Konumuzla
ilgili bir önceki yazıda “Huzeyfe hadîsi”ni Prof. İbrahim Canan’ın çevirisiyle aktarmış
ve tercümede bazı hatalar bulunduğunu dile getirmiştik.
Hadîsin
biraz daha iyi bir çevirisi, Recep Köklü’nün “Cemaatten Yana Tavır Almayı
Emreden Rivayetlerin Değerlendirilmesi” başlıklı yüksek lisans tezinde yer
alıyor (Marmara Ü. Sosyal Bilimler E., İstanbul 2014, s. 54-5):
Huzeyfe İbnü’l-Yemân’dan rivayet edildiğine göre o şöyle
demiştir:
İnsanlar Resûlüllâh’tan (geleceğe ait) hayırlı işlerden
sorarlardı. Ben de bana erişmesinden korkarak şer olanlarından sorardım. Bu
endişe ile bir keresinde:
Yâ Resûlallâh! Biz vaktiyle bir cahiliyet ve şer içindeydik.
Sonra Allâh bize bu hayrı (şirk ve dalâlet temellerini yıkmak hayrını) getirdi.
Bu hayır ve saadetten sonra gelecek bir şer var mıdır? diye sordum. Resûlüllâh:
“Evet vardır” buyurdu.
Ben: O şer ve fitneden sonra bir hayır ve iyilik var mıdır?
dedim. Resûlüllâh: “Evet, bir hayır ve iyilik vardır. Fakat onun içinde
duman (bazı şer ve fesat bulanıklığı) bulunacak” buyurdu.
Ben: O hayrın dumanı (temizliğini bulandıran kiri) nedir?
dedim. Resûlüllâh: “O devrin âmirlerinden bir zümre, benim hidayetim
(sünnetim) hilâfına davranacaklar. Sen onların bazı icraatlarını ma’rûf bulup
tasvip edecek, bir kısmını da münker bulup reddedeceksin” buyurdu.
Ben: Yâ Resûlallâh! Bu karışık hayır devrinden sonra yine bir
şer ve fesat devri gelecek midir? dedim. Resûlüllâh: “Evet gelecektir. O
devirde birtakım davetçiler halkı cehennem kapılarına çağıracak. Her kim
onların davetine icabet ederse, onu cehenneme atacaklar” buyurdu.
Ben: Yâ Resûlallâh! O davetçileri bize vasfeder misin? dedim.
Resûlüllâh: “Onlar bizim milletimizden insanlardır. Bizim dilimizle
konuşurlar (halbuki gönüllerinde hayırdan eser yoktur)” buyurdu.
Ben: Yâ Resûlallâh! O devre yetişirsem bana nasıl hareket
etmemi emredersin? dedim. Resûlüllâh: “Müslümanların cemaatinden ayrılmaz
ve onların devlet başkanına itaat edersin” buyurdu.
Ben: Onların ne cemaatleri ne de devlet başkanları yoksa?
dedim. Resûlüllâh: “O fırkaların hepsinden ayrıl, velev ki bu uzlette
ölünceye kadar bir ağaç kökünü dişlemen gerekse bile” buyurdu.
*
Bu hadîs-i şerif, Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem’in Müslümanlar’ın “cemaatsiz” zamanlarının olacağını haber vermiş olduğunu
gösteriyor.
Yine bu hadîs-i şerîften, “cemaat”in, Şeriat’le yönetilen (Allahu
Teala’nın emir ve yasaklarını tatbik eden) ve başında Müslümanların imamının (halifenin) bulunduğu İslam devleti olduğu anlaşılıyor.
Evet, cemaat budur.
Eğer günümüzde Türkiye gibi ülkelerde
cemaat diye adlandırılan (Ki en
meşhuru şimdilerde FETÖ diye anılıyor) topluluklar (tarikatlar, dinî gruplar
vs.) hadîs-i şerifte sözü edilen cemaate karşılık gelseydi, Rasulullah s.a.s.,
Huzeyfe radiyallahu anh’in, “Onların
cemaati ve imamı yoksa?.. (Fe in lem yekün lehüm cemâ’atün ve lâ imamun?)” şeklindeki
sorusuna karşı, “Onların cemaatleri ve imamları
(liderleri) her zaman bulunacaktır” anlamına gelen bir cevap verirdi.
*
Önceki yazılarda, İmam Şatıbî’nin cemaat kavramıyla
ilgili farklı görüşleri sıraladığını, ve cemaati “başında halifenin bulunduğu
İslam devleti” olarak anlayan yaklaşımın, (diğer görüşleri de zımnen ya da
dolaylı olarak içermesi itibariyle) en isabetli görüş kabul edildiğini dile
getirmiştik.
Huzeyfe r. a.’in rivayet ettiği hadîs
bunu açıkça ortaya koymaktadır.
Recep Köklü de söz konusu tezinde İmam Şatıbî’nin sıraladığı görüşleri tek tek aktarıyor ve “[Cemaatin] Devlet Başkanına Bîat Hususunda Fikir Birliği İçindeki Müslümanlar Olduğu Görüşü” başlığı altında şunları söylüyor (s. 19-21):
Cemaat kavramının içeriğiyle alakalı görüşlere değinen çoğu
şârih ve müellif, bu düşünceyi Taberî’ye nisbet etmektedir. Taberî, “Her kim
ümmetimin birliğini parçalamaya kalkarsa kim olursa olsun öldürün”85 hadisinin
bu hususu dile getirdiğini düşünmektedir. Ayrıca Taberî, Hz. Ömer’in atadığı
altı kişilik şûra kurulunun alacağı kararla ilgili Suheyb’e “Ey Suheyb!
Başlarında kılıçla dikil. Beşi ittifak eder biri cayarsa boynunu vur! Dördü
anlaşır ikisi cayarsa boyunlarını vur! Tâ ki biri için karar versinler”
talimatının da bir devlet başkanına bîat hususunda çoğunluğun verdiği karara
muhalefet eden kimsenin cemaatten ayrılmış olacağına delalet ettiğini
savunmaktadır.
Bu görüş kapsamında hadislerde geçen “cemaatten
ayrılmak/mufârakat” ifadesi bîatı bozmak olarak değerlendirilmiştir. Şâtıbî,
bîatı bozmanın ya sebepsiz bir şekilde veya Hâricîlerde olduğu gibi nasları
yanlış yorumlamak suretiyle devlet başkanına itaatten ayrılmak yahud da İslâm
toplumunun bir devlet başkanına bîat etmesinden sonra riyâset taleb etmek
dışında bir sebeple olamayacağını vurgulamış, bunlarınsa her halükarda itaati
gerekli olan bir bîatı bozmak olduğunu belirtmiştir.
İbn Hacer, Hz. Ali’nin Cemel vakasında kendisine muhalefet
edenler hakkında: “Onlarla ne için savaşıyorsun?” sorusuna karşılık,
“Onlarla cemaatten ayrılıp, bîatlerini
bozdukları için savaşıyorum” dediğini nakletmektedir.
Huzeyfetü’l-Yemân’ın “Yâ Resûlallâh! O devre yetişirsem bana
nasıl hareket etmemi emredersin? dedim. Resûlüllâh: “Müslümanların
cemaatinden ayrılmaz ve onların devlet başkanına itaat edersin” buyurdu.”
rivayeti de cemaatin sözkonusu anlamda kullanıldığına delil olarak
gösterilmiştir. İbn Battâl şöyle söylemektedir:
“Ebû Bekre’nin hadisi bu konuda hüccettir. Çünkü
Resûlüllâh, ona Müslümanların cemaatine ve halifelerine sarılmasını
emretmiştir. Dolayısıyla uyulması emredilen cemaatin, bir halifeye bîatta
birleşmiş İslâm toplumu (sevâd-ı a’zam) olduğu ortaya çıkmıştır.”
Bazı rivayetlerde de itaatin cemaat demek olduğu vurgulanmış,
Habeşli bir köle bile halife olsa dünyevî eziyetlerine sabredilmesi ve cemaate
mülazemete devam edilmesi tavsiye olunmuştur.
Süfyân b. Uyeyne de kendisine sünnet, cemaat ve sünnî/cemâî
gibi tanımlamaların sorulması üzerine şöyle söylemiştir: “Cemaat, ashâbın Ebû
Bekir ve Ömer’e bîat etme hususunda birlik olmalarıdır. Sünnet ise zulüm ve
haksızlık etseler de idarecilerin yaptıklarına sabretmektir.”
Yezîd er-Rakkâşî, Enes b. Mâlik’e cemaatin fırka-i nâciye
olduğuna dâir bir hadis nakletmesinden sonra “Ey Ebû Hamza! Peki cemaat
nerededir?” diye sorduğunu, Enes b. Malik’in de: “Halifelerinizle beraberdir,
halifelerinizle beraberdir.” şeklinde cevap verdiğini rivayet etmektedir.
Cemaate sarılmakla ilgili hadisler, birçok ilim ehli
tarafından sarih bir şekilde küfrünü gerektirecek bir durum yoksa, adil veya
zalim olsun devlet başkanına itaatin gerekliliği şeklinde yorumlanmıştır. Konuyla
ilgili rivayetlerin bazı tariklerindeki imâm, sultân, tâat gibi ifadeler de
bunu te’yid eder niteliktedir.
*
Süfyân b. Uyeyne’nin “Cemaat, ashâbın Ebû Bekir ve Ömer’e bîat
etme hususunda birlik olmalarıdır” şeklindeki sözü, Müslümanların bir devlet olarak teşkilatlanmalarının ve
aralarından birini devlet başkanı (halife,
imam) seçmelerinin vacip olması
anlamına gelmektedir.
Yani, bağımsız (müstakil) ve hür (özgür) bir devlet olacak şekilde
başlarına bir imam (devlet başkanı)
seçip biat etmeleri, cemaat
olmalarının şartıdır.
Eğer böylesi (devlet başkanı seçimi ve
devletleşme anlamına gelen) bir biat yoksa, cemaat de yok demektir.
İşte, günümüzdeki durum budur..
Ortada “Müslümanların cemaati” diye
bir şey yoktur.. Kuru kalabalıklar vardır. Daha doğrusu fırkalar..
Bu fırkaların bazılarına günümüzde (FETÖ,
Haydar Baş cemaati vs. örneklerinde olduğu gibi) cemaat deniliyor..
Bunların “paralel devlet” olmaları ya da kapalı kapılar ardında biat alıp liderlerini
“halife” ilan etmelerinin bir değeri
de yoktur. Ehl-i Sünnet uleması
hilafet (imamet) meselesini de itikad (akaid) kitaplarına derc etmiş ve hadleri (Şeriat’i) uygulayamayan,
suçluları yargılayamayan, müslüman tebaayı düşmanlarına karşı koruyamayan “gizli”
imamların imamlığının batıl (palavra) olduğunu yazmış bulunuyorlar.
*
Ancak, sadece söz konusu topluluklar
değil, günümüzün (halifesiz, ümmeti temsil etmeyen, belli bir ırkı, etnik
topluluğu, kabile ya da hanedanı temsil eden) devletleri de birer fırka durumundadır.
Cemaat değildirler.
Şayet bir devlet, başında “Müslümanların
imamının (halifenin)” bulunduğu ümmet devleti (cemaat) olduğunu iddia
ediyorsa, Şeriat’i uygulamak ve (ırk ayrımı yapmadan) bütün Müslümanları kendisinin
“doğal vatandaşı” kabul etmek, kapılarını onlara kapatmamak, “Müslümanların vatanı (daru’l-İslam)”
üzerinde onları kendisi kadar hak sahibi bilmek, dışlamamak, kendisinden yardım
isteyen mazlum Müslümanlar için mümkünse cihad etmek durumundadır.
*
Süfyân b. Uyeyne rh. a.’in “Cemaat, ashâbın Ebû Bekir ve Ömer’e bîat
etme hususunda birlik olmalarıdır” şeklindeki sözünde yer yalan “birlik olma” ise “icma” anlamına geliyor.
Yani ashab arasında, “Müslümanlar’ın
başlarına bir imam (devlet başkanı) seçerek bir devlet halinde
teşkilatlanmaları” hususunda “icma”
oluşmuş bulunmaktadır.
İcma, edille-i
şer’iyyeden (Kitap, Sünnet, icma, kıyas) üçüncüsü durumundadır. Kıyas (içtihat)
çerçevesinde farklı görüşlere (usulüne uygun olması kaydıyla) kapı açıksa da,
icma söz konusu olduğunda (Ki ashabın “icma”ı en güçlü icmadır), daha sonraki
nesillerin buna aykırı bir görüş ileri sürmeleri, “müminlerin yolu”ndan
ayrılmaları ve son sürat Cehennem’e doğru koşmaları anlamına gelir:
“Kim de
kendisine hidâyet belli olduktan sonra Peygamber’e karşı gelir ve mü'minlerin yolundan başkasına tâbi'
olursa, onu tercîh ettiğinde bırakırız ve kendisini Cehennem’e atarız! Ne kötü
varılacak yerdir o!” (Nisa, 4/115)
Evet, fırka-i naciyenin (73 fırkadan
kurtulacak olanın) “Rasulullah s.a.s. ile ashabının üzerinde bulundukları şey”
üzerinde bulunmaya devam edenler olacağı hatırlanınca, ashabın icmasının önemi
daha iyi anlaşılır.
Dolayısıyla, günümüzde “İslam devleti diye bir şey yoktur, laiklik
de olur, devletin dini adalettir (Devletin dininin İslam olmasına lüzum
yoktur), din devletinin modası geçmiştir” vs. şeklindeki çağdaş zırvaları savunanlara
Cehennem’e doğru dolu dizgin gitmekte olduklarını haber vermek, meseleyi
bilenler için bir vecibe durumundadır.
*
Köklü’nün “Cemaate sarılmakla ilgili hadisler, birçok ilim ehli tarafından sarih (açık,
belirgin) bir şekilde küfrünü gerektirecek bir durum (davranış ya da söz) yoksa,
adil veya zalim olsun devlet başkanına itaatin gerekliliği şeklinde
yorumlanmıştır” şeklindeki ifadesine gelince..
Bu ifade, zımnen, devletin İslam devleti olması varsayımı (ya da
ön kabulü) üzerine kurulu..
Devlet İslam devleti olsa bile,
devlet başkanının küfrü zahir
olduğunda ona itaat edilmez.
Devlet İslam devleti olmadığında (cemaat
olma vasfı bulunmadığında) ise, devlet başkanının müslüman olup olmaması hiç önem
taşımaz..
Ortada cemaat yok ki bu şahıs “cemaatin
imamı” sayılsın da itaati hak etsin. (Yerli-milli ajan Mehmet Şevket Eygi’nin
cübbeli mürşidi Kıbrıslı Nazım, İngiltere’nin kralı Charles’ı müslüman yapmış adını da Hüseyin koymuştu. “Ey Müslümanlar, Hüseyin’e itaat edin!” demeye
getiriyordu. “Gizli müslüman”ın “gizli imam”lığı ve “gizli cemaat”.. Bu Mehmet
Şevket, Milli Görüşçü Milli Gazete’de, Müslümanların İngiltere’de
bir ümmet teşkilatı kurup imam-ı kebîr yani halife seçmeleri teklifinde bile
bulundu.. Evet, Erbakan’ın gazetesinde bu yazıldı.. İngiliz bu işlerde ustadır,
bize asıl kazığı da 100 yıl önce attı, bu, devede kulak.. Bize gelince, ortada
bir kazık yokmuş, kazık yememişiz gibi davranmakla onurumuzu kurtardığımızı
zannediyoruz, halbuki bu, kazığın daha iyi oturmasına razı olmaktan başka bir
anlam taşımıyor. Bir taraftan dilimiz beş karış sarkmış halde kan kusuyor,
diğer taraftan “Acımadı ki, acımadı ki..” diyoruz.)
Tekrarında fayda var: Devlet İslam devleti olmadığında (cemaat olma vasfı bulunmadığında),
devlet başkanının müslüman olup olmaması hiç önem taşımaz.. (Charles gerçekten müslüman
olsa bile, İngiltere’nin düzeni böyle kaldıkça hiçbir önemi yok. Küfrün
başıdır.)
Böylesi (laik, çağdaş) devletlerde devlet
başkanına olan itaat İslam’ın öngördüğü dinî bir itaat değildir, laik yani “siyaseten
dinsiz imansız” bir itaattir.
Bu itaate İslamî bir nitelik
kazandırmaya çalışmak, ona dinî bir anlam yüklemek, rejimi yani anayasal düzeni tanımamak, yok saymak, onun işlevsiz ve iç boş olduğunu dolayı olarak savunmak anlamına gelir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder