Prof. Hayrettin Karaman, Yeni
Şafak gazetesinin 13 Şubat 2014 tarihli sayısında yayımlanan, “Dostluğun ve desteklemenin şartı”
başlıklı yazısında şu görüşleri dile getirmişti:
İnançlara
saygılı, din, vicdan ve düşünce hürriyetini korumada hassas bir iktidar ülkeyi
yönetmekte ise dindar Müslümanlar kendi din hürriyeti alanlarına bakar, burada
beklentiler karşılanıyorsa iktidara destek verirler. İslam dışı ve/veya İslam’a
aykırı inanç ve hayat tarzlarına sahip vatandaşların da hak ve hürriyet adına
talepleri olacaktır. Bu talepler içinde İslam dini ve ahlakına aykırı olanlar
varsa dindar Müslümanlar ‘demokrasi ve insan hakları adına’ bunların da
verilmesinin peşine düşmezler, verildiği zaman da memnun ve mes’ud olmazlar,
mevcut sistem gereği tahammül ederler.
İslam
maddi ve manevi beş değeri korumayı amaç edinmiştir: Hayat, akıl, din, mal
(servet) ve nesil. İktidar dini korumakla beraber diğer dört değeri -ki, bunun
için de mal; yani ekonomi de vardır- korumada gevşeklik, ihmal ve kusur içinde
ise o iktidarı -sırf dini hakları verdiği için- desteklemezler, diğer korunması
gerekli değerleri de korumasını bekler, ister ve desteklerini buna göre
ayarlarlar.
Bir
iktidar Müslümanların dini haklarını vermede gevşek ve kusurlu olursa, diğer
alanlarda başarılı olsa bile dindar Müslümanlar o iktidarı desteklemezler.
Mevcut
iktidar döneminde bu beş değerin korunması bakımından önemli mesafeler
alındığını, gece gündüz demeden çalışıldığını yar da ağyar da biliyor ve
insaflı olanlar itiraf ediyorlar.
Şimdi
biri çıkar da ‘Biz iktidarı desteklemek için demokrasi, insan hakları ve AB
sürecinde katedilen mesafeye bakarız; bu konularda başarılı ise destekleriz,
gevşek ve kusurlu ise desteğimizi çeker, onu düşürmek için başkalarıyla ortak
hareket ederiz’ derse bu tamamen seküler, dünyevi, maddi, dindar bir Müslümanın
tercih etmeyeceği bir yaklaşım olur. Bu yaklaşımı benimseyen vatandaşların da
tercih haklarına saygımız tamdır; ancak bizim tercihimiz bu değildir.
Dindar
Müslümanlar demokrasi ve insan haklarının ‘içi İslam ahlakı ile doldurulmuş’
olanını tercih ederler.
AB ile
entegre olmayı, Batılılaşmayı, kendi öz ve yüce medeniyetimizi Batı’nınki ile
değiştirmeyi asla istemezler ve bu konuyu bir ‘inanç meselesi’ bilirler. Batı
ile ilişkileri, zorunlu ve ümmet için yararlı olan sınırda tutar, orayı
aşmamaya gayret ederler.
Milli
sınırlar içindeki insan unsurunu, büyük İslam ümmetinin ‘ayrılmaz bir parçası’
kabul eder, dost düşman ayırımında ümmeti esas alırlar. Onlara göre bugünkü
parçalanma, dağılma, hatta kendi aralarında savaşma ve çatışma büyük günahtır;
izale edilmesi, ümmet bütünlüğünün sağlanması, kavganın adil bir barışa,
kardeşlik ve dayanışmaya dönüşmesi için gayret etmek farzdır.
Bu
iktidar ekonomiyi batırmadı, maddi ihtiyaçları olabildiğince karşıladı, barış
sürecini başlattı ve ‘İmam Hatiplerin önündeki engelleri kaldırdı, başörtüsü
zulmüne son verdi, okullara seçmeli Kur’an, Peygamberimiz’in Hayatı ve Temel
İslam Bilgisi’ derslerini koydu ise -ki, evet bunları yaptı- ona cephe almaya
Allah ve Resulü’nün razı olacağını sanmıyorum.
Yolsuzluk,
haksızlık, rüşvet, irtikab, kul hakkına tecavüz… büyük günahlardandır. Bunları
dindar Müslümanların onaylaması mümkün değildir. Ancak ‘hüküm giymedikçe
kişilerin masum oluşları’, ‘Soruşturmanın gizliliği’ de temel hukuk
kurallarıdır.
Yukarıda
sayılan kusurların ve günahların istismar edilmesi, bunları onaylamayan
iktidarı yıpratmak için kullanılması da dine ve ahlaka uygun düşmez.
*
Görüldüğü gibi 2014 yılında, sonraki yıllara göre biraz daha mutedil bir çizgideymiş.
Kesin ifadeler kullanmak
yerine “Sanmıyorum” diyebiliyormuş.
Sonradan kendisine bir haller oldu.
Yazdıklarına gelince..
Hayrettin beyin ilk cümlesinden
başlayalım:
“İnançlara saygılı, din, vicdan ve düşünce
hürriyetini korumada hassas bir iktidar ülkeyi yönetmekte ise dindar
Müslümanlar kendi din hürriyeti alanlarına bakar, burada beklentiler
karşılanıyorsa iktidara destek verirler.”
Buradaki “inançlara saygılı, din, vicdan
ve düşünce hürriyetini korumada hassas bir iktidar” kaydı, hiç tartışılmadan,
bir aksiyom gibi önümüze konuluyor.
Yani, hareket noktası olarak,
önce, mevcut iktidarın “inançlara saygılı, din, vicdan ve düşünce hürriyetini
korumada hassas” olduğunu teslim ediyoruz. Hareket noktamız
bu.
Ancak, memleketin manzarası tam böyle
değil.
*
İnancımızı açıkça söylemediğimiz, bu
ülkede Şeriat’in hakim olması gerektiğini açıkça söylemekten kaçındığımız için,
(çokları da zaten hristiyanca bir İslâm anlayışını benimsemiş,
Şeriatçılıktan vazgeçmiş bulunduğu için) din ve vicdan hürriyetimiz
varmış gibi görünüyor.
Bu, gerçek bir özgürlük müdür?!
Bu ülkede bir milletvekili ya da önemli
bir bürokrat, “Arkadaş, ben Şeriatçıyım, Şeriatçı olmam, benim müslüman olmamın
zorunlu sonucudur, lazım-ı gayri mufarıkıdır” diyebilir mi?!
TBMM Başkanı İsmail Kahraman bunu dediği
için bile değil, “Anayasa’da laiklik kelimesinin yer alması şart değil, nitekim Avrupa’da öyle” dediği için siyasî linçe maruz kalmadı mı?
Sen şimdi mevcut iktidara destek verdiğin,
böylece mevcut rejimi dolaylı olarak desteklemiş bulunduğun için,
yazılarına rüşvet-i kelâm kabilinden eklediğin “Aslında benim gönlümden geçen
rejim tam bu değil” şeklindeki kayd-ı ihtirazîlerine tahammül edilmesini, gerçek
bir özgürlük mü zannediyorsun?!
*
Ekonomi bahsine gelelim.
“Ekonomiyi batırmamak, maddi
ihtiyaçları olabildiğince karşılamak”, bir iktidarı desteklemek için tek başına
yeterli bir neden olamaz.
Aslında her iktidar, her parti, ülkesini zengin
etmek ister; bunu başarır başaramaz, becerir beceremez, o ayrı mesele..
Mesela bir şirketin başına kimi getirseniz, o şahıs (şirketteki iktidar olarak), firmanın üstün başarı göstermesini, büyük kâr elde etmesini ister. Bazıları başarır da..
Bu, o
yöneticinin “iyi bir insan” olduğunu göstermez.
Hangi yönetim, ülke ekonomisinin bozuk olmasını, vergi gelirlerinin azalmasını, cüzdanının boşalmasını ister ki?!..
*
Asıl önemli olan soru şudur: Bu iktidar,
ekonominin işleyişinde helal ve haram sınırlarına ne kadar dikkat etmiş,
ekonominin İslâmî kurallara göre işlemesi için ne yapmıştır?.
Bu soruyu
sormadan, iktidar için, “ona cephe almaya Allah ve Resulü’nün razı olacağını
sanmıyorum” demek uygun olmaz.
Başörtüsü zulmüne son verilmesi ve
“seçmeli” din derslerinin konulmasına gelince…
Evet bunlar yapıldı..
Fakat, bu ülkede aynı zamanda
“Şeriatçı” olmak, “sahih bir İslam anlayışı”nı savunmak da marjinal bir
olay haline getirildi.
Şeriat ve Şeriatçılık kavramları, derin odakların kullandığı birtakım "yerli-milli" kişiler tarafından, bizzat “dinci medya” olarak gösterilen basın yayın organlarında sistematik olarak itibarsızlaştırıldı.
Bu, senin yazdığın Yeni Şafak'ta da yapıldı.
*
Aslında olay şu:
28 Şubat sonrasında “Şeriatçılar”ı
“muhafazakâr demokrat” ve “ılımlı laik” hale getirenler (Evet,
aslında Ilımlı İslam değil, Ilımlı Laiklik projesi var), bu
kitlenin tekrar radikalleşmesinin (yani Şeriatçılaşmasının, laik düzeni
sorgulamasının) önüne geçmek için, başörtüsü sorununu bir ölçüde çözmeye ve
bazı yüzeysel dinî dersleri “seçmeli” (sadece seçmeli) olarak “dindar”
insanlara “lutfedip vermeyi” kabul ettiler.
O yüzeysel
ders kitaplarına bakınız; onlarda bile bir yandan resmî ideolojinin ve
Atatürkçülüğün empoze edildiğini görürsünüz.
Hayrettin bey, böyle bir iktidara
cephe almaya Allah ve Resulü’nün razı olacağını sanmıyormuş.
Tamam da onların Ankara’da,
“Türkiye’de rejim sorunu kalmamıştır, bizim sayemizde dindar insanımız da laikliği
benimsemiştir, biz de zaten laik bir partiyiz, İslamcı/dinci değiliz, gizli gündemimiz asla yoktur, Türkiye’deki
Şeriatçıları Şeriatçı olmaktan çıkardık, laikleştirdik, ılımlı laikler haline getirdik, asıl biz Aziz Atatürk'ün izindeyiz, Gazi Mustafa Kemal Paşa'yı minnet ve şükranla yâd ediyoruz vs.” dediklerinden haberin var mı?
Belki de var.. Olması lâzım..
Çünkü, Erdoğan’ın Mısır ve Tunus’ta yaptığı laik yönetim
tavsiyesinin bile arkasında durdun, ona bir kulp takmak için mugalata sanatının
dibini buldun.
Bu iktidar şunu yapmışmış da bunu yapmışmış da.. Evet yaptılar, fakat dindarları laikleştirmekle de ("siyasal dinsiz" hale getirmekle de) övündüler..
Hızlarını alamayıp Mısır ve Tunus'a bile "siyasal dinsizlik" ihraç etmeye kalkıştılar.
Millete "Size amelî hususlarda müsamaha göstereceğiz, fakat bunun karşılığında itikadî tavizler verecek, (merhum Said Nursi'nin "küçük deccal / küçük yalancı" olarak nitelendirdiği) Atatürk'ü rahmetle anmaya başlayacak, Şeriat savunuculuğunu bırakacak, laiklik (siyasal dinsizlik) eleştirisine son vereceksiniz" mesajını verdiler.
Millete sundukları, onlardan istediklerinin yanında devede kulak bile değildi..
*
Evet,
Hayrettin bey, “İslam maddi ve manevi beş değeri korumayı amaç
edinmiştir: Hayat, akıl, din, mal (servet) ve nesil” diyor.
Sonra da ekliyor:
“Mevcut iktidar döneminde bu beş değerin korunması
bakımından önemli mesafeler alındığını, gece gündüz demeden çalışıldığını yar
da ağyar da biliyor ve insaflı olanlar itiraf ediyorlar.”
Nerde yaşıyorsa?
Zinanın suç olmaktan çıkarılmasının, İstanbul Sözleşmesi’nin yasal düzeyde hayata
geçirilmesinin, üniversitelerde toplumsal
cinsiyet adı altında okutulan derslerle her türlü sapıklığın reklamının
yapılmasının vs. (ki özgürlük adı altında kabul edilen başka rezillikler de
var) ne anlama geldiğini bilmez gibi konuşuyor.
Mevcut iktidar, “nesil” maddî ve/veya manevî
değerinin korunması için zinayı serbest bıraktı mı demek istiyor? Ya da ne?
Hayrettin beye
göre, bu iktidar “nesil” değerini korumak için gece gündüz demeden çalışmış,
zinayı serbest hale getirmiş.
Hayrettin efendi nesilden artık neyi
anlıyorsa?.. Bunu bilemiyoruz.
Gece gündüz demeden neslin korunması için
çalışılmış, bunu yar da ağyar da biliyormuş, insaflı olanlar bunu itiraf
ediyormuş..
İnsaf da bunların tekelinde, babalarından miras kalmış tapulu malları..
*
"İnsan hayatı"na
gelince… Mevcut iktidarın insan hayatını korumak için neler yaptığını, bu iktidar döneminde neler yapıldığını şahsen çok iyi biliyorum.
Neler yapıldığı benim gibiler açısından "bi't-tecrübe sabit"tir.. Hariçten gazel okuyan, "yaşayan" kadar bilemez.
Ne demişti Mevlana: "Ben ol da bil!"
Gelelim dinin
korunmasına.. Bu ülkede bugün, Şeriat kavramını
camilerdeki hutbelerde bile duyamıyoruz.
Daha ne olsun!
Malın korunmasına gelince.. İşte bu doğru olabilir.
Birileri servetlerini çok iyi koruyorlar.
*
Hayrettin efendi olayı çarpıtıyor..
"Böyle bir iktidara cephe almaya Allah ve Resulü’nün razı olacağını sanmıyorum" demek yerine, "Böyle bir iktidarı beğenmediği için zihniyet bakımından ondan da bozuk olanı desteklemek caiz olmaz" dese, anlaşılabilir.
Fakat öyle demiyor.
Dindar geçinen ve bilinenler böyle yaparsa, 'çağcıl' CHP iktidarından da herşey beklenebilir, bunu bilmiyor değiliz.
Fakat şunu da biliyoruz: CHP amelî bakımdan zarar verebilir, fakat milletin itikadıyla oynayamaz.
Mesela Mısır'a ve Tunus'a Tayyip Erdoğan yerine Bay Kemal "Şeriat'i bırakın, laik olun!" mesajını verseydi yer yerinden oynardı.
"Sınırlı sorumlu müslüman" Erdoğanist yağ tulumları kim bilir nasıl da kabına sığmayan mücahitler haline gelirlerdi.
*
Tuzun koktuğu yerde diğer nesnelerin kokmasının hesabını kim nasıl sorabilir?
Daha doğrusu, tuzun kokmasından değil, tuzun yokluğundan, yasaklanmasından söz etmemiz gerekiyor.
Soytarılığın yerlilik-millilik-vatanseverlik katına yükseltildiği, ihlas edebiyatı ve umuma açık nefis muhasebesi gösterisi ile işe başlayacak kadar ustalaşmış kaşar riyakârlığın dindarlık zannedildiği, gerçek dindarlığın da "tehlike" kabul edilip açık ya da "örtülü" yöntemlerle önünün kesildiği bu ülkede tuz, "değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez" biçimde yasak.
Tuz diye, ne idüğü belirsiz kalp/sahte nesneler piyasaya sürülüyor.
Yoksa, sahici tuz asla kokmaz..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder