Yeni Şafak gazetesi
yazarı Prof. Hayrettin Karaman’ın 25 Ağustos 2016 tarihli (yani 15 Temmuz darbe
teşebbüsünden 40 gün sonra yayınlanan) yazısı “Derin devlet de yapı da
meşru değildir” başlığını taşıyordu.
Yazı aslında eskiydi..
22 Aralık 2013 tarihli
yazı aynen yeniden yayınlanmış bulunuyordu. Yani yazı meşhur 17 Aralık
olayından beş gün sonra yayınlanmıştı.
Karaman yazısını
tekrar yayınlamış ve sonuna şu notu düşmüştü:
"Bu yazı üzerine örgütün kitabevi kitaplarımı raftan kaldırıp iade
etti ve medyası da aleyhimdeki yazılara hız verdi."
*
Gelelim yazıya..
Karaman şöyle diyor:
“Devlet, kendisini temsil eden hakiki ve hükmi şahıslarda, sembollerde ete
kemiğe bürünür 'devlet' olarak görünür. Yürütmenin başında olan hükümet
(iktidar) yetkisini halktan alır.”
Her zaman değil..
Mesela Mustafa Kemal
Atatürk’ün meşhur “İhtimal bazı kafalar kesilecektir”li nutkuna göre
yetkinin kaynağı halk değil “kuvvet ve zor”dur:
““Egemenlik ve saltanat hiç kimse tarafından hiç
kimseye, ilim icabıdır diye; görüşme ile, münakaşa ile verilmez. Egemenlik,
saltanat kuvvetle, kudretle ve zorla alınır.”
(Kaynak: https://www.ktb.gov.tr/TR-96471/turkiye-buyuk-millet-meclisi.html)
Ancak, Türkiye gibi
ülkelerde hükümetin, yetkisini, resmi ideolojinin “izin verdiği
sınırlar içinde” halktan aldığını kabul etmek mümkün olabilir..
Mesela Türkiye’de
halkın verdiği yetki ancak, başta laiklik (siyasal dinsizlik) olmak
üzere, Atatürk ilke ve inkılapları denilen “kayıt ve şartlar” dahilinde
geçerlidir.
*
Gayri İslamî (Şeriat
karşıtı) rejimler hem 'süper' yalancıdır, hem de mantıksız.
Bir yandan
"Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" diyeceksin..
Milletin egemenliği
için kayıt ve şart söz konusu olamayacağını savunacaksın..
Hem de, Atatürk
ilke ve inkılapları denilen kayıt ve şartlar söz konusu olunca
milletin egemenliğinden bahsedilemeyeceğini ileri süreceksin..
Millet egemenliğinin
bu ilke ve inkılapları silip atmasının mümkün olmadığını söyleyeceksin.
Bu kadar açık, bu kadar ayan beyan, bu kadar mantıksız bir çelişkiyi bu millete anlatanların üçkâğıtçılık ve sahtekârlığı mı daha büyük, yoksa bu üçkâğıtçılık karşısında bir inilti, bir vızıltı, bir mırıltı ve bir sızıltı bile çıkarmayan millet fertlerinin aklını yele vermişliği mi?
Bu sadece aklını
yitirme değil, aynı zamanda insanlık şeref ve haysiyetini de
kaybetme demektir.
İnsanın aklıyla
beraber iradesini, vicdanını ve hürriyetini de Atatürkçü
"vesayet"e teslim etmesi demektir.
Demek ki insan
Şeriatçılığı, "gerçek" müslümanlığı bırakınca, "samimi
müslümanlığın" sadece edebiyatını yapınca aklını da yitiriyor.
Allahu Teala kitabında
(yasa koyuculukta kendisine ortak koşan) müşriklerin "akıllarını
kullanmadıklarını" boşuna bildirmiyor.
Kullarını en iyi kim
bilir?.. Allahu Teala!..
*
Her neyse.. Karaman'ın
yazısına dönelim:
"Bu yetkiye dayanarak devleti yönetir. Yönetimde eli ayağı olan
bürokratlar da hükümete bağlıdır; yetkiyi kanunlar, yönetmelikler ve belli
alanlarda hükümetin iradesi verir."
Yetkiyi kanunlar,
yönetmelikler verirmiş.
Yönetmelikler
kanunlara, kanunlar da Anayasa’ya uygun olmak zorunda.
Anayasa’nın ise, “değiştirilemez,
değiştirilmesi teklif dahi edilemez” Atatürkçü/Kemalist hükümleri var.
Yani bu hükümler
karşısında halkın eli kolu bağlı..
Sanki bunlar, gökten
inmiş vahiy.. Herşeyi yaratan, her işi hikmetli olan, asla yanılmayan Yüce
Tanrı tarafından konulmuş sanki..
*
Gerçekte, İslam
açısından böylesi bir yönetim şirk yönetimidir ve devlet küfür
devletidir..
Tabii ki, İslam
açısından böyle, ve kimse müslüman olmak, müslümanca düşünmek zorunda değil..
"Dinde zorlama yoktur."
Benim gibiler de
laikliğe göre düşünmek zorunda değildir elbette..
Madem fikir hürriyeti
var, din ve vicdan hürriyeti var, “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” olmak
önemli, benim gibi müslümanlara göre mesele bundan ibarettir.
Ha, Hayrettin efendi bir de, kanun ve yönetmeliklere ilaveten hükümetin iradesinden söz ediyor.
Hükümetin iradesi de
tabii “değiştirilemez” hükümlerin yanında solda sıfır..
İşte, derin devlet,
evet, asıl derin devlet, bu “değiştirilemezlik”te gizli..
Hayrettin bey, bunu
neden tartışmıyorsun? Neden bunun meşruiyetini sorgulamıyorsun?
*
Karaman sözlerini
şöyle sürdürüyor:
"Yönetme yetkisini halktan alan hükümetlerin ve bürokrasinin -devlet
sırrı olan konular dışında- her işi açıktır, şeffaftır, denetime
tabidir. Devlet sırrını da yine yetkili hükümetin ilgili birimleri bilir."
Tabii neyin devlet
sırrı olabileceği konusunda objektif, denetlenebilir ve
hesap sorulabilir bir kıstas yok..
Tek kıstas,
birilerinin “kişisel kararı”..
Mesela, düşmana karşı
bir silah geliştirir ve bunu sır olarak saklayabilirsiniz.. Ama Türkiye gibi
ülkelerdeki devlet sırrı böyle olmuyor..
Tam aksine,
mesela İsrail ile bir anlaşma yapıyor, birtakım maddelerini halktan
gizliyorlar, ve bu, devlet sırrı olarak kalıyor..
İsrail devleti için,
İsrail'in ağa babaları için sır değil, fakat "Türk
milleti / Türkiye halkı" için sır.
Misal: Zamanında
Muharrem İnce, Akparti iktidarının İsrail ile olan gizli anlaşmalarını TBMM
kürsüsünde gündeme getirip devrin dışişleri bakanı Ahmet Davutoğlu'na soğuk
terler döktürmüştü.
*
Karaman’ın yazısına
dönelim:
"Devlet içinde; yetkisini, yönettiği halktan almayan, demokrasilerde
sandıktan çıkmayan, yapıp ettikleri gizli ve yetki dışı olan
yapılar meşru değildir."
Bilindiği gibi meşru
kelimesi, Şeriat kelimesiyle aynı kökten geliyor; meşru, kelime
anlamı itibariyle, "Şeriat'e uygun olan" demektir.
Eski kelimeler bu
ülkede revaçta olmadığı için meşruiyet ile "meşrutiyet"i
karıştıranlar da çıkabiliyor. Meşrutiyet, şart kelimesiyle aynı kökten gelir;
"meşrut", şartlı olan, şarta bağlanmış olan demektir,
meşrutiyet de "şartlılık" demek oluyor. Yani meşrutiyet idaresinde
padişahın otoritesi "kayıt ve şarttan azade olmaktan" çıkmış, şartlı
hale gelmiş olmaktadır.
Şeriat kelimesindeki şer ile kötülük anlamındaki şer de farklı kelimelerdir; harf devrimbazlığıyla Latin harfleri gelişigüzel alınmış olduğu için yeni imlada kelimeler birbirine karışıyor. Kötülük anlamındaki şer'den farklı olarak Şeriat'teki şer kelimesinin sonunda bir "ayn" harfi vardır ve aynı şekilde telaffuz edilmezler.
İlmî makalelerde bu farkı göstermek
isteyenler Şeriat'teki şer kelimesinin sonuna bir apostrof (kesme işareti)
ekliyor, şer' şeklinde yazıyorlar. Yani şer'îlik başka, şerlilik
başkadır.
*
Karaman’ın yazısına
dönersek, "Devlet içinde; yetkisini,
yönettiği halktan almayan, demokrasilerde sandıktan çıkmayan, yapıp
ettikleri gizli ve yetki dışı olan yapılar meşru değildir"
dediği görülüyor.
Burada meşruluktan
kastı, doğal olarak, Şeriat'e uygunluk değil.. Demokratik olduğu söylenen
mevcut sistemin meşruluk tanımına göre konuşuyor.
MİT’in de
yapıp ettikleri gizli.. Ama yetkisini kanundan, yönetmelikten alıyor.
Çalışma esaslarını da,
son tahlilde, “değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez”
hükümler belirliyor.
Ve, bu hükümleri
sorgulayanların, bunlara inanmayanların canına okuyorlar.
Karaman sözlerini
şöyle sürdürüyor:
Bu derin yapıları ikiye ayırmak uygun olur:
Birincisi kendilerine göre iyi niyetli, devlet ve millet hayrına faaliyeti
amaçlayan yapılardır. Bunların ülkeye ve millete iyilik etme iddiasında
bulunmaları kendilerini meşru ve haklı kılmaz. Ülkeye ve millete “iktidar gibi,
devletin organları gibi” hizmet etmek istiyorlarsa yapacakları şey, devletin
kanunlarına göre yetki almak ve açık/şeffaf olmaktır. Aksi halde çatışmalar,
tasfiyeler, ülkede huzursuzluk ve güvensizlik kaçınılmaz olacaktır.
Devletin kanunlarına
göre yetki alınca mesele bitiyor mu?
Her kanun adil midir?
Kanunlar vahiyle gökten mi indiriliyor?
Yazıya dönelim:
"İkincisi ülkenin ve milletin hayrına, menfaatine değil de kendi
çıkarlarına ve/veya ideolojilerine hizmet için oluşan devlet içindeki gizli
yapılardır. Bunların ortaya çıkmaları, hedeflerine ulaşabilmek için halktan
usulüne göre yetki almaya teşebbüs etmeleri beklenemez. Ülke içinde ve dışında
bazı güçler ve çevrelerle işbirliği yaparlar; bu başkalarını kullanırlar,
kendilerini de onlara -bilerek bilmeyerek- kullandırırlar."
Peki, bırak derin yapıyı, yüzeydeki
devletin bizzat kendisi bile Atatürkçü “ideoloji”ye hizmet etmek üzere
kurgulanmışsa ne olacak?..
Ki Türkiye’de durum
bu..
Hayrettin efendinin
önündeki kuyudan haberi yok, yıldızlardan haber veriyor.
*
Görüldüğü gibi,
Hayrettin efendi “derin yapı”ları (sözde) meşruiyet açısından sorguluyor.
Peki ya derin olmayan
“yüzey”sel yapılar?
Onlar “otomatikman”
meşru mu oluyor?
Hangi meşruiyet, kime
ve neye göre meşruiyet?
Hayrettin efendinin
meşruiyet konusunda yazdıkları İslamî açıdan bir cinayete, seküler sosyal
bilimler açısından ise derin bir cehalete karşılık geliyor.
Adam ilahiyatçı, fakat meşruiyet anlayışı Kur’an ve Sünnet’e değil, Fransız Devrimi mamulü bir ideolojinin çarpık karikatürüne dayanıyor.
Daha kötüsü, bunun farkında bile değil. (Yoksa farkında da bizi “kafaya” mı alıyor?)
Batıl bir beşerî
ideolojiyi faşizm sularına yelken açmış bir devletçilikle
savunmakta olduğundan bile habersiz, tutup, ideolojik hareket
etmemekten de söz ediyor.
İdeolojinin ne demek
olduğundan bile haberi yok.
*
Eğer ilim adamı ya da akademisyen olarak konuşuyorsan, “Meşruiyet meselesi
İslam’a göre şöyle, seküler sosyal bilimlere göre de şöyledir” demen gerekir.
Ve bir müslüman olman hasebiyle de, o seküler sosyal bilimlerin ideolojik
boyutunu da göz önünde bulundurarak “hakk”ı söylemen icab eder.
Adam bunu yapmıyor, fanatik bir iktidar yandaşı ve propagandisti gibi
gündelik siyasetin diliyle konuşuyor.
Ki o siyaset dili de, İslam açısından batıl olan, şirk niteliği
taşıyan bir “ideoloji”ye dayanıyor.
*
Bu ülkede 15 Temmuz olayından sonra bir cuma hutbesinde “haham ve
rahiplerin rabler edinilmesi” (Tevbe, 9/31) meselesi Fethullah Gülen
yüzünden konu edinildi, fakat, merhum Elmalılı Hoca’nın, Atatürk döneminde
Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yayınlanan tefsirinde, günümüzde artık o
haham ve rahiplerin yerini halkın seçtiği parlamenterlerin aldığını
yazmış bulunduğunu yazan ve söyleyen yok.
Ve siz bu “rableştirme” olgusunu meşruiyetin temeli kabul
ediyorsunuz.
Şeriat’le kayıtlı olmayan bir demokratik parlamenter sistemin tam da kurumsallaşmış-devletleşmiş
şirk demek olduğunu saklıyorsunuz.
Müslüman halk da, siz ilahiyatçısınız ya da cenazelerde ve mezarlıklarda
güzel Kur’an okuyorsunuz diye sözlerinize itibar
ediyor, itikaden bozuluyor.
Peki, halk sizin gerçekte neyi savunduğunuzu anlamıyor diye, Allahu
Teala’nın da bilmediğini, anlamadığını mı sanıyorsunuz?
Nereye gidiyorsunuz?.. "Fe eyne tezhebûn?"
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder