Yeni Şafak‘ın iki
yazarı aynı gün aynı mesajı vermişlerdi.
Tarih 18 Kasım 2018’di.
O ikisinden biri, Yusuf
Kaplan, şöyle diyordu:
“Önceki yazımda da dikkat çekmiştim:
Başkalarının, bizim gibi düşünmeyenlerin kutsallarına saygı duymak zorundayız. İslâm, başkalarının
kutsallarına hakaret etmeyi yasaklar.”
Bu yazar, ne yazık ki İslam’ı tam bilmiyor.. Anlamamış..
Gelenekten de çok söz ediyor, ama onu da bilmiyor..
Şunu öğrenmesi lazım: İslam’ı ve de geleneği "modern Batılı" Heidegger’in, Husserl’in
vs. gözlüğüyle anlamaya çalışırsan bir yere varamazsın.
*
Yusuf Kaplan'ın, tarihselci şarlatanların istismarcı Kur’an Müslümanlığı dalaveresine karşı (iyi niyetle) “ilmihal müslümanlığı”nı savunduğuna da şahit olmuştuk.
İlmihal müslümanlığını savunması
yanlış değil, fakat meselenin bundan ibaret olduğunu zannetmesi yanlış..
İşin gücün, bütün meşgalen okumak yazmak ise, Kur’an‘ı da anlamaya çalışmak, tefsir ve
mealleri okumak zorundasın.
İlmihaller, namazını kılıp orucunu tutman, yani ibadetlerini yapabilmen için yeterlidir. Merhum Ömer
Nasuhi Bilmen hocanın Büyük İslam İlmihali gibi kitaplar ayrıca akaid ve ahlâk bahislerine
de kısaca yer verir.
Fakat İslam, salt ibadet, ahlâk ve akaid bahislerinden
ibaret olan bir din değildir.
*
İslam’ın bir devlet boyutu
vardır. Uluslararası (ümmetler arası) ilişkiler boyutu
vardır.
İslam, sadece neye inanacağını (akaid) değil, küfre karşı nasıl bir tavır ortaya koyacağını da
öğretir.
Barışın nasıl bir barış, savaşın nasıl savaş olması gerektiği konusunda da yol
gösterir.
Müşriklerle ve Ehl-i Kitap‘la kurulacak ilişkilerin muhtevasını ve
sınırlarını da belirler.
Hangi devlete ne kadar bağlılık gösterileceğini de
anlatır..
Ve sen bunları mevcut ilmihallerde
bulamazsın..
Fakat, Kur’an‘da
vardır.
Belki sadece meal okursan
kimi konuları yanlış anlayabilir, veya eksik kavrayabilirsin.
Fakat, yeterli bir tefsiri okursan,
meseleleri rahatça anlayabilirsin.
*
İmdi, senin “Başkalarının, bizim gibi
düşünmeyenlerin kutsallarına saygı duymak zorundayız” lafına gelelim.
Bu ifade, som ve pür cehaletten, hatta dalaletten ve küfürden ibarettir.
Saygı duymaktan kastın salt hakaret etmemek ise, bu da, dalalet ve küfür
olmasa da, meramını ifade bakımından yetersiz ve yeteneksiz biri olduğunu kabul
etmeyi gerektirir.
Müşriklerin ve kâfirlerin kutsallarına saygı
duymak zorunda olmamak bir yana, saygı duymamak zorundayız.
Çünkü küfür, ulemanın vurguladığı gibi, “şer’an ta’zimi (saygı gösterilmesi) vacip olanı tahkir (aşağılama), tahkiri vacip olanı ta’zim”den ibarettir”. (Bkz. Mehmed Zahid Kotku rh. a.’in Nefsin Terbiyesi kitabı.)
Eğer sen, başkalarının küfür ve şirkten ibaret olan
kutsallarına saygı gösterirsen, kâfir olursun.
*
Fakat, başkasının kâfir olma, puta tapma hürriyetine ilişmezsin, bu, başka
birşeydir.
Bu, Allahu Teala’nın “Dinde zorlama yoktur. Çünkü
doğruluk sapıklıktan iyice ayrılmıştır. O hâlde, kim tâğûtu
tanımayıp Allah’a inanırsa, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır.
Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir” (Bakara, 2/256) emrine saygıdır, küfre değil.
Kâfire karşı "dinde zorlama" olmaması, kâfirin müslümana "dinde zorlama"da bulunmasına saygı gösterme anlamına gelmiyor.
Şimdi Türkiye müslümanlarının durumuna bakıyoruz,
bırakın tâğutu tanımadıklarını ilan etmeyi, bu kavramı
ağızlarına almaya bile cesaret edemiyorlar.
Türkiye’de kâfire dinde zorlama yok, fakat müslümana
var.
Camide bile var.
Buyursun, Diyanet iki
hafta cuma namazında üst üste Şeriat ve
de tâğut konulu hutbe okusun, beni yalancı çıkarsın.
*
Türkiye’de Diyanet’e de dinde zorlama var, sıradan müslümana
da..
Bunu kabul etmemesi için insanın zekâ özürlü ya
da kaşar yalancı olması gerekiyor.
Evet, başkasının kutsalına hakaret etmezsin, bu da
yine onların kutsalına duyulan bir saygıdan
değil, Allahu Teala’nın “Onların, Allah’ı bırakıp taptıklarına
sövmeyin, sonra onlar da haddi aşarak,
bilgisizce Allah’a söverler. Böylece her ümmete yaptıklarını süslü gösterdik.
Sonra dönüşleri ancak Rablerinedir. O, yapmakta olduklarını kendilerine
bildirecektir“ (En’am, 6/108) emrine saygıdır.
Sövmemek, saygı göstermek demek değildir.
Allahu Teala, kullarına bir irade vermiş,
onlara kâfir olma hürriyetini tanımıştır, fakat
kulların küfrüne razı değildir, ve küfürlerini MÜTHİŞ
BİR AZAPLA cezalandıracağını bildirmiştir.
*
Bu hakaret etmeme tutumu, tasvip etme ya da saygı gösterme boyutuna
ulaşınca, dalalete ve küfre dönüşür.
Onun için, senin o içeriğinde ne olduğunu bilmeden
savunduğun geleneğin akaid kitaplarında,
mesela Nevruz gibi müşrik bayramlarına saygı göstermenin, onlara değer verip kutlama programı düzenlemenin küfür
olduğu belirtilir.
Mesela haça saygı göstermek
küfürdür.
Hakaret etmeden, onun Allahu Teala’ya ortak koşma
anlamına geldiğini, saygıya layık olmadığını söylemek zorundasın.
Haça saygı duyamazsın.
Resulullah s.a.s., boynundaki haçla kendisini ziyarete
gelen Arap reislerinden Adiyy bin Hatem‘e
(Hatem-i Taî’nin oğlu), “Çıkar o boynundaki putu!” demişti.
Puta saygı göstermemişti.
Hakaret de etmemişti.
Onun put olduğunu söylemek hakaret değildir.
*
Türkiye'de Atatürk bir puta dönüştürülmüştür.
Daha
onun sağlığında bile böyleydi, “Kâbe Arab’ın olsun / Çankaya
bize yeter!” diyorlardı.
Böylece hem Ali Rıza ile Zübeyde’nin oğlu Mustafa’yı
tanrı yapıyorlar, hem de Kâbe’yi aşağılıyorlardı.
Bu kâfirliğe saygı göstermemiz düşünülemez.
Saygı gösterirsen kâfir olursun.
Bunun yanlışlığını anlatacaksın.
*
Gelelim Yeni Şafak’ın diğer (eski) yazarına, Hasan Öztürk'e..
Bu şahsı özellikle Erdoğan’ın uçağındaki sırıtkan yüz ifadesiyle
tanıyoruz.
Yazısında şöyle diyordu:
Türk milletinin her bir ferdi
olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu iradesiyle bir şekliyle barışarak yoluna
devam etmesinden başkaca bir seçenek yoktur. İç çatışmanın
panzehiri budur.
Hiç olmazsa asgari özen, asgari
saygı!
Bunların Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu iradesiyle bir şekilde
barışmaktan kasıtları, Mustafa Kemal’in
putlaştırılmasının, tâğuta dönüştürülmesinin onaylanmasından
ibaret.
Bu kurucu iradeyi,
asla sorgulanamaz bir put olarak önümüze getiriyorlar.
“Tamam, onlar bu devleti kurdu, iş oldu bitti, biz
şimdi geleceğe bakalım” demenize müsaade etmiyorlar.
*
Mesela, anayasa değişikliği tartışmaları söz konusu
olunca birileri (Özellikle de CHP ve MHP’liler) hemen, “Kurucu Meclis’in belirlediği temel ilkeler değiştirilemez” diyorlar.
Bu temel ilkelerden anladıkları da İlk Meclis’in kabul
ettiği 1921 Anayasası‘ndaki esaslar değil.
İlk Meclis tasfiye edildikten, Anayasa değiştirildikten sonra yapılan dayatmalar..
İşte bu, “Kurucu İrade” denilen iradenin (fiilen Mustafa Kemal'in iradesinin) putlaştırılmasından başka birşey değildir.
Yani Ali Rıza ile Zübeyde'nin oğlu, İstiklal Savaşı'nı yürüten Meclis'i tasfiye edip kendi iradesini kurucu irade diye dayatmışsa, bugünkü kuşaklar neden kendilerini onun iradesiyle ebediyen bağlı hissetsinler?!
Onun iradesi haşa Allah'ın iradesi mi?!
Bu millet de onun azat kabul etmez kulları mı?!
Bizim irademiz yok mu, biz irademizi Ali Rıza'nın ölmüş oğluna teslim etmek zorunda mıyız?!
Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür olma, sadece Zübeyde'nin oğluna ait bir imtiyaz mı?
Şu hale bakın, millete dindarlık öğreten bir gazetenin herkesten müslüman geçinen bir yazarı böyle küfür ve şirkten başka birşey olmayan, hem imana hem de akla aykırı bir kurucu irade masalını anlatabiliyor.
Evet, bu Hasan Öztürk, kıyıda köşede kalmış üç beş "fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür" müslümana da "bağımsız irade"yi çok görüyor, kurucu iradeyle barışmayı, yani ona teslim olmayı, kendi iradesinden vazgeçmeyi teklif ediyor.
Bu aklı (akılsızlığı) ona kimler veriyor, bu zırvaları ona kim yazdırıyor olabilir?
*
Tabiî ki barışmaktan kastettikleri, "kurucu irade"nin (yani Ali Rıza'nın ölmüş oğlunun iradesinin) putlaştırılmasından, onun kişisel kararlarına kıyamete kadar geçerli, değiştirilemez, reforma tabi tutulamaz
vahiy muamelesi yapılmasından ibaret.
Peki, ben de diyorum ki, “Yaratıcı İrade (turşu kurma vezninde kurucu değil, yaratıcı
irade, Allahu Teala'nın iradesi), Kur’an ile birtakım hükümler indirmiş, herkes onlarla
barışık olmalıdır”.
Ha, benim gibiler bunu söyleyince beyefendilerin söylediği
türkünün makamı değişiyor.
Buselik sopalık ve
kürdili tehditkâr makamı devreye giriyor.
“Bak, bu dediğimizi yapmazsan iç çatışma olur ha,
çatışırız, kemiklerinizi kırarız, sürüm sürüm süründürürüz, çocukken emdiğiniz sütü burnunuzdan getiririz, ocağınıza incir dikeriz” anlamında aba altından sopa gösteriyorlar.
Hasan efendinin utanmadan yaptığı da bu.
Kurucu iradeniz sizin olsun, turşu mu kuruyorsunuz, bağdaş mı kuruyorsunuz, hayal mi kuruyorsunuz, ne kuruyorsanız kurun, fakat müslümana akıl vermeye kalkışmayın.
Müslüman, ancak Yaratıcı İrade'nin emrinde olur.
*
Hayır, iç çatışma çıkmaması için karşımızdakiler Kur’an ve Sünnet’le barışmayacak, müslüman,
Kurucu İrade denilen iradenin zulümlerini yok sayarak onun vahiy muamelesi
görmesi istenilen iradesine teslim olacak.
Şu taksimdeki adalete, güzelliğe (!) bakın!
Hasan tipi iradesizler, bol maaşlı postlar, uçak-ı hümayunda beleş dünya seyahati vs karşılığında bu
katakulliyi kabul edebilir.
Bu özgürlükleri var, fakat kendileri gibi düşünmeyenleri bu şekilde tehdit etmeye, korkutmaya hakları yok.
*
Bu şahıs, konu edindiğimiz yazısından bir önceki
yazısında, “kurucu irade ile barışık olmayanları” dış güçlerle bağlantılı gibi gösterme densizliği de sergilemişti.
Ortada herhangi bir delil yok,
iftira bol..
Tabiî bunu yaparak, kendisinin derin iç güçlerin medyadaki piyonlarından,
satılmış ajanlardan biri olduğunun düşünülmesine yol açtı.
Bir gün sonraki yazısında ise, o izlenimi yok etmek için, dış
güçler edebiyatı yerine iç güçlerin emrindeki provokatör olma hikâyesine geçiş
yapmış durumda.
Bunların basit hile ve kurnazlıklarından biri de
budur. Kendileri kullanışlı hizmetkârlar oldukları halde, Müslüm ve Fadime gibi zaten deşifre olmuş ve ıskartaya çıkmış ajanlara güya
söverek “samimiyet pozu” verirler.
*
Dış güçlerle bağlantılı olmaya gelince..
Bu devlet laik (siyasal dinsiz) bir devlet olduğu için, İslam devleti (müslüman devlet) olmadığı için, Hindu'nun ineğine ne kadar yakınsa, Allahu Teala'ya da o kadar yakın.
Bu devlet için Allahu Teala, Anayasa dışı bir "dış güç" durumunda.
Sözde iç barış için müslümanın, putlaştırılmış "kurucu irade" lehine kendi iradesinden feragat etmesini, kula kul olmayı kabul etmesini isteyenler şunu unutmasınlar: Yaratıcı İrade'ye savaş açılarak hiçbir barış gerçekleştirilemez.
*
"O inkâr edenler, Beni bırakıp da kullarımı velîler (iradelerini kendilerine bıraktıkları sahipler, yöneticiler, vasîler, koruyucular) edinebileceklerini mi (bunun cezasız kalacağını mı) sandılar?! Şüphesiz ki biz Cehennemi kâfirler için bir konaklama yeri olarak hazırladık!" (Kehf, 18/102)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder