Konuyla ilgili önceki yazıda
belirttiğimiz gibi, İmam Şatıbî hadîslerde
dile getirilen “cemaat”in ne anlama geldiği hususunda insanların
ihtilaf etmiş ve ortaya beş ayrı görüşün çıkmış olduğunu
belirtiyor.
Bu görüşlerden biri şöyle: Cemaat,
bir emîrin (halifenin) etrafında toplanmış Müslümanlar
topluluğudur.
Cemaat kavramını en iyi açıklayan
yaklaşımın bu olduğunu, konu hakkındaki “Huzeyfe hadîsi”nin de bunu
desteklediğini söylemiştik.
Bu beşinci yaklaşım çerçevesinde
cemaatin, İslam ümmetini (tüzel kişi olarak) temsil eden (başında
halifenin bulunduğu) İslam devleti olduğunu dile getirmiştik.
Ayrıca İslam devletinin bulunmadığı
zamanların “cemaatsiz” zamanlar olduğunu belirtmiştik
*
İmam Şatıbî, söz konusu beş görüşten
tercih olunan görüş için şunları söylüyor:
Beşincisi (beşinci
görüş), İmam Taberî'nin tercih etmiş olduğudur. O da şudur: Cemaat,
müslümanların bir emîr (başkan, halife) etrafında toplanarak meydana
getirdikleri topluluktur (Şeriat’le yönetilen İslam devletidir).
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem bunu gerekli görüp emretmiş, etrafında
toplanılan kişinin öne çıkarılması hususunda ümmetin fırkalara (gruplara)
ayrılıp parçalanmasını yasaklamıştır.
Çünkü onların ayrılıp
bölünmeleri şu iki halden uzak kalmaz. Birincisi: Emîrlerine itaat hususunda
tanımazlık ve inkârcılık yapmaları (Müslümanların bir emîrinin/devletinin
olması lüzumunu kökten reddetmeleri ve), emîrin rızaya uygun ahlâk ve
karakterini mesnetsiz olarak kötülemeleridir.
Bu, tevil/yorum
yoluyla dinde bid’at ihdas etmektir. Ümmetin savaşmakla emrolunduğu
Haruriye fırkasının (Haricîlerin) durumu budur. Hz. Peygamber s. a. s. onları “dinden
çıkanlar" olarak isimlendirmiştir.
İkincisine gelince, o
da şudur: Cemaatin emîrine biat akdi/sözleşmesi yapıldıktan sonra emîrlik
talebinde bulunmalarıdır. Bu ise, (biatle emîre itaatin) vacipliği ortaya
çıkmışken verilen sözden dönmek (ahde vefasızlık) ve akdi/sözleşmeyi
çiğnemektir. Nitekim Rasulullah s. a. s. şöyle buyurmuştur: "Her
kim ümmetime, onların cemaatlerini (ümmet devletini, İslam birliğini)
parçalamak için gelirse, kim olursa olsun boynunu vurun."
Taberî dedi ki:
Cemaate uyma işinin/emrinin manası budur.
Ve dedi ki: “Emîrin
başa geçirilmesine razı olunup birleşilmesi suretiyle ortaya çıkan cemaat”ten
ayrılan kişinin cahiliye ölümü ile ölmesine gelince.. İşte o,
Ebu Mes'ud el-Ensarî'nin özelliklerini bildirdiği cemaattir; insanların
çoğunluğudur, ilim ve din ehlinin kâffesi ve diğerlerinden oluşur. O, sevad-ı
azamdır (büyük karaltıdır).
Yine şöyle dedi: Ömer
b. el-Hattab bunu açıklamıştır. Amr b. Meymun el-Evdî'den, şöyle dediği rivayet
edilmiştir: Ömer (suikaste uğrayıp ölümcül) yara aldığında Suheyb'e şöyle dedi:
(Rasulullah s. a. s.’in Cennet’le müjdelediği kişiler olan) Osman, Ali, Talha,
Zübeyr, Sa'd (bin Ebî Vakkas) ve Abdurrahman yanıma gelsinler (ve aralarından
birini halife seçsinler). Oğlum (Abdullah), evin bir kenarında dursun. Bu işten
ona bir şey yoktur. Ey Suheyb, onların başları üzerinde kılıçla dur. Eğer bu
altıdan beşi (aralarından birini halife seçip) biat eder, birisi (razı olmayıp
biat etmez ve) karşı çıkarsa, onun başını kılıçla vur! Dördü biat eder, ikisi
karşı çıkarsa o ikisinin başını vur! Tâ ki tek kişi üzerinde güvenilir
bir birlik oluşsun.
Taberî şunu da dedi:
Hz. Peygamber s.a.s.'in bağlı kalınmasını emrettiği, ve onu bırakıp kendi
başına kalanı "(cemaatten) ayrılan" olarak adlandırdığı cemaat,
Ömer'in halifelik (devlet başkanlığı) hususunda birlik olunmasını kendileri
için gerekli gördüğü kişilerin oluşturduğu (ümmetin devletini temsil eden)
cemaatin bir benzeridir. Ki o Suheyb’e, onlardan ayrı baş çekenin (böylece
İslam devletini bölüp parçalayanın) boynunun vurulmasını emretti. Burada
sayının çokluğu halifeye biat hususunda birlik olma (cemaatleşme), sayıca azlık
ise ayrı baş çekme (İslam devletini bölüp parçalama) anlamına
gelmektedir.
Yine Taberî şunu da
dedi: Ümmetin sapıklık/dalâlet üzerinde birleşmeyeceğini bildiren habere
gelince.. Onun anlamı, Hak Teâlâ’nın onları, karşılaştıkları dinî işlerde, hep
birden ilimden sapıp hata edecek şekilde sapıtma üzerinde birleştirmemesidir.
Bu, bu ümmette olmaz, olmayacaktır. (Azınlıkta da kalsalar hakkı söyleyenler
her zaman bulunacaktır.)
Taberî'nin sözleri
burada bitti. Çoğunlukla lafızlarıyla yazılmış olsa da, mana olarak
aktarılmıştır.
(İmam Şâtıbî, el-İ’tisâm,
çev. Ahmet İyibildiren, İstanbul: İ’tisam Y., 2014; eş-Şâtıbî, el-İʿtisâm, C. 3, Kahire: Mektebetü't-tevhid, t.
y., s. 309-311.)
*
Evet, terk edilmesi, ayrılınması
“dinden çıkma” anlamına gelen cemaat budur: Başında
halifenin bulunduğu, ümmeti temsil eden, Şeriat’in yürürlükte olduğu İslam
devleti..
İmam Taberî bunu açık bir şekilde ifade
ediyor.
Yoksa, günümüzün cahillerinin zannettiği
gibi falanca Nurcu grup, Süleymancı taifelerden
bir taife, filan tarikatın falan tekkesi mensuplarının oluşturduğu
klik, feşmekân dinî topluluk, hadîslerde kastedilen ve Ehl-i Sünnet ve
Cemaat tabirinde yer alan “cemaat” değildir.
Bu gruplara katılmak “cemaat”e dahil
olmak anlamına gelmediği gibi, onlardan ayrılmak da “cemaatten ayrılmak”
olarak değerlendirilemez.
Peygamber Efendimiz s.a.s.’in ayrılınmamasını
istediği “cemaat” günümüzde ne yazık ki mevcut değildir. (Bu konuyu
bir sonraki yazıda Huzeyfe r. a.’in rivayet ettiği hadîs
çerçevesinde ele alacağız inşaallah.)
*
Günümüzde cemaat (İslam devleti) taraftarları
azalmış, Haricîler (Haruriye) taifesi ise çoğalmış
bulunuyor..
Üstelik günümüzün modern
Haricîleri, çok farklı gruplara dağılmış durumdalar; hem Kur’an Müslümanlığı edebiyatı
yapanlar arasında, hem de onun tam zıddı olan Ehl-i Sünnetçilik (ehlî
sünnetçilik, ehlileştirilip laik düzene uydurulmuş sünnetçilik) hareketi
içinde boy gösterebiliyorlar.
Bunların temel özelliği İslam
devleti nosyonunu (Batılı efendilerinden aldıkları akılla adına
bazen İslamcılık yahut Siyasal İslamcılık, bazen irtica, bazen
de din istismarı diyerek, ve İslamcılığın “din olan İslam”dan farklı
olduğunu iddia ederek) aşağılamaları ve reddetmeleridir.
Onlara göre, laik (siyasal
dinsiz) rejim, inanç ve ibadet hürriyeti tanıması, bütün inanç
gruplarını saygın kabul edip hepsine eşit hak ve hürriyet tanıması
şartıyla, İslam’ın onay verdiği bir düzendir. Kur’an ayetlerinin bu şekilde yorumlanması mümkündür.. Bütün
yapılması gereken, bu gerçeğin anlaşılmasına engel olan “uydurma hadîsler”den
ve bu hadîsler çerçevesinde oluşmuş bulunan mezhep prangalarından
Müslümanların kurtarılması, “İslam’ın güncellenmesi”dir. İnsanlara
devletin dininin olamayacağı, olabiliyorsa o takdirde de devletin
dininin ancak adalet olabileceği anlatılmalıdır. Adalet ve ahlâk..
İşte esas olan budur.. İslam devleti davası ve Şeriatçılık ise yok edilmesi
gereken zihniyetlerdir.
Savundukları palavraların özeti bu.
Adaletten ne anladıkları ise meçhul..
Yenir mi yenmez mi, canlı mı cansız mı, belirsiz..
Tek belli olan, onun Şeriat olmadığı..
Bunlara göre dünyada adaletsizlik diye birşey varsa, o, özellikle Şeriat'ten
ibaret.
*
Günümüzde Türkiye gibi ülkelerde İslam
adına konuşup yazan çevrelere bakıldığında, (Ehl-i Sünnet ve Cemaat tabirindeki
cemaat, “başında halife bulunan ve ümmeti temsil eden İslam devleti” demek
olduğu için) onların birçoğunun itikad (zihniyet) düzeyinde
Ehl-i Sünnet ve Cemaat anlayışını terk etmiş olduklarını görürsünüz.
Çünkü, açıkça veya ("İstemez, yan
cebime koy" tarzı) dolaylı biçimde savundukları devlet ümmetin
değil, bir ırkın devletidir.. Şeriat'i (müslümanlığı) değil,
siyasal dinsizliği (laikliği) esas alır.
Bunların bir kısmı (tarihselci şaklaban
ve soytarılar, Goldziher dölü modernist ilahiyatçı dallamalar,
İhsan Eliaçık gibi bir buffalo kadar narin ve kibar olma üstünlüğüne sahip
tipler, Mustafa Öztürk gibi en az bir kertenkele kadar şirin ve sempatik
olmalarıyla temayüz eden ekran artistleri) sünnet ve cemaat gibi kavramları
önemsemediklerini zaten açıkça ortaya koyuyorlar.
Fakat, sözde onlarla çatışan ve mücadele
eden kimi ehlî sünnetçilerin, tarikatçıların, Nurcuların ve de Millî Görüşçü siyaset
esnafının da (önemli bir bölümümün) bu noktada onlardan bir farklarının
kalmamış olduğu görülüyor.
Mesela Temel Karamollaoğlu.. Tarikatçı
kökleri de bulunan bu Millî Görüşçü şahıs, “İslamcı olmadığını,
müslüman olduğunu” söyleyebilmişti.. Neden?.. Çünkü “ci, cı” olmaya
karşı alerjisi vardı, fakat “haspaya yakıştığı için” Millî Görüş-çü olabiliyordu..
“Ci, cı” ile “çü” aynı şey değildi..
İmam böyle olursa cemaati nasıl olur,
tahmin etmek zor değil..
Beş yıl önce “İslam’ın güncellenmesi”
nutku atarak hocaları aşağılayan, daha öncesinde de Mısır ve Tunus’a
“Şeriat yerine laiklik” tavsiye eden Recep Tayyip Erdoğan’dan hiç
bahsetmeyelim.
Nurcu gruplar, tarikatçılar, şucular
bucular.. Kimisi laiklik havarisi, kimisi demokrasi fedaisi, kimisi turfanda
Kemalist, kimisi “devletçi”, yani laik (siyasal dinsiz) devlete
sıdk u sadakatle iman etmiş vaziyette.. İslam-cı olmadıklarını
ilan için kendilerini paralıyor, devlet-çi olduklarını duyurmak
için kırk takla atıyorlar.
Memlekette meselenin farkında olan
gerçek Ehl-i Sünnet ve Cemaat mensupları (Sünnet'e bağlı İslamcılar, Siyasal
İslamcılar, Şeriatçılar) varsa da, kıyıda köşede kalmış “garipler”
durumundalar.
*
Evet, günümüzde Türkiye gibi
ülkelerde modern Haricîliğin altın çağı yaşanıyor.
Neden böyle olduğunun anlaşılması için
Haricîlik meselesini biraz açmak gerekiyor.
Haricîliğin ilk nüveleri Hz.
Osman r. a. döneminde oluştu.
Birtakım kişiler ahlâk, edep, fedakârlık
ve dürüstlük timsali olan Hz. Osman’ı ahlâk ve adalet adına eleştiriyorlardı.
O kadar ileri gittiler ki, sonunda onu,
evine girip (Kur’an okurken) şehid ettiler.
İsteseydi bu kişilerin hepsini
tutuklatabilir, bir soruşturma başlatıp arkalarındaki kışkırtıcıları tespit
edebilir, ya da doğrudan hepsini kılıçtan geçirebilirdi.
Nitekim Şam valisi Muaviye r.
a. bir askerî birlik gönderip onu korumayı ve muhalifleri defetmeyi teklif
etmiş fakat o kabul etmemişti.
Sonra bu zümre Hz. Ali k. v.’nun
ordusuna katıldılar fakat çok geçmeden onun başına bela oldular. Sıffîn
Savaşı’nda yaşanan hakem olayını bahane ederek onun
saflarından ayrıldılar, ayrı bir grup haline geldiler.
İlk toplandıkları yer olan Harûrâ’ya nisbetle onlara Harûriyye denildi.
*
Prof. Ethem Ruhi Fığlalı, TDV
İslâm Ansiklopedisi’nin “Hâricîler” maddesinde, onların siyasî
görüş ve tutumlarına ilişkin olarak şunları söylüyor:
İlk Hâricîler ve
diğerleri için esas olan nokta, İslâm ümmetinin Kur’an’a
dayandırılması hususundaki ısrardır. … Bu anlayış, yanlış yola
sapmadan İslâm’ı yaşamayı ve adaleti gerçekleştirmeyi gerektirir. …
Buna göre Hâricîler’in görüşlerinin hareket noktası, devletin en önemli
niteliği olan adalet ilkesiyle Allah’ın hükmünün
gerçekleştirilmesinden birinci derecede sorumlu makam olması açısından hilâfet
meselesidir. Halifelik âdil, âlim ve zâhid olması şartıyla hür
yahut köle her müslümanın hakkıdır; diğer mezheplerin ileri
sürdükleri Kureşî, Hâşimî, Emevî yahut Arap olma gibi şartlar geçerli değildir.
Halife, müslümanlar arasında yapılan hür seçimle iş başına
getirilir; doğru yoldan ayrıldığı zaman da azledilir ve öldürülür.
Koruyucu çevresi az olacağı ve azledilmesi gerektiğinde güçlü bir direniş
gösteremeyeceği için Arap olmayan kimsenin halifeliği tercih edilir.
…. Hâricîler, bu görüşleriyle hürriyetçi demokrasinin ve
gelişen olaylara göre süratli değişmenin [İslam’ı değiştirip
güncellemenin] temsilcileri olarak görülmektedir. … Osman’ın ilk altı
yılını ve Ali’nin tahkîme kadarki halifeliğini meşrû sayıp Hz. Osman’ın ikinci
(son] altı yıllık halifelik … dönem(in]deki icraatını adaletsizlik şeklinde
değerlendirmeleri hemen bütün Hâricîler’in ittifak ettiği hususlardır. Bu
anlamda Hâricîler devlet adamlarının yetkilerini, hüküm verme salâhiyetlerini
reddederek devlet [İslam Devleti] kurumuna karşı bedevî tepkisini ve
bir tür anarşizmi dile getirmişlerdir. Esasen kabile
toplumunda bütün değerler kabile içinde oluşur ve kabile
dışında hiçbir değer kabul edilmez. Geniş ölçüde bedevîlerden
teşekkül eden Hâricîler de bir kabile gibi idrak ettikleri
kendi topluluklarının dışında kalan herkesi düşman görmüşlerdir. …
Hâricîler için devletin
en önemli vasfı adalet olduğundan … Ahlâkî endişenin
doğurduğu bu görevi yerine getirme hususunda Hâricîler’in son derece sert
oldukları hemen hemen bütün ilk dönem kaynaklarında belirtilmiştir. Meselâ
Abdullah b. Habbâb b. Eret gibi seçkin bir sahâbîyi hunharca
katletmeleri, buna karşılık, “Peygamberinizin emanetini koruyunuz”
diyerek hıristiyanlara ve Hâricîler’in kötülüklerinden
korunmak için “müşrik gibi görünen” [Müslüman olduğunu söylese
öldürülecek olan] Vâsıl b. Atâ ve arkadaşlarına arka çıkmaları hep bu ters
bedevî anlayış ve dar görüşlülüğün örnekleridir (Müberred, III, 1078-1079,
1134-1135).
… bu anlayışı daha da
ileri götürerek Hâricî olmayan herkesi düşman ve kâfir kabul
etmişler, buna bağlı olarak kendilerinin dışındaki müslümanların
kadınlarını ve çocuklarını da esir almış veya öldürmüşlerdir. …
Prof. Fığlalı’nın verdiği
bilgiler, çağdaş (modern) Haricîliğin anlaşılması bakımından
ufuk açıcı nitelikte..
Görüldüğü gibi, “Gök kubbe altında yeni
bir fikir yoktur” diyen Prof. Ali Fuat Başgil çok da haksız sayılmaz, Kur’an Müslümanlığı dalgası
(dalaveresi) yeni bir şey değil, çağdaş Haricîlere manevî atalarından miras
kalmış.
Adaletten kendi kişisel, ailevî, zümrevî (grupsal) veya
etnik/ırkçı imtiyazlarının korunmasını anlayan ve bir yandan da “Devletin
dini adalettir” diye yaygara koparan çağdaş Haricîlerin irticaî
(gerici) bir zihniyete sahip oldukları ve bin 400 yıl
öncesinin diliyle konuştukları da böylece ortaya çıkıyor.
Üstelik o eski Haricîlerde “hürriyetçi
demokratlık” da eksik değil.. Hatta Fransız İhtilali’nin
sloganlarından “özgürlük” ve “eşitlik” bile onlarda var, “kardeşlik”ten ayrıca
söz etmemişlerse de onu “eşitlik”te mündemiç kabul edebiliriz.
Sadece Fransız İhtilali’nin değil,
İttihat ve Terakki çapulculuğunun sloganları da onlarda mevcut: Hürriyet,
müsavat (eşitlik), adalet.
*
İslam’da “değişme”nin (güncellemenin) de şampiyonları durumundalar..
Adamlar yaşadıkları devrin insanlarına göre “bin 400 yıl ileri”ler.
Dahası, Fığlalı’nın ifadesiyle “devlet
kurumuna karşı bedevî tepkisini ve bir tür anarşizmi dile
getirmişler”.
Anarşizm, "devlet otoritesi"ni
gereksiz görmek anlamına geliyor.
Ancak, pratiklerine bakıldığında, devlet
kurumuna karşı sergiledikleri bedevî (göçer, göçebe)
tepkisini, ırkçı/milliyetçi göçebeliğin devlet anlayışını “ümmetçi
İslam devleti” anlayışına tercih etmeleri olarak anlamak gerekiyor.
Fığlalı’nın şu ifadesi önemli:
“Esasen kabile
toplumunda bütün değerler kabile içinde oluşur ve kabile
dışında hiçbir değer kabul edilmez.”
Burada “kabile” kelimesi yerine “millet”i
koyduğumuzda çağdaş Haricîlik bütün açıklığıyla ortaya
çıkıyor: “Esasen millet toplumunda bütün değerler millet
içinde oluşur ve millet dışında hiçbir değer kabul edilmez.”
Böylece, Fransız İhtilali’nin azgelişmiş
ülkeler ve azıcık gelişmiş beyinler tarafından vird-i zeban haline getirilen “milletin/kabilenin
kendi kendisine tapınması” olgusuna ulaşmış oluyoruz: “Hakimiyet
kayıtsız şartsız kabilenindir”.
Çünkü kabile dışında herhangi bir
“değer” mevcut değildir. Kur’an’dan filan bahsedilse bile,
bu, onun kabilenin "kabilesel çıkarlar"ı için istismarı ameliyesinden
ibarettir.
Bu çılgın merdivenin bir sonraki
basamağında, kendi kabilesinden olmayanı düşman belleme vardır. Fığlalı’nın
ifadesiyle:
“Geniş ölçüde bedevîlerden
teşekkül eden Hâricîler de bir kabile gibi idrak ettikleri
kendi topluluklarının dışında kalan herkesi düşman görmüşlerdir.”
Bin 400 yıl öncesinin Haricîsi bu ilericiliği,
vatanseverliği, yerliliği, milliliği, milliyetçiliği hayata geçirir de
çağdaş Haricîlik ondan geri kalır mı?! O da kendi “devletçiliği”ne bir
tür “çağdaş din” olarak iman etmeyen herkesi düşman beller.
*
Bu çağdaş Haricîlik, tıpkı bin 400 yıl
önceki prototipinde olduğu gibi Hristiyan’a, Yahudi’ye, Sataniste
(şeytancılara), Budiste, putpereste, ateiste, deiste “Her inanç saygındır”
diyerek hürmet arz ederken, karşısında iki büklüm olurken, “İslamcı, Siyasal
İslamcı, Şeriatçı” diye nitelendirdiği Müslümanların “inanç”larını “saygın olan
inançlar” listesinden ustaca bir gözbağcı elçabukluğuyla siler ve
benimseyenleri (açıkça olmasa da trafik kazaları, zehirlemeler vs.
gibi “örtülü” yöntemlerle) yok edilmesi gereken hedefler listesine yerleştirir.
Bugün İslam dünyasının birçok
beldesinde, mesela Suudi Arabistan’da, Pakistan’da, Mısır’da, Tunus’ta müslüman
âlimleri hapse tıkan, öldüren, fakat Batılılar karşısında haysiyetsizlik ve
karaktersizliğin destanını yazan çağdaş Haricîlerin, Rasulullah
s.a.s.’in ashabını katleden fakat Hristiyanları “Rasulullah’ın emaneti” diyerek
baş üstünde tutan bin 400 yıl öncesinin adalet tellalı kabileci-hürriyetçi-eşitlikçi
Haricî sapıklarından farkı nedir?
*
Şudur: Birincisi, çağdaş Haricîler
“adalet”i, daha çok, laiklik (siyasal dinsizlik) olarak
anlıyorlar.. Ne kadar çok dinsizlik, o kadar adalet.. Ne kadar çok dindarlık, o
kadar adaletsizlik..
Şeytan gibi tümden dinsiz olduğunuzda en
adil adam haline geliyorsunuz.
Bu yüzden, çağdaş Haricîlerin dilinde
adalet, yerlerin ve göklerin yaratıcısı Allahu Teala’ya itaat ile Şeytan’a
itaatin (Satanistliğin) devlet nezdinde eşit olmasıdır.
Yani (İslam açısından) devletin
şeytanlaşması, ya da şeytanîleşmesidır.. Bu şeytanîleşme adalet
anlamına gelmektedir.
İkinci farklılık ise şu: Antik Haricîler
som, saf ve pür “yerli ve milli” idiler, modern Haricîlerin ise “medenî,
çağdaş müttefik ve dostları, yahudi ve/veya hristiyan akıl hocaları,
aşıp geçmeye çalıştıkları bir kızılelmaları (çağdaş uygarlık düzeyi
idealleri)" mevcut.
O yüzden modern Haricîler, manevî
ataları gibi (zahiren) kaba saba ve nobran değiller, imaj çağının
adamları oldukları ve “algı”nın herşey demek olduğunu öğrendikleri için
“olmadıkları gibi görünme, göründükleri gibi olmama” sanatında
ustalaşmış durumdalar.
"İlm-i siyaset"
kalpazanlığı hayat tarzları haline gelmiş durumda.
Dolayısıyla ince, kibar, rafine,
medenî/şehirli, kibar, nazik ve zarif görünmeyi iyi beceriyor, ruhlarındaki
yabaniliği ve gönüllerindeki canavarlığı Batılı akıl hocalarından aldıkları
cicili bicili insancıl söylem ambalajı ile başarılı bir şekilde örtebiliyorlar.
Fikirlerindeki tutarsızlık ve
çelişkileri, boş laflarındaki anlamsız kelime kargaşasını “yeni arayışlar,
yeni yaklaşım, yeni yorum, farklı bir okuma” vs. türünden süslü laflarla
revaçta tutmayı ve pazarlamayı iyi beceriyorlar.
Fikir jimnastiği terkibinin jimnastik
kısmını fazla abarttıkları için düşünceleri acayip esnekleşebiliyor, omurgaları yokmuş
gibi kalıptan kalıba girebiliyorlar; renksiz ve kokusuz sudan düşünceleri bazen
akışkan, bazen buz gibi katı, bazen de buhar olabiliyor.
*
Mesela İslam (Şeriat) söz
konusu olduğunda “İslam’ın devlet diye bir derdi olmadığını, İslam
devleti diye birşeyin bulunmadığını” söyleyerek “devlet”i dinî açıdan
(hem itikad hem de amel noktasından) önemsiz
bir kurum haline getirirken, konunun dinî boyutunun kimsenin aklına gelmediği
zamanlarda acayip “devletçi” hale gelebiliyorlar.
Devlete sadakat ve ona endekslilik onlar
için tek doğruluk ve meşruiyet kıstası haline gelebiliyor.
Mesela FETÖ konusunda sergilenen tavır
tam da buydu.. Budur.
Onların söylemlerindeki dinî hatalar,
aşırılıklar, sapmalar, tahrifat ve sahtelik, “devlet”le ters düştükleri
görülünceye kadar önemsenmedi. Ne zaman ki “devlet”le (iktidar konumundaki
adına devlet denilen siyasetçiler ve bürokratlar ile) dünyevî bir rekabet içine
girdiler, bunlar için denilmedik laf bırakılmadı.. Hakaretin,
aşağılamanın, tekfirin, aforozun, sövgünün, küfrün bini bir para
haline geldi..
Nedeni, olaya “din” (İslam) değil
“devlet, devletluluk” açısından bakılması..
Şayet olaya İslam'ın mutlak doğruları
açısından bakılsaydı, FETÖ’ye çok daha önceden tepki gösterilmesi gerekirdi..
Fakat, mevcut rejim (devlet) de o
“mutlak doğrular” açısından yanlış yerde durduğu için, bunu hiçbir zaman
umursamadılar.
Çünkü o mutlak doğrulara saygı ve
saygının gereğini yapma, laikliğin (siyasal dinsizliğin) lügatinde “adaletsizlik”
demek oluyordu.
Adalet, Allahu Teala’nın emir ve yasaklarında tecelli eden
bir şey değildi; adalet, putlaştırdıkları taklitçi önderlerinin Batılı akıl
hocalarından öğrendikleri palavralara kayıtsız şartsız itaatle sağlanıyordu.
*
Evet, modern Haricîlerin, İslam devleti
nosyonu söz konusu olduğunda, manevî ataları gibi “devlet”i “tu kaka”
ilan ettiklerini, adaletten, ahlâktan, maneviyattan, zühdden,
dünyayı terkten, insanlığa hizmetten vs. söz ettiklerini görürsünüz.
Fakat sıra “laik (siyasal dinsiz)
devlet”in fikir(sizlik) temellerini tartışmaya gelince birden bire lâl ü ebkem
kesilirler.
“Dinsiz (laik) devlet”i ancak dostlar
alışverişte görsünler kabilinden (ahmakları aldatmak üzere “yem” olarak) birkaç
cümleyle (işin özüne temas etmeyip sureta) eleştirdikten sonra lafı İslam
devleti idealine getirir, onu yerin dibine batırmak için (içinde istismar,
vahşet, baskı kelimeleri resm-i geçit yapan) hezeyanları sel gibi boca ederler.
*
İmam Şatıbî’nin “cemaat”ten neyin anlaşılmasına
gerektiğine dair beş ayrı görüşten söz ettiğini söylemiştik.
Bunları sıraladıktan sonra konuyu şöyle
bağlıyor:
Kısacası cemaat, Kur'an ve
Sünnet’e muvafakat eden bir imam (devlet başkanı, halife) üzerinde birleşilmesi
meselesine raci olmaktadır. Böylece açığa çıkmaktadır ki, Sünnet’in gayrisi
üzerinde birleşme (birlik ve beraberlik, içtima), hadîslerde sözü edilen
cemaatin manasına dahil değildir; Haricîler’in ve onların mecralarında yol
alanların durumunda olduğu gibi.
(eş-Şâtıbî, el-İʿtisâm, C. 3, s. 311.)
İmam’ın ifadelerinden çıkan sonuçlar
şunlar:
Bir: Cemaat, (ümmeti temsil eden) İslam
devletidir.
İki: Devlet başkanı (ve onun şahsında
devlet), cemaat vasfını kazanmak için, Kur’an ve
Sünnet’e (Şeriat’e) bağlı olmak zorundadır.
Üç: Sünnet’e (Ki Kur’an’ın
nasıl anlaşılması ve hayata geçirilmesi gerektiğini gösteren kılavuzdur)
aykırı laiklik (siyasal dinsizlik/ilkesizlik), demokrasi,
milliyetçilik (ırkçılık), vatanseverlik, yerlilik-millilik, “devletçilik” vs.
gibi ilke(sizlik)ler etrafında birleşen topluluklar “cemaat”
değildir. Bilakis bu ilke(sizlik)leri bayrak edinen toplum ve
topluluklar, grup ve kliklerin varlığı tefrika (parçalanıp
fırkalaşma, bölünme/bölücülük) anlamına gelmektedir.
Dört: Devlet
yönetiminde Sünnet’e bağlılığın (Şeriat’in) esas ilke olmasını reddetmek,
Şeriat’e karşı çıkmak, Şeriat düşmanlığı yapmak (Haricîler’in
mârika yani “dinden çıkmış” bir topluluk kabul edilmesinde olduğu gibi) dinden
çıkma (dinsizlik) anlamına gelir.
Beş: Günümüzde Türkiye gibi
ülkelerde cemaat diye adlandırılan yapılar belki Alman sosyolog Tönnies’in
“cemaat” diye Türkçeleştirilen Gemeinschaft’ına karşılık geliyor olabilir, fakat
hadîs-i şerîflerde sözü edilen cemaatle bir ilgisi bulunmamaktadır. Tam
aksine tefrika (fırkalaşma, bölünüp parçalanma) olarak
görülebilecek bir mecrada seyretmektedirler.. (Tönnies’in Gesellschaft’ının
hadîslerdeki cemaat olgusunu daha iyi yansıttığı söylenebilir, fakat bir önemi
yok, Tönnies’in canı cehenneme..)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder