişim
kümesinde yer alan tek kişi olarak onların “doğal temsilcisi” ya da fiilî
sözcüsü haline getiriliyordu.
Soytarının
kitlelere tanıtılması, ülke gündeminin değişmez dedikodu malzemesi haline
getirilmesi için gereken altyapı da hazırlanmış, PR çalışması kusursuz biçimde
yürütülmüştü.
Bir
defa başlarındaki sarıkları, üzerlerindeki cübbeleri, dağınık sakalları, uzun
saçları ve ellerindeki sopaları ile beyaz dişler arasındaki simsiyah çürük diş gibi
her gittikleri yerde dikkatleri hemen kendi üzerlerine çekiyorlardı.
Tek
başlarına dolaşsalar zaman makinası ile kazara bugüne gönderilmiş birer şaşkın
zaman yolcusu ya da yaşadığı dünyadan habersiz meczup gibi algılanabilir,
komiklik meraklısı millet için güldürme garantili zararsız kaçıklar olarak
maskaralık kontenjanından yararlanabilirlerdi.
Öyle
yapmıyor, toplu halde geziyor, otobüslere doluşup kalabalık gruplar halinde
farklı şehirlere “çıkarma” yapıyor, tek başlarına olsalar güldürü malzemesi
olacakken bu defa sonu belirsiz bir korku filminin tımarhane kaçkını ürkütücü figüranları olarak,
görenlerin afallamasına neden oluyorlardı.
*
Derin
güdümlü medya da onları milletin gözüne sokmak için her fedakârlığı yapıyor,
bunların fotoğraflarını gazetelerde çarşaf çarşaf yayınlıyordu.
Televizyonlar
onların cümbür cemaat yaptıkları gezilerin duyduk duymadık demeyin formatında görüntülerini veriyor,
varlıklarından milleti haberdar ediyorlardı.
Bu
arada Müslüm soytarısını tartışma programlarına filan çıkarmayı da ihmal
etmiyor, mikrofonları ona uzatıyorlardı.
Aslında, bu soytarının dengesiz bir kaçık değil, bilinçli ve iyi hazırlanmış bir plan dahilinde önü açılan bir ajan provokatör olduğu açıktı, fakat, dindar camiadaki ajanlığa müsait diğer tipler de onlara destek veriyorlardı.
(Mesela o günlerde genç bir medya çalışanı olarak Marmara
FM’de program yapan Doç. İshak
Arslan, programına konuk ettiği şiirsiz şair İsmet Özel’in en iyi müslümanlar olarak bu soytarıları gördüğünü
öğreniyordu.)
Evet,
derin (çukur) devlet aklı, bir şeyin hakikisinin önünü kesmek istediği zaman
bazen sahtesini icat eder ve rejim
muhalifi potansiyelin kendi “örtülü”
kontrolü altındaki bu sahte mecraya akmasını sağlar.
Bu oyun ve düzende Müslüm gibi soytarılar (Muhsin Yazıcıoğlu'nun tabiriyle) "avcı kekliği" olarak hizmet görürler.
*
O günlerde filmin başı böyle bir izlenim veriyordu.
Olayı bundan ibaret zannetmiştik.
Yanılıyorduk.
Filmin sonunda çok büyük bir sürpriz vardı.
Sürpriz,
Fadime Şahin ile geldi.
Müslüm
ilen Fadime, 1996 yılının son ayının son haftası içinde, 1997 yılının
arefesinde, samanlıkta değil fakat Kadıköy'de bir apartman dairesinde yarı çıplak olarak uygunsuz biçimde basıldılar.
Sarıklı
cübbeli, sopalı soytarı Müslüm bu defa yataklı filmlerin gedikli bir jönü
görünümünde televizyon ekranlarında ve gazete sayfalarında arz-ı endam etti.
Daha
önce soytarı için derin PR çalışması yapılmamış, televizyon ve gazeteler
vasıtasıyla milletin gündemine oturtulmamış olsaydı, böyle bir sahne,
gazetelerin üçüncü sayfalarında bile yer bulamazdı.
O uzun ve sabırlı "derin" PR’ın bir semeresi olarak çıplak fotoğrafları gazetelerin manşetlerini süsledi.
Hayır,
vurulan, yara alan, derin patentli yeni aczmendi tarikatı soytarılığı
değildi.
O
günkü Refah Partisi iktidarı ve Erbakan’dı.
Böylece
kamuoyu, 28 Şubat’a hazırlanmış
oluyordu.
Yıllar
sonra gazeteci Nazlı Ilıcak, 28 Şubat’ın gerisinde MİT’in bulunduğunu yazacaktı.
Devletin
başbakanı MİT’e hâkim değildi, MİT onun altını oyuyordu.
Devletin
başbakanı ile ters düşen MİT, ABD Dışişleri Bakanlığı ve uluslararası masonluk
ile aynı makamda şarkı söylemeyi ve aynı kıvrak hareketlerle vals yapmayı
başarmıştı.
Bu
sürecin sonunda Erbakan bir siyasî ölü
haline getirildi..
Türkiye’yi
terk etmek zorunda kalan Prof. Mahmud
Esad Coşan Hoca ise gerçekten öldü..
Öldürüldü..
*
Daha
sonraki süreçte Odatv’nin, (“ölmüş koyun”un postundan da yararlanma babından)
Esad Coşan Hoca’nın liderliğini (şeyhliğini) yaptığı İskenderpaşa Cemaati’ni “selamlamaya” başladığını gördük.
Cemaatin
Türkiye’deki ilk şeyhi Ahmed Ziyaüddin
Gümüşhanevî k. s.’ya övgüler diziyor, onun ne kadar ileri görüşlü, ne kadar
yerli ve milli, ne kadar bağımsızlık yanlısı, ne kadar emperyalizm karşıtı
olduğunu anlatıyorlardı.
İslâm
Dergisi’ne güzellemeler yapıyor, bu dergiyi çıkaran kadroya
övgüler diziyorlardı.
Dergi için ağıtlar yakıyorlardı.
Benim
son genel yayın yönetmeni olarak çalıştığım İslâm Dergisi kapanmış, Esad
Efendi gibi dergi de ölmüştü.
Dolayısıyla
artık ardından feryad ü figan koparılabilir, “Höngürt.. Gettiii, gettiii, gül
gbi mecmuamız gettii” diye saç baş yolma tripleri sergilenebilir, timsah
gözyaşlarıyla “derin” bostanlar sulanabilir, “Esad Efendi öldüyse ne gam, biz
varız, derin abileriniz var, şunun
şurasında hepimiz milliyiz, yerliyiz, ulusalız” mesajı verilebilirdi.
*
Evet,
Odatv,
Müslüm Gündüz’ü haber yapmış bulunuyor.
(Yani derin densizlik, Müslüm’ü tekrar
piyasaya sürüyor. Bu bayat, kokmuş ve çürümüş Türkiş kebap “dön-er”den artık
ekmek yiyemezler ama alışmış kudurmuştan beterdir.)
Haber
oldukça kısa.. Cübbeli haberleri gibi:
"Karısını kızını kıskanmayan deyyus..."
Müslüm Gündüz'den çok
tartışılacak sözler. Gündüz, "Zerre kadar namusu şerefi haysiyeti olan
adam kızını üniversiteye verebilir mi ya? Karısını, kızını kıskanmayan deyyus
cennet kokusu alamaz" dedi.
08 Kasım 2023 21:52 Son Güncelleme: 08 Kasım 2023 21:52
28 Şubat'ın sembol isimlerinden olan
Aczmendi tarikatı lideri Müslüm Gündüz, kızını liseye ve üniversiteye gönderen
aileleri hedef aldı.
Gündüz, 'Bir adamın kızını götürüp liseye,
üniversiteye vermesi ne demek? Zerre kadar haysiyeti, şerefi olan adam kızını
üniversiteye verebilir mi?' ifadelerini kullandı.
(https://www.odatv4.com/guncel/karisini-kizini-kiskanmayan-deyyus-120010548)
Görüldüğü
gibi, adam bütün bir millete sövüyor.
Kendi
mahallesindeki liseye kızını gönderen adam “deyyus, namussuz, şerefsiz, haysiyetsiz” olursa (mesela Cumhurbaşkanı Erdoğan gibi) kızını ABD’de okutmuş adamlar ne olur,
varın siz düşünün.
Bu
memlekette bazıları sırf “Türkiyeci,
devletçi” (yerlileştirilip millileştirilmiş, istimlak edilip kamulaştırılmış,
devletleştirilmiş, güncellenmiş) sahte dindarlığı kabul etmediği, ve “Atatürk’e de
saygı duyarız, vatanı kurtarmış, Şeriat’e lafımız yok ama laiklik de pek fena
değil” demediği için zehirlenebiliyor,
itibar suikastlerine maruz kalabiliyor, tuzak üstüne tuzakla karşılaşabiliyor,
kesintisiz biçimde psikolojik yıpratma operasyonlarının hedefi olabiliyor; fakat Müslüm gibi bir soytarı Cumhurbaşkanı’ndan sıradan köylüsüne kadar bütün
bir millete böyle ağza alınmayacak laflarla sellemehüsselam söverken adama açık biçimde de, (zehirleme gibi yollarla) örtülü biçimde de dokunan yok.. Hayat Müslüm'e güzel.. (Bediüzzaman 19 defa zehirlenmişti..)
Hesap,
bir taşla birkaç kuş vurmak..
Bir
taraftan bu soytarı üzerinden İslamcılık ve Şeriatçılık öcü haline getiriliyor,
diğer taraftan da tam da laiklerin istediği türden bir “başörtüsü çözümü”
üretiliyor: Müslümanın kızı okula gitmez, olur biter.
Hayır, alçak adam, Taliban’ın yapmak istediği gibi “Kızların Şeriat’e uygun biçimde öğrenim görecekleri kurumlar oluşturulmalı, kurumlar bu gaye doğrultusunda yeniden yapılandırılmalıdırlar” demiyor.
“Kızlar (başörtülü veya başörtüsüz, fark etmez)
okula gitmesin, laiklerin istediği çözüm kendiliğinden oluşsun” demeye
getiriyor.
*
Bu
soytarı da Cübbeli gibi Cennet ve
Cehennem bileti kesiyor.
Ona
göre, kızını liseye, üniversiteye gönderen “karısını kızını kıskanmayan deyyus”
Cennet kokusu alamazmış.
Bir
zamanlar beraber basıldığı Fadime’nin,
nikahlı karısı olduğunu iddia etmişti.. Nikahlı karısı olduğundan, öyle görünüyor ki,
bir kendisinin bir de kendisi ile Fadime’nin işvereni olan derin çakalların
haberi vardı.. Gerçekten karısı olsaydı böyle baskın mı yerdi?!
Fadime, belki de karısıydı, derin nikahla nikahlı karısı.. Gizli nikah.. (Şeriat'te gizli evlilik, gizli nikah diye birşey yok, fakat derin şerefsizlikte var.)
Bu
soytarı Cennet’e belki de sadece "nikahlı karısı" Fadime’sini layık görüyor.
Ve bu şahsı Odatv "tarikat lideri" olarak sunuyor.
Sözde şeyh (müteşeyyih), sözde lider filan dedikleri yok.
Gasp edilmiş arazi üzerinde ruhsatsız ve kaçak olarak inşa edilmiş tarikat taklidi prefabrik gecekondu için saygılı bir dille tarikat unvanını kullanıyor, "sözde tarikat" bile demiyor.
*
Celal Hoca’nın
kızı merhume Dr. Hümeyra Ökten de
üniversitede okumuştu..
Osmanlı
bakiyesi ulemadan meşhur Hüsrev Efendi’nin
kızı da üniversitede okuyordu.
Evet,
bu soytarının suçladığı kesimlerin ona tepki göstermeleri, kendilerine yöneltilen “deyyus, namussuz, şerefsiz, haysiyetsiz”
hakaretlerini sineye çekmemeleri gerekiyor.
"Şahsım" bu yazıyla, bu adi soytarıya tepkimi göstermiş bulunuyorum..
Afganistan’a bile karışan MİT Başkanı
Prof. İbrahim Kalın, eski Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ve Cumhurbaşkanı
Erdoğan gibi "şahsı"lara gelince..
Afganistan
Müslümanları sizin kızlarınız hakkında ileri geri konuşmuyor, size deyyus demiyorlardı,
kendi kızları için karar alıyorlardı..
Müslüm’ün ise muhatapları bizzat sizlersiniz..
Diline doladığı, deyyus olarak nitelendirdiği kişiler Avrupalılar değil, sizsiniz.
İltifatları
size ve sizin kızlarınıza..
Sözü (eleştirmeden, tenkide tabi tutmadan, reddetmeden, söyleyene tepki göstermeden) aktaran, söyleyenle aynı hükümdedir. Odatv (ve arkasındaki derinler) de
Müslüm’le aynı pozisyonda.
Hep birlikte size sövüyorlar: “Deyyus, namussuz, şerefsiz, haysiyetsiz...”
Uyanın,
(emriniz altında zannettiğiniz) derin ağalar sizinle eğleniy..
*
Adı geçmişken merhum Hüsrev Efendi’yi hayırla yad edelim, ruhu şad olsun:
Hüsrev Hocaefendi bir dönemin isimsiz kahramanlarındandır.
Özellikle milletin kendine dönüşünün bir
umudu olan İmam Hatip düşüncesi, o ve emsali bazı büyüklerimiz etrafında
örgülendi.. Bu mevzuda ilk akla gelen Konya'da Veyiszade Mustafa Kurucu ise İstanbul'da o ve
merhum Mahmud Bayram hocadır.
Onlar bir bâd-ı hazan'ın
estiği acı bir dönemde zehir yudumlamış kametlerdir..
On asır Kur'an'a
bayraktarlık yapmış bir vatanın evlatlarının manevi istiklal savaşında cephe
kumandanlarından biridir Hüsrev hoca.. Zor dönemin bu büyük insanlarını
hatırlatmak bizim için kadirşinaslıktır. …
Muhammed Hüsrev Aydınlar Hocaefendi
Makedonya'nın Manastır vilayetinin Struga iline
bağlı Labunişta köyünde 1884 senesinde(bir rivayete göre 1883)
dünyaya geldi. Aslen Arnavut asıllı bir ailedendir. Onun için İstanbul'da
"Arnavut hoca" diye meşhur olmuştur.
Babası Numan Efendi, annesinin ismi ise Habibe'dir Babası dini tahsil için onu köy
hocalarına teslim etmişti.
Oradan Ohri kazasına gidip Hüsrev bey medresesinde müderris Mustafa Efendi'den bir sene okumuştur. Daha sonra
Tiran'a gidip orada da bir medresede dört ay okumuştur.
Talebelerinden, Birecik'li Abdullah Naim Şener, Hüsrev Efendi'nin Tiran günlerine ait şu hadiseyi nakletmektedir;
"Bayram
vaazında, o devrin devlet adamı olan Esat Paşa,
merhum hocanın sert vaazlarından canı sıkılmış. Namazdan sonra paşa, müftü ve
müderrisi çağırıp; "bu vaizin söylediklerinin kitapta yeri var mıdır"
diye sormuş, onlar da "evet, aynen filan kitapta vardır" cevabını
vermişler.
Bilahare müftü ve
müderris, hocaefendiyi çağırtırlar ve "sana paşa soracaktır, işte şu
kitaplardan cevap verirsin" diyerek kitapların ismini verirler.
Nihayet paşa,
hocaefendiyi çağırır, iltifat eder. Derste söylediklerinin kitapta yeri olup
olmadığını sorar. Hocaefendi "söylediklerim filan kitaplarda vardır"
cevabını verir. Bunun üzerine paşa memnun olduğunu söyleyerek beş altın verir
kendisine.
Müftü ile müderris,
hocaefendiye paşanın kendisine nası muamele ettiğini sorarlar. Hocaefendi de
kendisine yapılan ikramı anlatır. Müftü ile müderris "sen bu akşam buradan hemen gitmene bak. Paşa çok gadaplanmıştır.
Seni sağ bırakmaz" derler. Hocaefendi de tahsilini yarım
bırakarak o akşam yola çıkar. 1910 tarihinde İstanbul'a gelir."
İstanbul'da
Karagümrük'te Üçbaşlar medresesine yerleşti.
Buradaki mühim hocaları Kastamonulu Ahmed Efendi,
Tavaslı Hasan Efendi, Kırklarelili Atıf Efendi, İzmirli İsmail Hakkı (Hüsrev
hoca daha sonraları reformcu fikirlere kapılan bu hocasına şiddetle cephe
almıştır) ve o zamanların bir meçhul-u meşhuru olan Rebii Molla hazretleridir.
Hüsrev Efendi bir süre
Karagümrük'te kaldıktan sonra Süleymaniye Medresesine kaydoldu
ve 1919'da tefsir ve hadis şubelerinden mezun oldu. Ardından Ruus imtihanını kazanarak hem dersiamlığa hem
de İbtida-i hariç medreseleri Arapça hocalığına tayin edildi. Abdullah Naim Şener merhumun zikrettiğine
göre kısa bir zaman Tıbbiye mektebinde
de okumuştur.
Talebelerinden merhum Mahmud Bayram Hocaefendi onun ilmi seviyesine şöyle dikkat çekmektedir:
"İlimle mücehhezdi. Dört mezhebin fıkhını hepsini de iyi
bilirdi. Hadiste de otoriteydi.
Çok güzel Arapça bilirdi. Hem de Arap gibi, Arap ağzıyla Arapça konuşurdu da
"nereden belledin sen Arapça'yı bu kadar güzel konuşuyorsun" diye
sorduklarında "benim hocam Peygamber
Efendimiz"derdi "Peygamber Efendimizden
öğrendim" (yani hadis ilmiyle fazla tetebbuu neticesi Efendimizin fasih
arapçasına vukuf kesbetmesini anlatıyor.)
Talebelerinden Abdullah Naim Şener hocamız kendisini
"Sağlam vücutlu, pehlivan yapılı, çok kuvvetli ve cesur"
olarak tavsif etmektedir.
Hocaefendinin Ziya, Ahmet
ve İbrahim adlı üç oğlu ile Hayriye, Ayşe, Kadriye, Fahire adlı dört kızı
bulunmaktaydı.
Cumhuriyet döneminde
medreseler kapatılınca fahri olarak hizmetine devam etti. Talebesi Abdülhalim Akkul "30 sene kadar bizzat
ders okuttu. Cami ve evde. 1953'te, 70 yaşında vefat etti. Kaç kere onunla birlikte karakollarda sabahlamışızdır" şehadetinde
bulunuyor.
Hocaefendi ortamın alabildiğine
zorlamasına rağmen İslami tedrisata ara vermedi. "Mahkemelere çok çıktı, cesaret-i medeniyesi çok kuvvetliydi"
der talebelerinden merhum Mahmud Bayram Hocaefendi.
Yine talebesi merhum Abdullah Naim Şener onun öğretme aşkına şöyle ışık tutar;
"Hocaefendinin hayatında en çok sevdiği
ders okutmaktır. Aşağıdaki hadiseler buna delildir. Derse başladığı günden
itibaren bir gün bile talebesiz kalmamıştır. Kırk sene Fatih camiinde her gün ikindiden
sonra derslerine devam etmiştir. Okuttuğu kitaplardan bazıları; Şerh-i Akaid,
Tefsir-i Kadı Beyzavi, Buhari-i Şerif, Sünen-i Tirmizi, Şifa-yı Şerif, Ezkarü
Nebevi, Usuliddin, Menar Şerhi, Tarikat-ı Muhammediye, Şemail-i Şerif, Hadisü,
Erbain, İhyau Ulumiddin, Hidaye'dir.
Evinde kış gecelerinde
akşamdan sonra saat 12'ye kadar, yaz günlerinde de sabah namazından öğleye
kadar muhtelif talebelere ders okuturdu.
"Her dersi bir ibadet olarak kabul ediyorum"
derdi. Bunlardan sonsuz zevk aldığını söylerdi. Usanmak asla hatırına gelmezdi.
Hiçbir gün kendisine gelen talebeye "bugün git, yarın gel" demezdi.
Ağır hastalığı zamanında dahi derse devam ederdi. Hatta talebeleri
"Hocaefendi rahatsızsınız, dersleri tatil edelim" dedikleri zaman
"hayır, ders okutmakta şifa ve bereket vardır. Ders okuturken
hastalığım kalmıyor" derdi.
Her gün ders okutmadan
evden çıkmazdı. Hatta, gelinlik çağda kızı vefat ettiği gün, talebeler cenaze
münasebetiyle dersin tatil olmasını rica ettiler. Hocaefendi ise "Hayır, kızıma Allah rahmet eylesin, dersimiz devam edecektir"
buyurdular. Annesi yukarıda ağlarken, aşağıda biz ders okuyorduk.
Son hastalığında,
Çengelköyünde kalbinden muzdarip olduğundan, konuşmaya bile takatı yoktu. O
zaman yine talebelerden biri "Hocaefendi, sizi fazla rahatsız görüyorum.
Bir kaç gün dersi tatil edin, inşallah yakında afiyet bulursunuz, dersimize
devam ederiz" demesi üzerine Hocaefendi "arkadaşınızın teklifini kabul ediyor musunuz"
diye sordu. Talebeler hep birden "kabul ediyoruz" dediler. Hocaefendi
"Ya Rab! Şahit ol, dersi kendi arzum ile değil, talebenin ısrarı
üzerine bırakıyorum" dedi ve bir kaç gün sonra da Hakkın
Rahmetine kavuştu."
Onun bir âlimin ilmini
süsleyen en mühim vasıflardan olan celadeti hakkında
merhum Esad Coşan Hocaefendi
şunları demektedir:
"Fatih Camii'nde
celâlli, celâdetli,-nur içinde yatsın, Allah mekânını cennet etsin- sert bir
Hocaefendi vardı. Caminin imamı değil de, camide ders veren Hüsrev Hoca derler, bir Hocaefendi vardı.
Meşhurların çoğu onun
derslerine giderlermiş. O Halk Partisi'nin dini yasakladığı zamanda; gazetelere
din sözü alınmayacak, dini tefrika konulmayacak; camiler kapatılacak,
satılacak, yıkılacak; vakıflar satılacak denilen o zulüm devrinde, hiç kimseden korkmadan ders anlatırmış. Gündüz anlatırmış, gece anlatırmış... Evine gelenlere
anlatırmış... Seher vaktinde anlatırmış, sabah vaktinde anlatırmış, gece
yarısında anlatırmış. Yani, böyle kahraman bir insan...
Şeyhlere filân da çok
çatarmış, veryansın edermiş. Yalnız, bizim Hocaefendimiz'den önce makamda
oturan, onun [Mehmed Zahid Efendi'nin] arkadaşı olan Abdülaziz Efendi'ye [Abdülaziz Bekkine] kendisi gönderirmiş talebeleri... "Evlâdım git, ona intisab et!..
O başkaları gibi değil..." diye ona göndermiş bizzat...
Öyle celâdetli bir insan; onun için, çok seviyorum."
(http://www.cevaplar.org/index.php?content_view=2268&ctgr_id=98)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder