Dinî konularda yazıp konuşmak, görüş beyan etmek,
başka konularda yazıp konuşmaya benzemez.
Tek bir derdiniz olmalıdır, hakikati söylemek.
Niyetiniz sadece bu olmalıdır.
İşin içine başka kaygılar girince sapıtır ve sözünüze itimad eden insanları saptırırsınız.
Ahiretinizi de mahvedersiniz.
*
Hayrettin Karaman, dâru’l-harb konulu yazısında, mesele
ile ilgili olarak kendisinden farklı düşünenlere böyle bir niyet bozukluğu
atfediyor.
Önce, rüşvet-i kelâm kabilinden, bu konuyu
sorgulayanlar arasında “iyi niyetli” bazı insanların da bulunabileceğini ifade
ediyor.
Sonra da, meseleyi getirip olmadık yerlere bağlıyor.
Bunu yaparken de gayet rahat.
Evet, Karaman’ın Yeni Şafak gazetesinin 21 Haziran
2020 tarihli sayısında yer alan “Dâru’l-harb
konusu” başlıklı yazısında şunları söylediği görülüyor:
Bundan altmış yıl öncesinden beri bu
soru bana ve tabii diğer ilgililere soruluyor. Elbette soranlar arasında iyi niyetli ve öğrenmek isteyen insanlar da
vardır. Ancak genel olarak bu soru masum bir soru
değildir. Soranların önemli bir kısmının maksadı, Türkiye ve benzeri
ülkeleri dâru’l-harb ve kâfir ülke ilan etmek, sonra yetkisi
kendinden menkul veya yetkisiz kişiler tarafından seçilmiş bir kişiyi halife, Mehdî, Îsâ ilan etmek, onun etrafında toplanıp İslâm ve
ümmet düşmanı kâfir ülkelerden ve istihbaratlarından aldıkları destek ile ülke
içinde terör eylemleri yapmak, “Allahu ekber” diyerek kâfir ilân ettikleri
Müslümanları boğazlamak; kadın, çocuk, yaşlı demeden ele geçirdikleri aciz
insanlara esir muamelesi yapmaktır.
*
30 sene önce böyle bol keseden atıp tutamaz, esip
gürleyemezdi.
Çünkü henüz Türkiye Hizbullahı denilen
(Özel Harp ve MİT güdümlü,
tabiri caizse “iti ite kırdırmak için” PKK‘ya karşı
kurulmuş) terör örgütü imal edilmemişti.
(Eski Hizbullahçılar yıllar sonra Peygamber Sevdalıları diye şiirli, ilahili Mevlevîvari mevlid kandili
kutlamaları yapmaya başladıklarında, MİT‘in bu hareketin
kalıntılarını ve mevcut potansiyeli değerlendirmek, ortaya çıkan boşluğu bu
defa “yasal” şekilde doldurup “kullanmak” ve eski militanları başıboş
bırakmayıp “sisteme dahil etmek” için bunlara parti kurduracakları
tahmininde bulunmuş ve bunu açıkça yazmıştık. Tabiî önce bunların imajlarının kamuoyu önünde ilahilerle, şiirlerle,
“gözlerde kalan veya kalmayan” sevda vs. ile
düzeltilmesi gerekiyordu.)
Evet, Hayrettin efendi 30 yıl önce bu kadar rahat esip
gürleyemez, içini bu kadar açık bir biçimde dökemezdi.
Çünkü, IŞİD’in
başındaki Ebubekir Bağdadî adlı
soytarı CIA tarafından hapishanede keşfedilip piyasaya
sürülmemiş, malum icraatını sergilememişti.
Şimdi, bu kötü örneklerin gölgesine sığınarak, sû-i
misalin emsal olmayacağını gözardı ederek, dâru’l-harb meselesi
hakkında kendisi gibi düşünmeyenleri Allah yarattı demeden dövüyor.
*
Karaman, yukarıya aldığımız ifadelerinde “Türkiye ve benzeri ülkeleri dâru’l-harb ve kâfir ülke ilan etmek”ten
söz ediyor.
Kâfir olmamak, mümin-müslüman olmaktır.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti (İslam
nokta-i nazarından) kâfir ülke değilse, müslüman (yani Allahu Teala’ya, O’nun
hükümlerine teslim olmuş) ülke demektir.
Bir defa bu, Türkiye’yi İslam devleti ilan
etmek, laikliğe aykırıdır. Türkiye Cumhuriyeti
Anayasası’nı tanımamak anlamına gelir.
Hukuk ilkesi olarak, gerçek ya da hükmî şahısların kendi beyanı esastır.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, kendi beyanına göre, bir
İslam devleti değildir, “Atatürk milliyetçisi ve laik
(siyasal dinsiz)” bir devlettir.
Devlet idaresi söz konusu olduğunda din (İslam, Allahu
Teala’nın emir ve yasakları) diye birşey tanımamakta, bunun istenmesini bile “tehlike” kabul etmektedir.
Tabiî ki bu, resmî ideolojiye
göre çağdaşlık/uygarlaşma, İslam’a göre ise küfür (gerçeği tanımama, gerçeği örtme, Allahu
Teala’ya şirk koşma, kâfirlik) anlamına gelmektedir.
Soru şu: Türkiye’yle ilgili olarak bu gerçeğin
söylenmesi, yani Türkiye’nin İslam devleti/cumhuriyeti olmadığının (dolayısıyla
küfür devleti olduğunun) açıklanması, Hayrettin efendiyi neden
rahatsız etmektedir?
*
İhsan Süreyya Sırma şöyle anlatıyor:
… Allah rahmet eylesin, bir Mela Ali
vardı Van’da.. Çok büyük bir hocaydı.
Rahmetli Erbakan Hoca çok mühim meselelerde onu uçakla
getirtir; sorar geri gönderirdi. Türkçe’yi sonradan öğrenmiş, … Arapça’sı çok iyiydi. Muazzam bir vahiy kültürü vardı….
Bir bayramda, Beşir Atalay Bey’le Van’a gidip Molla Ali’yle bayramı yapalım,
diye bir karar verdik…. Oraya ulaştığımızda Hoca namazı kıldırmış, eve
geçmişti. Hoca’nın bir salonu vardı. Oturmuş, suratı beş karış.. “İstemiyorsan gidelim, bu ne surat böyle bayram sabahı? Böyle
surat edeceksen biz gidelim” dedim. “Sizinle alâkası yok,
kendime kızıyorum. Bu genç, Ankara’dan gelmiş, birşeyler
soruyor. Sorduğunu dahi anlamıyorum, onun için kendime kızıyorum” dedi…. “Gel oğlum, gel bakalım.. Hoca’ya ne soruyorsun?” dedim. “Hocam, ben Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde okuyorum …
Hoca’yı duymuştum….” “Peki sorun ne?” dedim. Soru “ülke”. “Darü’l-İslam, darü’l-harb” meselesini
soruyor. Ama “ülke” diyor, Seyda [Molla
Ali Hoca], “ülke”nin ne olduğunu bilmiyor. “Seyda! Bu, dâr
meselesini soruyor” dedim. “Öyle mi, gel oğlum gel. Kâğıdın
kalemin var mı?” dedi…. Yazdırdığı cümleyi aklımda tutuyorum: … “Ülke… virgül…” Noktalamasını
da söylüyor. “Başkalarının değil… Noktalı virgül… Benim
ilkelerimin uygulandığı yerdir… Nokta.” [ÜLKE (VATAN),
BAŞKALARININ DEĞİL; BENİM İLKELERİMİN (ŞERİAT’İN) UYGULANDIĞI YERDİR.]
(Adnan Demircan, İhsan Süreyya Sırma Kitabı, İstanbul: Beyan, 2018,
s. 136-8.)
*
Başka bir örnek: Seyyid Abdülhakîm Arvasî k.
s..
Dâr’ül-harb diye, ahkâm-ı şer’iyyenin (Şeriat
hükümlerinin) cârî (yürürlükte) olmadığı memâlike (memleketlere) denir.
Ahkâm-ı şer’iyyenin cârî olmadığı
ülke (ahali olarak) ister müslümân ister
müslümândan gayri kimselerle meskûn olsun dâr’ül-harbdir.
Ahkâm-ı şer’iyyenin cârî olduğu
yerler dâr’ül-İslâm’dır. Ahâlî gerek müslim ve gerek
gayrimüslim olsun.
Bu cereyândan (carî/yürürlükte
olmadan) murâd, mehâkim (mahkemeler) ve hukûmetce olan cereyândır.
Yoksa eşhâs (bireyler) beyninde (arasında) cereyân-ı ahkâma (hükümlerin yürürlükte olmasına) bu bâbda (konuda) hüküm
yokdur (itibar edilmez).
Zîrâ şahs-ı müslim[in] (müslüman
kişinin) her ne zamân ve mekânda olursa olsun ahkâm-ı
şer’iyye ile âmil olmasına bir mâni’ yokdur.
*
Demek ki neymiş, Türkiye dâru’l-harpmiş.
Bunu ben söylemiyorum. Seyyid
Abdülhakîm Arvasî k. s. söylüyor.
Dâru’l-harp olduğu için resmî ideolojiye dolaylı
ifadelerle onay vermeyen, devlete, yani siyasetçi/bürokrat
tanrılaştırılmış ekabire devletin laikliğini/dinsizliğini
umursamadan biat etmeyenlere bu
ülkede bazı zamanlar yaşama hakkı bile çok görüldü.
Görünüşte fikir ve inanç hürriyeti tanınırken perde
arkasında, ideolojik anlamda tehlikeli bulunanlar zehirleme, trafik kazası vs. gibi usturuplu
yöntemlerle ortadan kaldırılmaya çalışıldı.
Psikolojik harp, taşeron terör örgütlerinin, mafyanın
vs. kullanılması gibi “konvansiyonel olmayan harp biçimleri” kesintisiz
bir biçimde sürdürüldü. Faili meçhuller bunun sonucuydu.
Takip, taciz, tuzak, örtülü ya da açık tehditlerle yüzleşmek zorunda kalanlar oldu.
*
Seyyid Abdülhakîm Arvasî k.
s.’nun sözlerine dönelim.
İfade ettiği gibi, müslüman bireyin davranışlarının,
daru’l-harbde bile, azimet ya da ruhsat şeklinde, Şeriat’in sınırları içinde
gerçekleşmesine bir engel yoktur.
Hatta, bir müslüman, fiilen öldürülme ya da yaralanma tehlikesi yaşadığında küfür
söz söylese bile, kalben razı olmamak şartıyla, Şeriat sınırları içinde kalmış
olur.
Beldenin daru’l-harb olması,
orada müslümanın mutlaka savaşmak zorunda olması
veya fiilen savaşıyor olması anlamına da gelmez.
Daru’l-harp, İslam’a ve müslümanlara karşı açık veya örtülü bir biçimde savaş açılan, aşikâre ya da gizli biçimde (özel harp yöntemleriyle,
gizli servisler ve taşeronları marifetiyle) düşmanlık yapılan yerdir.
Bir ülkede İslam’ın tam ve eksiksiz biçimde, çarpıtılmadan, olduğu gibi anlatılması ve hayata
geçirilmesi için çalışılması “yasalar çerçevesinde” (yani
yasaların ve devlet kurumlarının himayesi altında) mümkün değilse,
kanun baskısı ve sınırlaması ile karşılaşılıyorsa, orası
kesinlikle daru’l-harptır.
Orada, Allah’a c.c. ve Resulü’ne savaş açılmış
demektir.
Önce Diyanet İşleri Başkanlığı (Süleyman Soylu’nun
ifadesiyle “sıkıysa, sıkıyorsa”)
camilerde Şeriat konulu bir cuma hutbesi okutsun, sonra Hayrettin Karaman
çıkıp böyle konuşsun.
*
Evet, Hayrettin efendi, vakıayı çarpıtıyor.
Bir defa, bir kişiyi halife, Mehdî, Îsâ ilan etmek için
önce bir ülkeyi daru’l-harp ilan etmek gerekmez.
Mesela Sudan Mehdîsi,
Sudan’ı daru’l-harp mi ilan etmişti?
Erbakan, kapalı kapılar ardında “cihat emirliği” paravanasının ardına saklanarak
halifeliğini ilan ediyor, herkesin kendisine biat etmek
zorunda olduğunu ileri sürüyordu.
Prof. Esad Coşan hoca ile olan anlaşmazlık ya
da kavgasının ardında da bu vardı.
Hayrettin efendinin bakış açısına göre, Erbakan’ın,
etrafında toplanan insanlara, İslâm ve ümmet düşmanı kâfir
ülkelerden ve istihbaratlarından aldıkları destek ile ülke
içinde terör eylemleri yaptırmış
olması gerekiyor.
Ayrıca, kâfir ilân ettikleri Müslümanları “Allahu
ekber” diyerek boğazlamış; ele geçirdikleri aciz
insanlara kadın, çocuk, yaşlı demeden esir muamelesi yapmış
olmalılardı.
Demek ki Türkiye’de bunlar olmuş, biz farkedememişiz.
Hayrettin efendi uyanık ya, o farketmiş.
İsrail ve ABD gibi kâfir ülkeler
ve istihbaratları, D-8’leri kuran
Erbakan’ı siyasî mevta (ölü) haline
getirmek için Türkiye’deki işbirlikçilerini kullanmış olamazlar. Biz
halüsinasyon görmüşüz.
Hayrettin efendinin bizi irşad etmesini beklemek
gerekiyormuş.
*
Bir başka pejmürde halifemiz, emekli müftü Cemalettin Kaplan‘dı.
Erbakan’ın adamıyken, 12 Eylül Darbesi sayesinde,
rakibi haline gelmişti.
Türkiye’de bile değil Almanya’da halifeliğini ilan
etmişti. Ölünce yerine oğlu Metin geçti,
“hilafet devleti” başsız kalmadı.
Ancak, bilenler biliyor ki, bu “az gelişmiş”
halifeliğin perde arkasındaki kuklacıbaşısı, Almanya istihbaratı değildi, MİT‘ti..
MİT’in gediklilerinden (aktör Tamer Yiğit‘in kayınpederi) işadamı Murat Bayrak‘tı. (Tamer Yiğit şöyle diyor: “Okuyanlar bilir Ecevit “3. Adam”
kitabında [benim] kayınpederin MİT ajanı olduğunu yazmış [söyleyip yazdırmış].)
Erbakan’a Türkiye’de darbe vurmayı yeterli
görmemişlerdi, (para kaynağı olan) Almanya‘da da
“altını oymak”, teşkilatını darmadağın etmek için Cemalettin’i “gaza
getirmişlerdi”.
*
Birilerini Hz. İsa ilan etmeye gelelim..
Bir İsa‘mız var, Hasan Mezarcı.. (Emekli İsa’mız Mehmet Ali Ağca‘yı saymıyoruz.)
Hayrettin efendiye bakılırsa, Hasan Mezarcı’nın şu
sıralarda etrafında adam toplamaya çalışıyor olması gerekiyor.
Yabancı istihbarat teşkilatları da, akıl
hastanelerinde yani tımarhanelerde
kurulan örgütler oldukları, ajanlarını seçerken adaylardan “tımarhane yeterlilik belgesi” getirmelerini istedikleri
için, Hasan Mezarcı’yla işbirliği yapmak için sıraya girmiş olmalılar.
Biz farkedemiyorsak suç bizim, Hayrettin efendi ne
yapsın!
*
Ha, Hayrettin efendinin bir de Mehdî ilan etme keşf ü kerameti var..
Nazar değmesin, bu ülke Mehdîsiz de kalmadı.
En meşhurları Adnan Oktar..
Nurcuların bir bölümüne göre de (kendisi aksini
söylediği halde) Bediüzzaman “beklenen
Mehdi” idi. (Yani artık başka bir Mehdi gelmeyecek, “siyasal dinsiz” devletlerin
istikbali kurtuldu.)
Hayrettin efendiye göre, Bediüzzaman’ın Mehdi olduğuna
inanan Nurcuların “Allahuekber” diyerek birilerini boğazlamış olması
gerekiyordu.
Adnan’ın da..
Ancak Adnan, Hayrettin efendiden de uyanık olduğu için
böyle yapmadı..
Etrafında insan toplamasına topladı da, özellikle nisa
taifesini toplamayı, onlarla çiftetelli oynayıp dans etmeyi daha
çağdaş buldu..
İslam’ı bu yönde güncellemek için
acayip atraksiyonlar icra etti.
Uzun süre keyfe mâ yeşâ, ferih fahur Mehdîlik yaptı,
karışan görüşen olmadı.
Sonunda hakkındaki şikâyetler ayyuka çıktı, Arş’a
kadar yükseldi, Mehdîliği değil fakat şüpheli sıfatıyla soruşturma konusu
yapıldığı adi suçlardan dolayı tutuklandı.
Suçlandığı konular arasında Allahuekber diyerek adam
boğazlama da, karı kızla televizyon ekranında dans etme de yok.
Bu şekilde dans etmek, Atatürkçü bir
eylem olduğu için suç değil. Çağdaşlık.
*
Nerdeyse unutuyorduk, bu ülkenin bir de “Son
Peygamber” s.a.s.’den sonra gelen bir (tuluatçı görünümlü) post-nübüvvet peygamberi
vardı: İskender Evrenesoğlu.
Bu soytarı da, Türkiye’nin daru’l-harp olup olmaması gibi konularla ilgilenmemiş bulunmasından kaynaklanıyor olsa
gerek ki, tıpkı Adnan Oktar gibi, Hayrettin
efendinin radarına yakalanmadan gönlünce peygamberlik yaptı.
Karışan görüşen, hakkında istihbarat teşkilatlı, gizli
servisli komplo teorileri üreten olmadı.
Gerçi 28 Şubat sürecinde
ismi akredite zamane şeyhlerinden Ömer Öngüt’ünkiyle
birlikte geçmişti.
Öngüt, Kemalistlerle ortak bir düşmana sahipti:
Erbakan.
Bu yüzden, rejimperestlerin doğal müttefiki
durumundaydı.
28 Şubat süreciyle ilgili belgelerden,
darbeci taifesinin (BÇG vs.), siyasal İslamcılara karşı (ki siyasal
İslamcılar daru’l-harp gibi konuları yok
saymayanlardı) Ömer Öngüt ve İskenderkebapoğlu gibilerden yararlanılması yönünde
karar aldıkları anlaşılıyordu.
Belgelere göre, bunlardan yararlanmak isteyenler ABD
ve İsrail gibi kâfir ülkeler ve onların
istihbarat örgütleri değildi.
*
Hayrettin efendinin “İslâm ve ümmet düşmanı kâfir
ülkelerden ve istihbaratlarından aldıkları destek” ifadesine
gelelim..
28 Şubat‘ta bunu kim yapmıştı?
Senin Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin MİT’i ile
TSK’sı..
Türkiye’nin daru’l-harp olduğunu söyleyenler değil.
*
Karaman şunları da yazmış durumda:
Bir ülkenin ilk defa İslâm ülkesi
vasfını kazanması Müslümanların veya İslâm düzeninin hâkim olması ile
gerçekleştiğine göre bunları kısmen veya tamamen kaybeden İslâm ülkesi
yeniden harb ve küfür ülkesine dönüşür mü?
Bu soruya cevap arayan müçtehitler
ikiye ayrılmışlardır. Ebû Yûsuf, Muhammed gibi müçtehitlere göre bir İslâm
ülkesinde İslâmî olmayan hükümler (düzen) hâkim hale
gelir, açıkça icra edilirse ülke yeniden küfür ve harb ülkesi haline
gelir. İmam Ebû Hanîfe’ye göre ise, bir İslâm ülkesinin harb ve küfür
ülkesine dönüşebilmesi için üç şartın birden gerçekleşmesi gerekir:
a) Ülkede İslâmî olmayan hüküm ve uygulamaların açıkça icrası (başka
bir düzenin hâkim olması),
b) Ülkenin, aralarında bir başka
İslâm ülkesi bulunmaksızın harb ülkesine bitişik hale
gelmesi,
c) Müslüman veya zimmî olduğu için İslâm’ın kendilerine can ve mal güvenliği verdiği kişilerin
bu güvenliklerinin ortadan kalkması.
*
İmameyn’e (İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’e göre)
göre, küfür kanunlarının/düzeninin hakim hale gelmesi,
bir memleketin daru’l-harbe dönüşmesi için
yeterli.
Ancak İmam-ı Azam Ebu Hanife farklı kanaatte.. İki şartın daha bulunmasını istiyor.
Ve, Karaman’ın (hakikat arayışının bir sonucu olarak
mı, yoksa konformizmin risksiz ve asude iklimi heva ve hevesine hoş geldiği
için mi, onu bilemem, Allah Celle Celalühû bilir) gönlünün Ebu Hanife’nin
görüşünden yana olduğu açık.
Ancak, Türkiye söz konusu olduğunda o iki şartın da gerçekleşmiş bulunuğunu söylememiz gerekiyor.
*
Farzedelim ki İmam-ı Azam'ın şartlarına göre Türkiye daru'l-harb olmuyor, bu durumda Karaman'ın "Hayır, daru'l- harbdir" diyenlerin görüşüne yine de saygı duyması gerekir.
Çünkü ortada İmam'ın içtihadına karşı başka müçtehitlerin içtihadı söz konusu.
Sürekli "Farklı içtihatlara saygı duyalım, tek doğru benimkidir demeyelim" diye yazan kim?
Hayrettin efendinin kendisi..
O zaman niye "Türkiye daru'l-harbdir" diyenlerin dayandıkları içtihatları yok sayıyor, laik (siyasal dinsiz) Türkiye Cumhuriyeti hesabına onları bir kaşık suda boğmak istiyorsun?
Bu çifte standart hangi fıkhî ve ahlâkî zeminden besleniyor?
*
Ebu Hanife rh. a.’in sıraladığı şartlardan ne
anlaşılması gerektiği üzerinde biraz durmak gerekiyor.
İlk şarttan başlayalım..
“Ülkede İslâmî olmayan hüküm ve uygulamaların
açıkça icrası (başka bir düzenin hâkim olması)” tam
olarak ne anlama gelmektedir?
Mesela, yöneticilerin bir yandan devletin hukuk
sisteminin temel ilkesinin Kur’an ve
Sünnet’e bağlılık olduğunu (sözlü olarak) deklare ettikleri..
Diğer yandan da (uygulamada) kimi
konularda Şeriat‘le çelişen hükümler koyup
faaliyetlerde bulundukları durum ile, aynı yöneticilerin, resmen artık Kur’an ve Sünnet’i tanımadıklarını, onları
çağdışı (veya faydasız, zararlı, uygunsuz) bulduklarını, yönetim ilkelerinin (Cengiz Yasası ya da Atatürk ilke ve inkılapları gibi) başka yerlerden
alınacağını beyan etmeleri durumu, evet bu iki durum bir olur mu?
İlk durum günah işlemek
anlamına gelirken, ikinci durum küfürdür.
İmam Ebu Hanife, bu iki durum arasında mutlaka bir
fark görüyordur.
Ve Karaman’ın anlatımında bunun karşılığı yok.
*
İkinci şarta gelelim..
Bu şart, “Ülkenin, aralarında bir başka
İslâm ülkesi bulunmaksızın harb ülkesine bitişik hale gelmesi” olarak
gösteriliyor.
Burada Karaman’ın kafasının kısa devre yapmış
olduğunu kabul etmek gerekiyor.
Buradaki harb ülkesinden (daru’l-harb) kasıt
nedir? Savaşılan, harp edilen ülke midir?
Öyle olsaydı, İmam-ı Azam’ın daru’l-harbe dönüşme
şartlarına fiilî savaşı da eklemesi, şartları dörde çıkarması gerekirdi.
Bunu yazmış olmamız sebepsiz değil, çünkü Karaman,
aktardığımız ifadelerinden önce şunu da söylüyor:
“Bir ülkenin gayr-i Müslim ülke olması aynı zamanda harb ülkesi olmasını gerektirmez. Eğer bu ülkenin
karşısında bir İslâm ülkesi varsa aralarında ateşkes, antlaşma, barış, İslâm’a
göre de hayırlı olan bir amaçla işbirliği… ilişkileri içinde olmak caizdir. Bu
ilişkiler kurulunca da o ülkeye karşı fiili savaş kuralları uygulanamaz.”
Buradan anlaşılıyor ki, Karaman, okuduklarını anlama bakımından sorunlu..
Çünkü, görüşlerini aktardığı imamlar, harb ülkesi kavramını gayrimüslim ülke anlamında kullanıyorlar, fiilen savaşılan ülke değil.
*
Üçüncü şarta gelelim..
Karaman, İmam-ı Azam’dan naklen, “Müslüman veya zimmî olduğu için İslâm’ın kendilerine can
ve mal güvenliği verdiği kişilerin bu güvenliklerinin ortadan kalkması”ndan
söz ediyor.
Konunun uzmanı Prof. Ahmet Özel, bu
şartı, TDV İslâm Ansiklopedisi için kaleme
aldığı maddede şöyle
ifade ediyor: “Ülkede ilk emanları üzere
bulunan hiçbir müslüman veya zimmînin kalmaması.”
İkisi aynı şey değil..
İlk eman, Şeriat’in hakim olduğu zamanki emandır.
Eğer siz, Şeriatçı olduğunuzu beyan etmeniz durumunda
cezalandırılıyorsanız (yani devletin/hükümetin zulmü ve tecavüzü ile
karşılaşıyorsanız) böyle bir emandan söz edilemez (Mesela Türk Ceza Kanunu’nun,
Özal’ın kaldırdığı 163. maddesini
hatırlayalım).
“Önce bizim ilke ve inkılaplarımıza bağlı
olduğunu, yani bizim tanrılaştırdığımız/putlaştırdığımız şahıs ya
da topluluklara biat ettiğini açıklayacaksın, onlara bağlılık
yemini edeceksin” deniliyorsa, yine önceki emanın izi ve tozu
kalmamış olur.
*
Eman için tarihten de örnek verelim.
Resulullah s.a.s. Taif’e gidip oradan eza ve cefa ile kovulduğunda,
Mekke’ye Mut’im bin Adiyy’in emanı ile girebilmişti.
Bu emanda, Resulullah
s.a.s.’e, “Bizim putlarımız aleyhinde
konuşmayacaksın, bizim inancımızı kabul etmek zorunda değilsin fakat saygı
duyacaksın, saygısızlık etmeyeceksin, inancının propagandasını
yapmayacaksın, düzenimizi/rejimimizi karalamayacaksın” vs.
türünden şartlar koşulmamıştı.
Böylesi şartlar koşulduğunda, daha doğrusu, bir
memlekette ancak böylesi dayatmalara boyun eğmeniz durumunda sizi bir nebze
rahat bırakıyorlarsa, buna eman mı denir?
*
Tarihi bırakıp günümüze gelelim..
Günümüzde birçok ülkede (şayet Şeriatçı bir müslümansanız, İslamcı iseniz, ve de küfür “düzen”bazları ile açık ya da örtülü
işbirliği yapmıyorsanız) gerçek bir can ve mal güvenliğine sahip olmanız mümkün
değildir.
Çünkü, bu ülkelerin bir “deklare ettikleri hukuk
sistemleri”, bir de perde arkasından yürüttükleri “gizli servis hizmetleri” ve
hukuksuzluğu vardır.
Bu hukuksuzluk da, özel yasaları çerçevesinde hukukî
kabul edilir.
İkincisi, bu ülkelerde “değişmeyen” Şeriat‘in aksine, “sabit bir kanunlar
manzumesi” bulunmaz.
Güç sahiplerinin keyfine ve gündelik menfaat
hesaplarına göre kanunlar yap boz tahtasına
çevrilir.
Dolayısıyla, bugün bir emana sahip olsanız bile, aynı
durumun yarın da devam edeceğinin garantisi yoktur.
Yani sizi, aciz ve zavallı bir sinek kabul edip
dokunmayabilirler, fakat güçlendiğinizi düşünmeleri durumunda ümüğünüzü
sıkar, nefes almanıza imkân vermezler, boğarlar.
(Üniversitede anayasa hukuku hocası
Almanya’yı örnek vererek bize böyle anlatmıştı. Nazi eğilimli
partilere yüzde 2-3 filan oranında oy aldıkları sürece siyaset yapma özgürlüğü
tanındığını, palazlanmaları durumunda ise anayasa hukuku literatüründe “parti yasaklama rejimi” diye adlandırılan uygulamalara
başvurularak kapılarına kilit vurulduğunu söylemişti.)
*
Karaman’ın yazısına dönelim..
Sözlerini şöyle sürdürüyor:
İlk müçtehitler zamanında nazarî
olarak yürütülen bu münâkaşa, Moğolların İslâm ülkelerini
istilâsı ile fiilî ve amelî bir saha bulmuş, o zamanda yaşayan
fıkıh bilginleri, istilâya uğrayan ülkelerin durumunu münakaşa etmişlerdir. Ebû Hanîfe’nin ileri sürdüğü şartlar açısından meseleye bakan Hanefî
fukahâsının görüşlerini, 827/1424 yılında vefat eden Muhammed el-Bezzâz,
meşhur Fetâvâ kitabında şöyle
dile getirmiştir: “Bugün kâfirlerin elinde bulunan
(eski dâru’l-İslâm) ülkeler, şüphesiz İslâm ülkeleridir… Kâfir idarecilerin
idareleri altında bulunan memleketlerde cuma ve bayram namazlarını kılmak
caizdir… Kabul edilmiştir ki illetin (hükmün dayanağı olan vasfın) bir parçası
kaldıkça ona bağlı olan hüküm de kalır. Bu ülkelerin Moğol istilâsından önce
İslâm ülkeleri olduğuna ittifakla hükmetmiştik. Onların ülkelere hâkim
olmalarından sonra da ezan, cuma ve cemaatle namazın açıkça îfâsı, şerîatin
gerektirdiği şekilde fetva vermek, hüküm vermek ve öğretim yapmak, onların
idarecilerinin itiraz ve engellemeleri olmadan yaygın bir şekilde yürütülmektedir.
Bu ülkelere harb ve küfür ülkesi demenin mesnedi ve delili yoktur.” Halvânî
(v. 448/1056) şöyle demiştir: “İslâm ülkesi ancak küfür ahkâmının
(düzeninin) yürütülmesi, İslâm’ın hiçbir hükmü ile hükmolunmaması, yerin harb
ülkesine bitişik olması, orada hiçbir Müslümanın ve zimmînin mal, can ve namus
güvenliğinin kalmaması halinde harb ülkesine dönüşür; bu şartların hepsi birden
bulunursa harb ülkesi olur. Delil ve şartlar birbirine karşı gelir, çelişirse
ihtiyaten İslâm yönü ağır basar; yani ülke, İslâm ülkesi olarak kabul edilir…” (el-Bezzâz, el-Fetâvâ, Mısır, 13210, C. VI. s. 310 vd.)
*
Muhammed el-Bezzâz, “bugün” diye
konuşuyor.
Onun “o gün”ünü dikkate almak gerekiyor.
Vefat ettiği tarih 1424..
1424 yılında İslam ülkelerindeki Moğollar artık müslümanlaşmış durumdaydılar.
İran’da İlhanlılar daha
1200’lerin sonlarında İslam’ı kabul etmeye başlamışlardı.
1300 sonları ve 1400 başlarında ise Timurlenk ortaya çıkmıştı. Müslümandı.
Bilindiği gibi Timur,
kendisinin han ya da hakan olduğunu
söylemiyordu. Cengiz neslinden gelen Moğol
hanını yanında aksesuar kabilinden taşıyordu. Kendisi sadece “emir” unvanını kullanıyordu.
O günkü Moğol hanları da müslümandı.
Ayrıca, Muhammed el-Bezzâz, “Şerîatin
gerektirdiği şekilde fetva vermek, hüküm vermek ve öğretim
yapmak, onların idarecilerinin itiraz ve engellemeleri olmadan yaygın
bir şekilde yürütülmektedir” diyor.
Sadece fetva verme değil, hüküm verme..
Yani Şeriat’in “mer’î (yürürlükteki) yasa” olması söz konusu..
*
Şimdi bir de bugünkü Türkiye’ye
bakalım..
Bugünkü Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığı Şeriat
konulu bir hutbe bile okutamaz.
Nerde kaldı ki mahkemeler “Şeriat’e
göre böyle” deyip hüküm versinler.
Kurnaz Hayrettin efendi reklamlarda 1300’lü, 1400’lü
yılları gösteriyor, teslimatta ise kaşla göz arasında el çabukluğu ile Türkiye
Cumhuriyeti’nin laikliğini (siyasal dinsizliğini) yutturma derdinde..
Değilse, neden böyle lafı eğip büküyor, insanların
gafletinden (sorgulamasız okumasından) istifade etmeye çalışıyor?
*
Karaman, günümüz hakkında da konuşmuş..
Tabiî yine meseleyi yanlı ve tek yönlü, yanlış
anlaşılmaya müsait şekilde aktarmış.
Başvurduğu kişi Abdülkerim Zeydan..
Şöyle diyor:
“Prof A. Zeydân yukarıdakine benzer
görüşleri inceledikten sonra günümüze gelerek yabancı hâkimiyetine girmiş İslâm ülkelerinde ezan, cemaatle namaz
gibi bazı sembol hadiseler (İslâmî şiarlar), evlenme, boşanma gibi birtakım
İslâmî hükümler cari oldukça bu ülkelerin İslâm ülkesi
sayılması gerektiği kanaatini ileri sürmektedir. (Ahkâmu’z-zimmiyyîn
ve’l-müste’minîn…, Bağdâd, 1963. s. 21)”
Karaman efendinin kafası burada da kısa devre yapmış,
bu yüzden baltayı taşa vurmuş, Kadir Mısıroğlu çizgisine savrulmuş.
Laik/dinsiz devlete bir helal kulp uydurabilir miyim
diye saçını başını yolarken, kafasını olmadık kayalara vururken farkında
olmadan feleğini şaşırmış, “sömürgeci/emperyalist
işbirlikçisi” zihniyeti savunmaya
başladığını fark edemeyecek hale gelmiş.
*
Evlenme boşanma gibi İslamî hükümlerin yürürlükte
olması şu demek oluyor:
Erkek, maddî imkânı yerindeyse, ve birden fazla kadını
(onların velîlerinin onayıyla) kendisiyle evlenmeye ikna edebiliyorsa, dörde
kadar evlenebilir, dilerse “Boş ol!”
demekle de onları boşayabilir.
Yani Şeriat hükümleri geçerli olur.
Anadolu’da “Bekâra karı boşamak kolaydır” derler; “Boş
ol!” demekle boşamanın mümkün olmasıyla iş bitmiyor, olayın bir de sosyolojik,
ailevî, ekonomik vs. boyutları, mahalle baskısı gibi vecheleri var.
Ancak böylesi bir kapıyı tümden kapattığınızda da,
boşanacak hale gelmeleri durumunda tarafların birbirlerini mahkeme kapılarında
suçlamalarının, ayıplarını ortaya dökmelerinin, rezil kepaze etmelerinin önünü
açmış oluyorsunuz.
Taraflar şerefli bir biçimde ve daha fazla örselenip
yara bere almadan, büyük travmalar yaşamadan kendi yollarına gitme imkânlarını
kaybediyorlar.
Günümüzde boşanma oranlarının, o “Boş ol!” demekle
boşanmanın mümkün olduğu Şeriatlı zamanlara göre çok daha fazla olduğu da bir
sır değil.
*
Böylece Hayrettin Karaman, dolaylı olarak, Şeriat’in
aşağılandığı, tehlike olarak gösterildiği Türkiye gibi ülkelerin, kısmen de
olsa uygulanabildiği sömürge ülkelerden
daha kötü durumda olduğunu ileri sürmüş oluyor.
Kadir Mısıroğlu da buna benzer birşey demiş, “Keşke
Yunan galip gelseydi, hiç olmazsa medreseler, şer’î mahkemeler vs. kapanmazdı”
diye konuşmuştu.
*
Mustafa Müftüoğlu’nun kitabının adı meşhurdur: Yalan Söyleyen Tarih Utansın!
Takımı 12 ciltten oluşan bir kitap..
Hayrettin Karaman’ın bazı yazılarına bakınca, insan, “Yalan Söyleyen Hayrettin Karaman Utansın” adlı
bir çalışmanın da bu cesamette bir hacme ulaşabileceğini düşünmeden edemiyor.
Mesela “Devlet ve rejim: Devlet gemisi” başlığını
taşıyan 12 Ocak 2017 tarihli yazısının ilk
paragrafı şöyle:
Bir toprağın İslam vatanı (dâru’l-islam) olması Müslümanlar tarafından
fethedilmesi ile gerçekleşir. Bir kere İslam vatanı olmuş bir yerin tekrar
“küfür ve harb ülkesi”ne dönüşmesi mümkün müdür ve mümkün ise bu hangi
şartlarda olur? Bu konu tartışılmış, farklı içtihadlar ortaya çıkmıştır. Bir
başka yazıda açıklayacağımızda görülecektir ki, Hanefî müctehidlerine göre
Türkiye İslam vatanıdır.
Hayrettin Karaman’ın bir başka yazısını heyecanla
bekleyenler çıkabilir. Fakat, meseleyi tek araştıranın Hayrettin Karaman
olmadığını da biliyoruz.
Türkiye’de bu mevzuda uzmanlaşmış bir isim var: Prof. Dr. Ahmet Özel..
Aşağıya, Özel’in konuyla ilgili bir makalesinden bazı
bölümleri almış bulunuyoruz.
Özel, İmam-ı Azam, Ebu Yusuf ve İmam
Muhammed’in konuyla ilgili kanaatlerini özetle aktarmış durumda.
Buna göre, Hayrettin Karaman’a inanacak olursak,
İmam-ı Azam ile diğer iki müçtehit imamın Hanefî mezhebinden kabul edilmemeleri
gerekiyor.
Daha doğrusu, Hanefî mezhebini Ebu Hanife rh. a. değil
de, Hayrettin Karaman biliyor.
Her neyse..
Özel, konuyu şöyle özetliyor:
Fıkıh kitaplarında dârulislâm için
“müslümanların hâkimiyeti altındaki yer” veya “müslümanların imamının (devlet
başkanı) hüküm ve sultasının yürürlükte olduğu ülke”; dârulharp için ise “küfür
yönetiminin hâkim olduğu ülke”, “kâfir liderin emir ve idaresinin yürürlükte
olduğu ülke” şeklinde tarifler yapılmıştır.
İslâm hukukçuları devletin egemenlik
sınırları, egemenliğin el değiştirmesinin sonuçları ve diğer devletler ve
vatandaşlarıyla siyasî, hukukî ve ticarî ilişkiler gibi pratik sebeplerle
devletin ülkesini tarif ve tespit ederken dünyayı iki kısma ayırmışlar; yasama,
yürütme ve yargı yetkilerinin İslâmî otoritenin
elinde bulunduğu ülkelere dârulislâm, bu yetkilerin müslüman otoritenin elinde
bulunmadığı ülkelere de dârulharp adını vermişlerdir.
“Dârü’l-harp” terkibi her ne kadar
ilk bakışta “kendisiyle dârulislâm arasında savaş halinin mevcut olduğu ülke”
mânasını ifade ediyorsa da İslâm hukuku kaynaklarında “dârulislâm dışındaki
ülkeler” anlamında ve bugünkü “yabancı ülke”
tabirinin karşılığı olarak kullanılmıştır. İslâm hukukçularının
ülkeleri bu şekilde ikiye ayırmaları ve yabancı ülkeleri dârulharp şeklinde
adlandırmaları konusunda bazı Batılı müelliflerin ileri sürdüğü, müslümanların
gayri müslimlere karşı sürekli savaş hali içinde bulundukları ve dolayısıyla
dârulislâmın diğer ülkelerle münasebetinin savaş esasına dayandığı, söz konusu
ayırım ve adlandırmanın da bundan kaynaklandığı şeklindeki iddia gerçeği
yansıtmamaktadır. İslâm hukukundaki hâkim telakkiye göre gayri
müslim milletlerle savaşın meşruiyet sebebi onların müslümanlara savaş
açmalarıdır; yabancı ülkelerin dârulharp şeklinde adlandırılmasında
da Ortaçağ boyunca milletlerarası münasebetlere hâkim olan tarihî ve siyasî
şartlar etkili olmuştur. Müslüman hukukçular, mevcut ilişkileri yansıtan en
bâriz özellik olarak bu ülkeleri genellikle dârulharp şeklinde adlandırmakla
birlikte aynı anlamda “dârülküfr”, “dârüşşirk” ve
diğer bazı tabirleri de yaygın şekilde kullanmışlardır.
Dârulislâm ve dârulharp terimleri
iki ayrı devletin hakimiyet alanını ifade ettiğinden bir toprak üzerindeki
hakimiyetin diğer devlete geçmesiyle ülkenin de hükmü ve adı diğerine dönüşür.
Dârulharp sayılan bir ülke, halkının müslüman olması veya fetihten sonra orada
İslâm hükümlerinin uygulanmasıyla dârulislâm haline gelir. Bu hususta fıkıh
âlimleri arasında görüş birliği vardır. Ancak bir ülke yalnız fethedilmiş
olmakla dârulislâm haline gelmez. Dârulislâm sayılması için yurt
edinilmesine karar verilmesi, başka bir ifadeyle yönetici tayin edilerek İslâm ahkâmının uygulamaya konulması gerekir.
Dârulislâmın hangi durumlarda dârulharbe dönüşeceği konusunda
İslâm hukukçuları arasında görüş ayrılıkları mevcuttur….
… hangi şartların gerçekleşmesiyle
istilâ edilen yerlerin dârulharbe dönüşmüş olacağı hususundaki görüşler de
şöyledir:
1.
Mâlikî ve Hanbelî fakihleriyle Hanefîler’den Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre dârulislâm, içinde
küfür ahkâmının uygulanmasıyla dârulharbe dönüşür. Bu görüş kıyasa
dayanmaktadır; yani dârulharp İslâm hükümlerinin tatbikiyle dârulislâma
dönüştüğüne göre dârulislâm da küfür hükümlerinin uygulanmasıyla dârulharbe dönüşür.
Ebû Hanîfe’ye göre dârulislâmın dârulharbe
dönüşmesi için şu üç şartın gerçekleşmesi gerekir: a) İstilâ edilen yerde küfür
ahkâmının (İslâm dışı hukuk düzeninin) uygulanması. b)
Ülkede ilk emanları üzere bulunan hiçbir
müslüman veya zimmînin kalmaması. c) Ülkenin
dârulharbe bitişik olması.
Burada bir duralım.
Tabiî ki buradaki eman (emniyette
olma), Şeriat çerçevesinde sahip olunan güvenceleri ifade etmektedir. Yoksa,
Şeriat’in yani İslam ahkâmının hakim olması için çalışma durumunda emanın
ortadan kalktığı köleleştirici bir sözde eman kastedilmemektedir.
Aynı şekilde bu eman, sözde
hukuk devleti olan, fakat gizli servisleri eliyle hukuk dışı cinayetler
vs. işlemeyi hukuka uygun kabul eden göstermelik hukuk devleti
safsata ve sefil tiyatrosu ile de ilişkisizdir.
Bu çağdaş hukuk devleti
tiyatrosu gerçek anlamda sadece egemenlerin çıkarlarını güvence altına alır ve
yasalar, onların istikbal hesapları çerçevesinde yap-boz oyununa dönüştürülür.
Bu yasalar, en iyi halinde
bile adaleti değil, egemenlerin ulusal/etnik/ırksal/zümrevi çıkar tanımları
muvacehesinde menfaatperestliği (çıkar tapınmacılığını) temel
alır.
Böylesi rejimler, yasaları
keyfî biçimde değiştirmekle de yetinmez, çıkarı gerektirdiğinde kendi koyduğu
yasaları gizli servis eliyle “ulus”undan da “gizleyerek”
çiğner.
Böylesi sözde “hukuk”
devletlerinin “gizli” gerçek yüzünde sadece Karaman gibiler gerçekten
“eman” içinde yaşama mutluluğunu tadabilirler.
*
Prof. Özel’in sözlerine
dönelim:
Şâfiîler’e göre dârulislâm daha
sonra istilâya uğramış olsa, hatta istilânın üzerinden uzun yıllar da geçse
dârulharbe dönüşmez. Dârulislâmın dârulharbe kesinlikle dönüşmeyeceği
şeklindeki bu görüş, mülkiyetin hukuken gayri
müslimlere geçmeyeceği anlamındadır. Çünkü diğer üç mezhebin aksine
Şâfiîler’e göre gayri müslimler istilâ ile müslümanların mal ve mülklerine
hukuken sahip olamazlar. Ancak gerek bir İslâm ülkesini istilâ etmesi gerekse
Şâfiîler’e göre savaşın sebebinin küfür olması göz önüne alındığında bu
devletle savaş halinde bulunulacağı ve ülkenin siyasî
ilişkiler açısından dârulharp sayılacağı açıktır. Nitekim
halkının irtidad ederek istilâ ettiği ülke, İmâm Şâfiî’ye göre küfür
hükümlerinin uygulanmasıyla dârulharbe dönüşür. Zira malların ve
arazilerin mülkiyeti esasen irtidad edenlere ait olup bir el değiştirme söz
konusu değildir.
(Ahmet Özel,
“Klasik İslâm Devletler Hukukunda Ülke Kavramı ve Günümüzdeki Durum: İbn
Teymiyye’nin Mardin Fetvası ile Benzeri Diğer Bazı Fetvalar”, M.Ü.
İlâhiyat Fakültesi Dergisi, 43 (2012/2), s. 43-45.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder