Prof. Hayrettin Karaman’ın bazı yazılarına
baktığımızda, onun, Hz. Ali’nin ifadesiyle “hak söz ile batılı kastetme”
konusunda uzmanlaşmış olduğunu düşünmeden edemiyoruz.
Yeni Şafak’ta “Anayasa ve laiklik tartışmaları (2)” başlığı altında 8 Mayıs 2016
tarihinde yayınlanan yazısında, lafı Türkiye’deki insanların Şeriat taleplerine
getirmişti:
“Şeriat düzeni isteyenlerin bu düzeni uygulamaya
kendilerinden başlamaları gerekiyor. Önce Müslümanım diyenler gerçek manada ve
bütünüyle Müslüman olacaklar, olmak için ellerinden geleni yapacaklar. İşleri,
davranışları, işlemleri, hayatları –şartların elverdiği kadar- tamamen İslâmî
olacak. “İslâmî olanı” olmayandan ayırmak için herkes müctehid kesilip hüküm
vermeyecek, âlim ve âmil insanlardan oluşan heyetler bulunacak ve bu
heyetlerden çıkan bilgiler, fetvalar, rehberlikler Müslümanların yoluna ışık
tutacak. Bir ülkede bu nitelikleri taşıyan Müslümanların sayısı yeterli noktaya
gelince sıra şeriat istemeyenleri, İslam’ı doğru anlatarak ikna etmeye gelecek.
Diyelim ki, yeterli sayıda insanı ikna etmek mümkün olmadı “şiddete, baskıya,
silaha sarılarak”, bunun kaçınılmaz sonucu olacak iç savaş ve çatışma çıkararak
amacı gerçekleştirme yolunu seçmek de yol değildir. Bırakın bugünün
Türkiye’sini ve dünyasını, asırlarca öncesinde bile İslam alimleri (fukaha),
İslam’dan sapan yönetimi yola getirmek isyansız ve silahsız olmuyorsa “iç
savaş, kargaşa, düzenin bozulması, daha büyük zararlara uğranılması”
manasındaki “fitne”ye sebep olmamak için sabredip beklemek gerektiğini
söylemişlerdir.”
*
Karaman’ın bu ifadeleri, içinde,
pekçok hatayı, bilinçli "saptırma"yı barındırıyor.
Sıralamaya çalışalım.
Bir: Şeriat isteyen insanların işe kendilerinden başlaması öğüdü yerinde, fakat bunu yaparken bir yandan da bütün bir Türkiye için Şeriat düzeni istemeye devam etmelerine bir engel yok.
Bunu bir hata imiş, bir günahmış gibi dile dolamak, değil bir fıkıhçıya, sıradan samimi bir müslümana bile yakışmaz.
Eylem düzeyinde bu yönde herhangi
birşey yapmaları mümkün olmayabilir, fakat zihniyet ve söz düzeyinde bunu her zaman savunmak zorundadırlar. Bu, müslümanlıklarının bir gereğidir.
Aksi takdirde, işe kendilerinden
başlama ameliyesini de yapmamış olurlar.
"Ülke için Şeriat isteme" ameline de kendinden başlayacaksın.. Önce sen kendin, "Bu ülkeye Şeriat lazım" diyeceksin..
*
İki: İnsanların Şeriat düzeni
talepleri için böylesi bir ön şart getirmek, batıldır.
İnsanın öncelikle kendisiyle meşgul
olmak zorunda bulunması sosyal alandaki sorumluluklarını ortadan kaldırmaz.
Diyelim ki sen İslam'ı iyi yaşayamıyorsun, günahkâr bir müslümansın, bu, senin başkalarının küfrüne razı olmanı mı gerektirir? Razı olduğun zaman sen de kâfir olursun.
Aynı zamanda sen günahkârsın diye başkalarının günahına da razı olamazsın.. O zaman onların günahına ortak olmuş olursun, kendi günahlarına bir de başkalarının günahlarını eklersin.
Sen günahkârsan "Madem ben günahkârım, o halde varsın devlet de, toplum da günahkâr olsun, Allah'ın hükümlerini (Şeriat'i) uygulamayarak Allahu Teala'ya isyan etsinler, tağutların emrine göre hareket etsinler" diye düşünmen mi gerekiyor?!
Üstelik bu ukala adamlar ikide bir "Ehl-i kıble günahından dolayı tekfir edilmez bilmem ne" diyerek ortalığı velveleye vermekten de geri kalmıyorlar.
Ehl-i kıbleye müslümanlığındaki kusurlarından dolayı "ülke için Şeriat isteme" hakkı bile tanımıyorsun, daha ne olsun!
Laikler dinsizlik namına "Sakın Şeriat isteme!" diyorlar, bu uyanıklar da sözde İslam namına aynı lafı tekrarlıyorlar: "Sakın Şeriat isteme!"
"Cümlesinin maksudu bir amma rivayet muhtelif."
Biri sol gösterip yine sol vuruyor, diğeri ise sağ gösterip yine sol vuruyor, hedefte birleşiyorlar.
Laik (siyasal dinsiz) tüzük kardeşliği..
*
Üç: Karaman’ın bu ifadeleriyle
zekâsını kötüye kullandığını, (“işe kendinden başlama” kaydı getirerek
ve fiilen mümkün olmayacak bir şartı kurnazca ileri
sürerek) gerçekte mevcut düzen yanlılarına, statükoya, konformistlere ve
eyyamcılara, istediklerini altın tepsi içinde sunduğunu görüyoruz.
Çünkü, Türkiye gibi ülkelerdeki
laiklik uygulaması çerçevesinde insanların Şeriat talebinde bulunmadan önce “İşlerinin, davranışlarının,
işlemlerinin, hayatlarının –şartların elverdiği kadar- tamamen İslâmî olması”nı
istemek, birincisi kafadan hüküm uydurmaktır.
Bunun dinde yeri yoktur.
İkincisi, bu, gerçekte “kısır döngü” (eskilerin deyişiyle devr-i batıl) anlamına gelir.
Çünkü, şartların neye ne kadar
elverdiği hususu, bizzat Şeriat tarafından belirlenmemiş olduğu için (Çünkü
şartlar, şu anda ortaya çıkmış şeylerdir, Şeriat çerçevesinde oluşturulmuş
şeyler değildir), insanlar arasında tartışma konusu olacaktır.
Birisi, şartlar çerçevesinde elinden
geleni yapmış olduğu kanaatine varacak, bir başkası ise, “Hayır, öyle değil”
diyebilecektir.
Ancak kurnaz Hayrettin efendinin,
böylesi bir itiraza karşı hazırlıklı olduğunu görüyoruz.
Çünkü sözlerini şöyle sürdürüyor:
“‘İslâmî olanı’ olmayandan ayırmak için
herkes müctehid kesilip hüküm vermeyecek, âlim ve âmil insanlardan oluşan heyetler
bulunacak ve bu heyetlerden çıkan bilgiler, fetvalar, rehberlikler
Müslümanların yoluna ışık tutacak.”
Böylece, kurnaz Hayrettin efendi,
meseleyi getirip “olmayacak bir başka şart”a bağlamış oluyor.
Bu heyet nasıl teşekkül edecektir?
Mesela, Cübbeli Rezalet'e göre, kurnaz Hayrettin efendi, İslam’ı tahrif ve tağyir
etmek için mesai sarfeden bir sapık durumundadır. Bir başkasına göre de, kurnaz
Hayrettin efendi âlim ve âmildir.
*
Dört: Kurnaz Hayrettin efendiye
göre, “Bir ülkede bu nitelikleri taşıyan Müslümanların sayısı yeterli
noktaya gelince sıra şeriat istemeyenleri, İslam’ı doğru anlatarak ikna etmeye
gelecek”miş..
Bu da, aslında, kurnaz Hayrettin
efendinin Müslümanlara eşek muamelesi yapması, “Yaz
gelince…” masalları anlatması anlamına geliyor.
“Yeterli nokta” acaba neresidir? Bu
da, üzerinde anlaşmanın mümkün olmadığı bir başka tartışma konusu..
İkincisi, İslam’ı doğru anlatmak
için, “bu nitelikleri taşıyan Müslümanların sayısının yeterli noktaya gelmesi”
şartını getirmek, bir başka devr-i batıl üretmek,
meseleyi getirip kısır döngüye bağlamaktır.
İslam’ı doğru anlatmazsanız, söz konusu nitelikleri taşıyan müslümanların
sayısının yeterli noktaya gelmesi mümkün değildir.
Öte yandan, Hayrettin efendinin getirdiği şarta göre, İslam’ı doğru anlatmak için de,
söz konusu nitelikleri taşıyan müslümanların sayısının yeterli noktaya
gelmesini beklemek zorundayız.
İşte burası,
kurnaz Hayrettin efendinin kafasının kısa devre yaptığı yer.. Ya da
kafasını şaşırtıcı bir ustalıkla kötülük için kullandığı nokta.
Zekâsını iyi niyetle kullanmadığı
için, yaptığı kurnazlık sonuçta kendisini aptal insan konumuna düşürüyor.
*
İslam’ı
doğru anlatmak için böylesi bir “yeterli noktadaki sayı” şartını
getirmek, kafadan (halk deyişiyle işkembeden) fetva vermektir.
Sadece bu ifadeleriyle bile kurnaz
Hayrettin efendinin “âlim ve âmil” insan sınıfına girme hakkını kaybettiğini
söylemek mümkün olabilir.
Burada kurnaz Hayrettin efendi
karşımıza cehaletin temsilcisi olarak
çıkmaktadır, ilmin değil..
Şayet onu âlim kabul edersek, bu
takdirde de, ilmini kötüye kullandığını, fasık ve facir olduğunu, bile bile İslam’ı tahrif ve tağyir ettiğini kabul
etmek zorunda kalırız.
*
Beş: Bir ülkeye Şeriat’in hâkim
kılınması konusunda sadece “sabır” ekolünün görüşüne yer vermek de gerçekte
hakikati gizlemektir.
Mesela İmam-ı Azam, İmam Zeyd’i,
görüşünün farklılığından dolayı “İslam dışı” olmakla suçlamamıştır.
Burası, içtihat konusu olan, farklı
görüşlerin ileri sürülebileceği bir noktadır. İçtihat, içtihadı nakzetmez.
Kurnaz Hayrettin efendi bu noktayı
da gözlerden saklıyor.
İkincisi, "öldürmeden daha beter olan" fitne, tefsir kitaplarında açıklandığı gibi, insanların
küfre ve dalalete düşmeye zorlanmaları, İslam’ı ve Şeriat’i tam ve eksiksiz
olarak (en azından fikir beyanı düzeyinde) “savunma” imkânının bulunmamasıdır.
Hayrettin efendinin istediği de tam bu..
Fakat bunu laik (siyasal dinsiz) yasakçılık adına yapmıyor.
Sözde İslam adına yapıyor. "Sen kendini düzelt, laik (siyasal dinsiz) düzenle uğraşma hadsizliği yapma" diyor.
Bu işi iyi beceriyor, Yaşar Nuri Öztürk türünden adamlar gibi yüzüne gözüne bulaştırmıyor.
*
Altı: Şimdi, asıl meseleye, konunun
özüne geliyoruz.
Mesele, aslında Türkiye’ye Şeriat’in gelmesinin mümkün olup olmaması değil.
Karaman’ın bu yazısından birkaç hafta
önce, bir araştırmanın sonucuna göre, Türkiye insanının sadece yüzde 13’ünün
Şeriat yönetimi istediğinin anlaşılmış olduğu medyada haberleştirilmişti.
Gerçekte, bu yüzde 13’ün de,
spesifik meseleler söz konusu olduğunda, tam Şeriatçi olmadıkları
anlaşılmaktadır.
Daha önce yapılmış benzer bir
araştırma, Türkiye’deki “halis” Şeriat yanlılarının oranının yüzde 3 civarında
olduğunu gösteriyordu.
Böyle bir ülkeye
Şeriat gelmez ve böyle bir toplum, Allahu Teala’nın nimeti ve rahmeti olan
Şeriat’le yönetilme saadetine nail olamaz.
*
Evet, burada mesele, Türkiye’ye
Şeriat’in gelmesi meselesi değildir.
Mesele,
Türkiye’de yaşayan bir müslümanın serbestçe ve özgürce Şeriat talebinde
bulunabilme hakkına sahip bulunmasıdır.
Bugün, doğrudan olmasa bile, dolaylı yollarla müslümanlar bu haktan
mahrum bırakılmaktadır.
Aslında, Hayrettin Karaman’ın bu
yazısı da, son tahlilde, böylesi hak ihlallerine dolaylı
olarak meşruiyet üretme, haklılaştırma ameliyesinin bir parçası durumundadır.
Fakat bunu, Hayrettin Karaman’ın
malum derin odaklarla açık, söze ya da yazıya dökülmüş bir anlaşma ile yapmakta olduğunu
sanmıyorum.
Ortada zımnî, sözlere dökülmemiş, hal lisaniyle dile
getirilen bir uzlaşmanın, bir işbirliğinin mevcut bulunduğu görülüyor.
Hayrettin Karaman, düzen
yanlılarının hoşuna gidecek şeyler söylüyor, derin düzenciler de, Hayrettin
Karaman’a bu laik düzende “mutlu ve müreffeh, tehlikelerden ve korkulardan
azâde” bir hayat sürmesi imkânını bahşediyorlar.
Birbirlerini iyi tanıyorlar. Ciğerlerine kadar biliyorlar.
MİT tarafından bilgilendirilen Kenan Evren, Hayrettin Karaman'a durduk yere Diyanet İşleri Başkanlığı teklif etmiş olamaz.
*
Yedi: Bir başka husus..
Şayet Hayrettin Karaman, Erdoğan’ın Mısır ve Tunus’ta
yaptığı “Şeriat’e karşı laiklik” propagandasında Erdoğan’a
destek vermemiş olsaydı, Türkiye hakkında yazdığı bu ifadelerin bir parçacık da olsa samimiyet taşıdığına
inanabilirdik.
Fakat ne yazık ki Hayrettin Karaman,
“sıfır samimiyet” noktasında duruyor.
Karaman, Erdoğan’ın söz konusu
açıklamalarının ardından Yeni Şafak gazetesinde “Ne dedi, niçin dedi?” başlıklı
bir yazı kaleme almış, onu aklamaya çalışmıştı.
Mısır için “şartlar” bahanesinin
bulunmadığını bile bile..
Mısır’daki darbeci Sisi bile, Şeriat
karşıtı olduğunu söylemiyor. O bile, Erdoğan’ın yaptığını
yapmıyor, Şeriat’e karşı laikliği savunmuyor.
Mısır’ın İhvan öncesindeki anayasası
laiklik içermediği gibi, İhvan’a karşı Sisi’nin yapmış olduğu darbe de laiklik
adına yapılmış bir darbe değil.
Mısır, laik bir ülke değil, "resmî din"i İslam olan bir devlet.
Zaten Suudi Arabistan ile
Selefîlerin Mısır darbesi konusunda bize tuhaf gelen bir tavır içinde
olmalarının nedenlerinden biri de, bu noktaydı.. (Burada İhvan’ın zulme uğramış
olması ayrı konu.)
Ve, Erdoğan cenapları, böyle bir
ülkeye gidip, İhvan’a, şartları umursamadan, Şeriat’i bırakıp laikliği savunmaları tavsiyesinde
bulunabilmiş durumda..
Şartlar..
Demek ki, kurnaz Hayrettin efendi,
şartlar lafıyla bizi aldatmaya çalışıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder