23 NİSAN VESİLESİYLE: GAYRİMEŞRU MEŞRUİYET ANLAYIŞI

 




Yeni Şafak gazetesi yazarı Prof. Hayrettin Karaman’ın 25 Ağustos 2016 tarihli (yani 15 Temmuz darbe teşebbüsünden 40 gün sonra yayınlanan) yazısı “Derin devlet de yapı da meşru değildir” başlığını taşıyordu.

Yazı aslında eskiydi..

22 Aralık 2013 tarihli yazı aynen yeniden yayınlanmış bulunuyordu. Yani yazı meşhur 17 Aralık olayından beş gün sonra yayınlanmıştı.

Karaman yazısını tekrar yayınlamış ve sonuna şu notu düşmüştü:

"Bu yazı üzerine örgütün kitabevi kitaplarımı raftan kaldırıp iade etti ve medyası da aleyhimdeki yazılara hız verdi."

*

Gelelim yazıya..

Karaman şöyle diyor:

“Devlet, kendisini temsil eden hakiki ve hükmi şahıslarda, sembollerde ete kemiğe bürünür 'devlet' olarak görünür. Yürütmenin başında olan hükümet (iktidar) yetkisini halktan alır.”

Her zaman değil..

Mesela Mustafa Kemal Atatürk’ün meşhur “İhtimal bazı kafalar kesilecektir”li nutkuna göre yetkinin kaynağı halk değil “kuvvet ve zor”dur:

““Egemenlik ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye, ilim icabıdır diye; görüşme ile, münakaşa ile verilmez. Egemenlik, saltanat kuvvetle, kudretle ve zorla alınır.”

(Kaynak: https://www.ktb.gov.tr/TR-96471/turkiye-buyuk-millet-meclisi.html)

Ancak, Türkiye gibi ülkelerde hükümetin, yetkisini, resmi ideolojinin “izin verdiği sınırlar içinde” halktan aldığını kabul etmek mümkün olabilir..

Mesela Türkiye’de halkın verdiği yetki ancak, başta laiklik (siyasal dinsizlik) olmak üzere, Atatürk ilke ve inkılapları denilen “kayıt ve şartlar” dahilinde geçerlidir.

*

Gayri İslamî (Şeriat karşıtı) rejimler hem 'süper' yalancıdır, hem de mantıksız.

Bir yandan "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" diyeceksin..

Milletin egemenliği için kayıt ve şart söz konusu olamayacağını savunacaksın..

Hem de, Atatürk ilke ve inkılapları denilen kayıt ve şartlar söz konusu olunca milletin egemenliğinden bahsedilemeyeceğini ileri süreceksin..

Millet egemenliğinin bu ilke ve inkılapları silip atmasının mümkün olmadığını söyleyeceksin.

Bu kadar açık, bu kadar ayan beyan, bu kadar mantıksız bir çelişkiyi bu millete anlatanların üçkâğıtçılık ve sahtekârlığı mı daha büyük, yoksa bu üçkâğıtçılık karşısında bir inilti, bir vızıltı, bir mırıltı ve bir sızıltı bile çıkarmayan millet fertlerinin aklını yele vermişliği mi?

Bu sadece aklını yitirme değil, aynı zamanda insanlık şeref ve haysiyetini de kaybetme demektir.

İnsanın aklıyla beraber iradesini, vicdanını ve hürriyetini de Atatürkçü "vesayet"e teslim etmesi demektir.

Demek ki insan Şeriatçılığı, "gerçek" müslümanlığı bırakınca, "samimi müslümanlığın" sadece edebiyatını yapınca aklını da yitiriyor.

Allahu Teala kitabında (yasa koyuculukta kendisine ortak koşan) müşriklerin "akıllarını kullanmadıklarını" boşuna bildirmiyor.

Kullarını en iyi kim bilir?.. Allahu Teala!..

*

Her neyse.. Karaman'ın yazısına dönelim:

"Bu yetkiye dayanarak devleti yönetir. Yönetimde eli ayağı olan bürokratlar da hükümete bağlıdır; yetkiyi kanunlar, yönetmelikler ve belli alanlarda hükümetin iradesi verir."

Yetkiyi kanunlar, yönetmelikler verirmiş.

Yönetmelikler kanunlara, kanunlar da Anayasa’ya uygun olmak zorunda.

Anayasa’nın ise, “değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez” Atatürkçü/Kemalist hükümleri var.

Yani bu hükümler karşısında halkın eli kolu bağlı..

Sanki bunlar, gökten inmiş vahiy.. Herşeyi yaratan, her işi hikmetli olan, asla yanılmayan Yüce Tanrı tarafından konulmuş sanki..

*

Gerçekte, İslam açısından böylesi bir yönetim şirk yönetimidir ve devlet küfür devletidir..

Tabii ki, İslam açısından böyle, ve kimse müslüman olmak, müslümanca düşünmek zorunda değil.. "Dinde zorlama yoktur."

Benim gibiler de laikliğe göre düşünmek zorunda değildir elbette.. 

Madem fikir hürriyeti var, din ve vicdan hürriyeti var, “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” olmak önemli, benim gibi müslümanlara göre mesele bundan ibarettir.

Ha, Hayrettin efendi bir de, kanun ve yönetmeliklere ilaveten hükümetin iradesinden söz ediyor. 

Hükümetin iradesi de tabii “değiştirilemez” hükümlerin yanında solda sıfır.. 

İşte, derin devlet, evet, asıl derin devlet, bu “değiştirilemezlik”te gizli..

Hayrettin bey, bunu neden tartışmıyorsun? Neden bunun meşruiyetini sorgulamıyorsun?

*

Karaman sözlerini şöyle sürdürüyor:

"Yönetme yetkisini halktan alan hükümetlerin ve bürokrasinin -devlet sırrı olan konular dışında- her işi açıktır, şeffaftır, denetime tabidir. Devlet sırrını da yine yetkili hükümetin ilgili birimleri bilir."

Tabii neyin devlet sırrı olabileceği konusunda objektif, denetlenebilir ve hesap sorulabilir bir kıstas yok..

Tek kıstas, birilerinin “kişisel kararı”..

Mesela, düşmana karşı bir silah geliştirir ve bunu sır olarak saklayabilirsiniz.. Ama Türkiye gibi ülkelerdeki devlet sırrı böyle olmuyor..

Tam aksine, mesela İsrail ile bir anlaşma yapıyor, birtakım maddelerini halktan gizliyorlar, ve bu, devlet sırrı olarak kalıyor..

İsrail devleti için, İsrail'in ağa babaları için sır değil, fakat "Türk milleti / Türkiye halkı" için sır.

Misal: Zamanında Muharrem İnce, Akparti iktidarının İsrail ile olan gizli anlaşmalarını TBMM kürsüsünde gündeme getirip devrin dışişleri bakanı Ahmet Davutoğlu'na soğuk terler döktürmüştü.

*

Karaman’ın yazısına dönelim:

"Devlet içinde; yetkisini, yönettiği halktan almayan, demokrasilerde sandıktan çıkmayan, yapıp ettikleri gizli ve yetki dışı olan yapılar meşru değildir."

Bilindiği gibi meşru kelimesi, Şeriat kelimesiyle aynı kökten geliyor; meşru, kelime anlamı itibariyle, "Şeriat'e uygun olan" demektir. 

Eski kelimeler bu ülkede revaçta olmadığı için meşruiyet ile "meşrutiyet"i karıştıranlar da çıkabiliyor. Meşrutiyet, şart kelimesiyle aynı kökten gelir; "meşrut", şartlı olan, şarta bağlanmış olan demektir, meşrutiyet de "şartlılık" demek oluyor. Yani meşrutiyet idaresinde padişahın otoritesi "kayıt ve şarttan azade olmaktan" çıkmış, şartlı hale gelmiş olmaktadır.

Şeriat kelimesindeki şer ile kötülük anlamındaki şer de farklı kelimelerdir; harf devrimbazlığıyla Latin harfleri gelişigüzel alınmış olduğu için yeni imlada kelimeler birbirine karışıyor. Kötülük anlamındaki şer'den farklı olarak Şeriat'teki şer kelimesinin sonunda bir "ayn" harfi vardır ve aynı şekilde telaffuz edilmezler. 

İlmî makalelerde bu farkı göstermek isteyenler Şeriat'teki şer kelimesinin sonuna bir apostrof (kesme işareti) ekliyor, şer' şeklinde yazıyorlar. Yani şer'îlik başka, şerlilik başkadır. 

*

Karaman’ın yazısına dönersek, "Devlet içinde; yetkisini, yönettiği halktan almayan, demokrasilerde sandıktan çıkmayan, yapıp ettikleri gizli ve yetki dışı olan yapılar meşru değildir" dediği görülüyor.

Burada meşruluktan kastı, doğal olarak, Şeriat'e uygunluk değil.. Demokratik olduğu söylenen mevcut sistemin meşruluk tanımına göre konuşuyor.

MİT’in de yapıp ettikleri gizli.. Ama yetkisini kanundan, yönetmelikten alıyor.

Çalışma esaslarını da, son tahlilde, “değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez” hükümler belirliyor.

Ve, bu hükümleri sorgulayanların, bunlara inanmayanların canına okuyorlar.

Karaman sözlerini şöyle sürdürüyor:

Bu derin yapıları ikiye ayırmak uygun olur:

Birincisi kendilerine göre iyi niyetli, devlet ve millet hayrına faaliyeti amaçlayan yapılardır. Bunların ülkeye ve millete iyilik etme iddiasında bulunmaları kendilerini meşru ve haklı kılmaz. Ülkeye ve millete “iktidar gibi, devletin organları gibi” hizmet etmek istiyorlarsa yapacakları şey, devletin kanunlarına göre yetki almak ve açık/şeffaf olmaktır. Aksi halde çatışmalar, tasfiyeler, ülkede huzursuzluk ve güvensizlik kaçınılmaz olacaktır. 

Devletin kanunlarına göre yetki alınca mesele bitiyor mu?

Her kanun adil midir? Kanunlar vahiyle gökten mi indiriliyor?

Yazıya dönelim:

"İkincisi ülkenin ve milletin hayrına, menfaatine değil de kendi çıkarlarına ve/veya ideolojilerine hizmet için oluşan devlet içindeki gizli yapılardır. Bunların ortaya çıkmaları, hedeflerine ulaşabilmek için halktan usulüne göre yetki almaya teşebbüs etmeleri beklenemez. Ülke içinde ve dışında bazı güçler ve çevrelerle işbirliği yaparlar; bu başkalarını kullanırlar, kendilerini de onlara -bilerek bilmeyerek- kullandırırlar."

Peki, bırak derin yapıyı, yüzeydeki devletin bizzat kendisi bile Atatürkçü “ideoloji”ye hizmet etmek üzere kurgulanmışsa ne olacak?..

Ki Türkiye’de durum bu..

Hayrettin efendinin önündeki kuyudan haberi yok, yıldızlardan haber veriyor.

*

Görüldüğü gibi, Hayrettin efendi “derin yapı”ları (sözde) meşruiyet açısından sorguluyor.

Peki ya derin olmayan “yüzey”sel yapılar?

Onlar “otomatikman” meşru mu oluyor?

Hangi meşruiyet, kime ve neye göre meşruiyet?

Hayrettin efendinin meşruiyet konusunda yazdıkları İslamî açıdan bir cinayete, seküler sosyal bilimler açısından ise derin bir cehalete karşılık geliyor.

Adam ilahiyatçı, fakat meşruiyet anlayışı Kur’an ve Sünnet’e değil, Fransız Devrimi mamulü bir ideolojinin çarpık karikatürüne dayanıyor. 

Daha kötüsü, bunun farkında bile değil. (Yoksa farkında da bizi “kafaya” mı alıyor?)

Batıl bir beşerî ideolojiyi faşizm sularına yelken açmış bir devletçilikle savunmakta olduğundan bile habersiz, tutup, ideolojik hareket etmemekten de söz ediyor.

İdeolojinin ne demek olduğundan bile haberi yok.

*

Eğer ilim adamı ya da akademisyen olarak konuşuyorsan, “Meşruiyet meselesi İslam’a göre şöyle, seküler sosyal bilimlere göre de şöyledir” demen gerekir.

Ve bir müslüman olman hasebiyle de, o seküler sosyal bilimlerin ideolojik boyutunu da göz önünde bulundurarak “hakk”ı söylemen icab eder.

Adam bunu yapmıyor, fanatik bir iktidar yandaşı ve propagandisti gibi gündelik siyasetin diliyle konuşuyor.

Ki o siyaset dili de, İslam açısından batıl olan, şirk niteliği taşıyan bir “ideoloji”ye dayanıyor.

*

Bu ülkede 15 Temmuz olayından sonra bir cuma hutbesinde “haham ve rahiplerin rabler edinilmesi” (Tevbe, 9/31) meselesi Fethullah Gülen yüzünden konu edinildi, fakat, merhum Elmalılı Hoca’nın, Atatürk döneminde Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yayınlanan tefsirinde, günümüzde artık o haham ve rahiplerin yerini halkın seçtiği parlamenterlerin aldığını yazmış bulunduğunu yazan ve söyleyen yok.

Ve siz bu “rableştirme” olgusunu meşruiyetin temeli kabul ediyorsunuz.

Şeriat’le kayıtlı olmayan bir demokratik parlamenter sistemin tam da kurumsallaşmış-devletleşmiş şirk demek olduğunu saklıyorsunuz.

Müslüman halk da, siz ilahiyatçısınız ya da cenazelerde ve mezarlıklarda güzel Kur’an okuyorsunuz diye sözlerinize itibar ediyor, itikaden bozuluyor.

Peki, halk sizin gerçekte neyi savunduğunuzu anlamıyor diye, Allahu Teala’nın da bilmediğini, anlamadığını mı sanıyorsunuz?

Nereye gidiyorsunuz?.. "Fe eyne tezhebûn?"


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

ÖMER FARUK KORKMAZ VERSUS HALİS BAYANCUK

  Halis Bayancuk ismine hapislik macerasından dolayı biraz aşinalığım vardı fakat Ömer Faruk Korkmaz’ın varlığından yeni haberdar oldum. ...