Önceki
yazılarda, Ebû Kusur Mustafa Öztürk gibi yoz Türklerin İmam
Ebû Mansur Matüridî’nin kullandığı “ictihad ile nesh”
tabirini istismar etmelerinin cehalete ve mantıksızlığa, bilgisizliğe ve
ahmaklığa karşılık geldiğini; tarihselci
kafalardaki yedi yaş zekâsının ve ilkokul düzeyi kavrayışın bile farkına
varabileceği bir anlaşılırlık ve açıklık ile izah etmeye çalıştık.
Yine
önceki yazılarımızn birinde, ilahiyatbank
tosuncuğu dangalak damgalı Mustafa’nın
şu sözlerini de aktarmış ve değerlendirmesini yaparak notunu vermiştik (Notu
sıfır, eksi not vermek mümkün olsaydı eksi alacaktı):
Allah’a neden inanıyorum? İspatı yok
ki. Resulullah mağarada vahyi alırken ben orada değildim
ki. İman da zaten güven
duygusudur.
Ben Resulullah’ın doğru söylediğine
itimat ediyorum. “Beni satmayacak, yolda bırakmayacak” diyorum.
İman böyle bir şeydir, hesap yapıp içten pazarlıklı
olmak değil.
Bu dangalağa, “Ulan öküz, madem sende
böyle güvene dayalı bir iman var, o
halde Allah’a, Allah’ın kitabına niye güvenmiyorsun da tarihselcilik
numaralarına yatarak inkârcılık yapıyorsun?” diyeceğiz de, bunu dersek öküzlere
haksızlık etmiş oluruz.
Zavallı öküzler, böylesi bir adi şahsa
benzetilerek aşağılanmayı hak etmiyorlar.
*
İmam Matüridî’nin nesih meselesine nasıl
yaklaştığı şu sözlerinden anlaşılabilir:
“Kuşkusuz
Allah her şeyi en iyi bilmektedir.” (Tevbe, 9/115) [Yani] İnsanların yararına
olan ve olmayan
şeyleri… En doğrusunu Allah bilir ya, sanki bu beyan, şer'i hükümlerde neshin
olmayacağını [Allah’ın bir hükmü kaldırıp yerine başka bir hüküm
getirmeyeceğini] iddia edenlere yönelik bir reddiye manasındadır. Cenab-ı
Hak şöyle buyurmuş olmaktadır: Allah
insanların yararına olan hususları bilmektedir, siz ise bilmezsiniz. [Allah’ın getirdiği] Nesheden hükümde (nasih) onlar için yararlı
durumlar vardır; siz bunları bilmezsiniz.
Yüce Allah'ın [bir sonra gelen] “Bilesiniz ki göklerin de
yerin de hükümranlığı Allah'ındır. Yaşatan O'dur, öldüren O'dur” (Tevbe,
9/116) mealindeki ayeti bu durumu desteklemektedir. Yani sizler O'nun kullarısınız. Kulun efendisine karşı bir şeyi [hükmünü]
reddetme hakkı yoktur. Kula düşen efendisine itaat,
emirlerine boyun eğme ve yasaklarından kaçınmadır. “Yaşatan O'dur, öldüren
O'dur.” Yani dirilttikten sonra öldürebildiği ve ölümden sonra diriltebildiği gibi
O'nun kullarını bir durumda bir ibadetle, başka bir durumda başka bir
ibadetle mükellef tutması mümkündür.
(Ebû Mansûr el-Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân Tercümesi, C. 6, çev. Fazıl Ayğan, İstanbul: Ensar
Neşriyat, 2017, s. 500.)
Bu tarihselci soytarılar hem okuduğunu
anlamaktan aciz ahmak, hem de çarpıtma meraklısı ahlâksızlar oldukları için
hemen şunu diyeceklerdir: "İmam Matüridî burada ibadetten söz ediyor. Biz de onu
diyoruz, ibadetlerde nesih olmaz, fakat şer’î hükümlerde biz ictihat ile nesih
yapabiliriz."
Hayır, İmam sadece ibadetten söz etmiyor, aynı
zamanda şunu diyor:
“Kulun efendisine karşı bir şeyi [herhangi bir hükmünü]
reddetme hakkı yoktur. Kula düşen efendisine itaat,
emirlerine boyun eğme ve yasaklarından kaçınmadır.”
Emirler ve yasaklar, bütün şer’î hükümleri
içine alır. Emredilmiş olanlar sadece ibadetler değildir.
*
İmam’ın yukarıya aldığımız ifadeleri,
insanların Allahu Teala’nın emir ve yasaklarındaki, hükümlerindeki hikmet,
makasıd ve maslahatları bilebilmesi iddiasını da yalanlamaktadır:
“Cenab-ı
Hak şöyle buyurmuş olmaktadır: Allah
insanların yararına [maslahatına] olan hususları bilmektedir, siz ise bilmezsiniz. [Allah’ın getirdiği] Nesheden hükümde (nasih) onlar için yararlı
durumlar [hikmet, maslahat] vardır; siz bunları bilmezsiniz.”
Bilip de bu bilginize dayanarak kendi
kafanızdan “ictihad ile nesh” densizliğine kalkışmanız bir tarafa, bilemezsiniz
bile..
Nerde kaldı ki yeni bir hüküm getiresiniz!..
Maslahat, makasıd, hikmet diye içi boş edebiyat yaparak burnunuz havada palyaçoluk ve soytarılık yapabilirsiniz, fakat bilemezsiniz.
Allah bilir, siz bilmezsiniz.
*
Bu noktada şu denilecektir: Peki İmam
neden “ictihat ile nesh” tabirini
kullanmış?
Kültürümüzde “Arife tarif gerekmez” ve “Arife
bir işaret kâfidir” denilmiştir, fakat tarihselci soytarılık ile onun
nesebi gayri sahih çocuğu “güncelleme”
merakı günümüzde yükselen trend haline gelip irfanı ve arifliği taa Afganistan’a
sürgün etmiş olduğu için aynı şeyi döne döne söylememiz gerekiyor:
Herşeyden önce, İmam’ın “ictihad ile nesh”i gündeme getirdiği mevzudaki (Enfal Suresi’nin 67’nci ayetinde geçen Bedir esirleri meselesi)
nesih, tarihselcilerin kastettiği anlamda nesih değil.. Ayette dile getirilen
diğer seçeneğin (esir almamaya karşılık alma) yürürlüğe konulmasından ibaret..
Bunun şartını ayet “yeryüzünde ağırlığa sahip güç haline gelme” olarak ifade
ediyor.
Yani esir alıp almama ile ilgili
hikmet/maksat/maslahat noktasını Allahu Teala açıklamış bulunuyor. Sen kendi
kafandan bunu belirliyor değilsin.
İmam’ın sözünü ettiği ictihad işte bu
noktada devreye giriyor: Esir alıp almama konusunda, "baskın güç haline gelip gelmeme" dışında bir kıstas belirleyememekle birlikte, böylesi bir güç haline gelip gelmediğine, olayların gelişimine göre sen kendin, kendi ictihadınla karar verme durumundasın.
İkincisi, bu ictihadınla Allahu Teala’nın
bir hükmünü gerçekte nesh etmiş olmuyorsun. Çünkü, baskın güç haline gelmen durumunda senin için esir alma seçeneğinin gündeme gelebileceğini bizzat Allahu Teala
bildiriyor. Böyle hükmetmiş, bu izni vermiş durumda.
Senin ictihadınla yapabileceğin tek şey, sadece
bu esir alma (almayıp öldürme yerine alma) zamanının gelip gelmediğine karar vermekten ibaret.
Ve bunun ölçüt ve kıstasını sen kendin belirliyor da değilsin, Allahu Teala bu konuda hükmünü bildirmiş durumda: Yeryüzünde ağırlığa
sahip bir güç olma.
*
Bu ahmak Mustafa Öztürk şöyle birşey de
diyor:
“Kur’an’ın düşmana karşı silahlanmayla
ilgili at besleme tavsiyesini nükleer silahlanmaya hamletmekte sakınca görmeyen,
‘İki kadın şahit eşittir bir erkek şahit’ hükmünü lafzî mucibine göre
uygulamak gerektiğinde ısrar edip bu ısrarının hangi ilmî usule
dayandığını açıklamayan zihniyet…”
Evet, o ilmî usûlü açıklamak gerekiyor.
Bu ahmakta onu anlayacak kafa aslında
yok, fakat anlayabilecekler için açıklamak lazım.
Öncelikle şunu söyleyelim, ulema, bu
eblehin yaptığı türden kıyaslamalara kıyas mea’l-fârık adını
vermişlerdir. Yani elmalarla armutların toplanması gibi birbiriyle ilgisiz iki
şeyin kıyaslanması..
Ruslar’ın, Amerikalı misafirlerinin
huzurunda hizmete koydukları trenleri çalışmayınca “Ama siz de Kızılderilileri öldürmüştünüz” demeleri
türünden bir kıyas ya da karşılaştırma..
*
İmdi, yasaklanmayan
birşey, ilke olarak caiz kabul edilir. Silahlar, atlar vs. için de aynı durum geçerlidir.
Yasaklanan şeyler tek tek sayılır, yasaklanmayanlar sayılmaz.
Ve, caydırıcılık gereği (Ki bu "korkutup caydırma" olgusu ayet-i kerimede belirtiliyor) modern
herhangi bir silah ile silahlanmak; at beslemeyi “norm/kural” düzeyinde hükümsüz bırakan,
yürürlükten kaldıran, ona aykırı ve zıt bir uygulama da değildir.
Yani sen istiyorsan at beslemeye
devam edebilirsin, kimsenin sana “Ayetin hükmü kalktı, at besleme!” dediği yok.
Ayet açık:
“Onlara karşı gücünüzün yettiği her kuvvetten (mâ isteta’tüm min kuvvetin) ve bağlanıp
beslenen atlardan hazırlayın; bununla Allah'ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve
onlardan başka sizin kendilerini bilmediğiniz, Allah'ın onları bildiği diğer
kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda her ne sarf ederseniz, karşılığı size
tam olarak verilir ve siz haksızlığa uğratılmazsınız.” (Enfal, 8/60)
Ayet-i
kerimede sadece atlardan değil genel olarak güç yetirilen her kuvvetten
bahsedildiği için, kuvvet namına ne varsa ayetin hükmüne dahil olur.
Nükleer
silahlar da bir kuvvettir. Nükleer silahı olan adamı nükleer silah dışında neyle caydırabilirsin, angut!.. Sapanla mı?!
Lafız,
açık..
*
Buna karşılık, ayette açıkça
belirtilen “iki kadın ve bir erkek şahit” kaydını
yok sayan bir uygulama, ayetin ortaya koyduğu normun yürürlükten kaldırılması,
açıkça çiğnenmesi anlamına gelir. Caiz değildir.
Birinde, emre itaatin kapsamının lafız mucibince
(“kuvvet” kaydı gereği) genişletilmesi, atlarla sınırlı tutulmaması var,
diğerinde ise, emrin çiğnenmesi,
itaatin ortadan kaldırılması.
Lafzın yok sayılması..
Ahmaklar taifesinin en şımarığı yoz
Türk Mustafa’ya göre ise Allahu Teala haşa boş yere “iki kadın” kaydından
bahsetmiş.. Öylesine.. Dolayısıyla lafzı dikkate almamak gerekiyor..
Sanki Kur’an’da geçen lafızlar,
edebiyatçıların uydurma roman, hikâye, film ya da dizi senaryolarında rastlanan
türden gelişigüzel yazılmış laflar gibi önemsiz, olmasa da olur türrehat..
*
Değil Allahu Teala’nın vahyi, modern (çağdaş) hukukun kul yapısı kanunlarında bile lafza
bağlılık kesin olarak istenir. Her bir kelime önem taşır.
Lafzı kendi kafanıza göre “takmama”
hakkı size tanınmaz.
Mesela şimdi Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı adaylığı konusunda bir tartışma var, onun
şimdiye kadarki cumhurbaşkanlığı iki defa mı sayılacak yoksa bir defa mı diye..
Erdoğancı cenah, “Bir defa sayılır”
diyor, fakat, “Anayasa’da ha bir denilmiş, ha iki, ha üç, lafzın ne önemi var”
diyemiyorlar.
Diyemezler.
Karşı taraf da, “İşte lafız ortada,
iki kaydı var, Erdoğan da iki defa seçilmişti, dolayısıyla yeniden aday olamaz”
diyorlar.
Kararı Yüksek Seçim Kurulu verecek..
Muhtemelen şöyle diyecekler: “Anayasa maddesi yeni olduğu için, geçmiş seçimler
bu madde çerçevesinde bir anlam ifade etmiyor, geçen geçti, Erdoğan bu yeni madde
çerçevesinde bir defa seçildi, dolayısıyla ikinci defa aday olabilir.”
Muhtemelen buna benzer birşey
söyleyecekler.
Şunu demeyecekleri kesin: “Ne önemi var iki kaydının?!.. İsterse üç defa da, beş defa da aday olabilir. Lafza takılmayalım.”
*
Mustafa’nın ahmaklığı fay
hatlarındaki yarıklar gibi derin olduğu için şöyle bir örnek daha verelim..
Diyelim ki İlahiyat’ta okurken Mustafa’dan
sözde dinî ilimleri öğrenmek zorunda kalma gibi dehşetli bir felakete uğramış
ve bunun sonucunda da beyni çarpılıp yamularak feminist hale gelmiş bir
başörtülü, memleketindeki askerlik şubesine gidiyor ve oradaki görevliyle
arasında şöyle bir muhavere cereyan ediyor:
-- Selam..
-- Hoş geldin bacım, buyur, nasıl
yardımcı olabiliriz?
-- Benim askerlik yaşım geldi de
geçti, askere gitmek istiyorum..
-- Ha!.. Ne!.. Askerlik?.. Sen?..
-- Evet ben.
-- Sen erkek misin, görünüşünden
çıkaramadım da?
-- Erkek olmak şart mıdır, Türk
milleti asker millettir, ben de Türküm. Bir Türk kadını olarak askerlik yapmak,
vatan borcumu ödemek istiyorum. Mevzubahis olan vatansa kadınlık da
teferruattır.
-- Tesadüfe bak, ben de Türküm.. Türk
kadını tabiî ki kahramandır, asker ruhludur, fakat bayanları askere alamıyoruz.
-- Ben gönüllüyüm, erkekleri
istemedikleri halde asker yapıyorsunuz da benim gibi bir gönüllüyü niçin geri
çevireceksiniz ki?..
-- Bacım gönüllülük meselesi değil,
alamıyoruz, kanun müsaade etmiyor?
-- Kanunun lafzı çok mu önemli?!..
Ruhu önemli ruhu!.. Ama siz ruhtan ne anlarsınız, sizin gibi geri kafalı aciz
cahiller ruhtan ne anlar! Lafza takılır..
-- Lütfen nezaket sınırlarını
aşmayalım bacım.. Talebiniz geri çevrilmiştir, güle güle..
-- Kanunun lafzının önemi yok dedim..
Lafza takılmayalım.. Ben askerlik yapmak istiyorum, yapacağım da.. Kadınlar
erkeklerle eşittir, kadınları aşağılayamazsınız.
-- Bacım kadınların başımızın
üstünde yeri var, benim anam da kadın.. Lâkin kadın başka, erkek başka..
Askerlik kadın işi değil.. Kadın her yerde erkekle eşit olacak diye birşey
yok..
-- Niye olmasınmış?! Ben daha altı
yedi yaşındayken mahallemdeki bütün erkek çocukları dövüyordum, sen biliyor
musun?! Her gün de bir saat spor yapıyorum şimdi, erkeklerin çoğundan daha
güçlüyüm, askerliği onların çoğundan iyi yaparım.. “Kadın asker olamaz”mış.. Bu
çağdışı erkek egemen zihniyeti terk edin artık!. Anayasa’daki eşitlik ilkesine
de aykırı bu.. Artık kendimizi ve kanunları güncellemenin zamanı geldi.
-- Bacım tamam kendini güncelle de
kanunu sen güncelleyemiyorsun, senin haddin değil.. Hem ne biçim konuşuyorsun,
sen “paralel devlet” misin?!
-- İşinize gelince kanun diyorsunuz,
peki, bu ordunun sahip olduğu silahların hepsi için kanun var mı?! Diyelim ki
yeni bir silah icat edildi, ordu o silahla silahlanırken kanunda o silahın
adının geçmesini gerekli görüyor mu?! Görmüyor.. O halde kanunda kadın kelimesi
geçmese de kadınlar da askerlik yapabilir.. İnsanlar silahlardan daha mı
önemsiz, daha mı değersiz?!
-- Bu ikisi aynı şey mi bacım?! Sen
havan topu musun, tank vesaire misin, İHA mısın, SİHA mısın, füze misin, nesin
sen?! Töbe töbe, şu az(iz) mübarek cuma gününde, şu e’az(zü) mübarek günde
ağzımı bozdurma benim. Lütfen!
-- Siz işte böyle cahilsiniz, köşeye
sıkışınca hemen kanunun lafzı diyorsunuz. Bu ikisinin farklı olduğunu ilmî usulle
açıklayın bana. Ben kimim sen biliyor musun, ben Prof. Mustafa Öztürk’ün
talebesiyim, hani şu televizyonlarda gördüğün hocanın.. O bana ilmî usulü
öğretti.. Buyur bana ilmî usul ile bu silahlardaki farklılaşma ile erkek-kadın
farklılığının farkını anlat..
*
Mustafa yine anlamamış olabilir..
Bu durumda yapılabilecek birşey yok,
birisinin çıkıp “İlkokul 1 Düzeyindeki Hevesliler İçin Dinî
Bilgiler” adlı bir kitap yazmasını beklemek gerekiyor. (Üzülme
Mustafa, dert etme, memlekette en az senin kadar angut, anlayışı seninki kadar
kıt, senin kadar Kemalist nice ilahiyatçı pırasasörler,
nice cübbeliler, nice vaiz geçinen soytarılar var.)
Zekâ yaşı beş olan İlahiyatbank
tosuncuğu tarihselci terbiyesiz Mustafaların asıl hatası, kendilerinin ihtiyacı “anaokulu terbiyesi
usulü” iken, (hiç anlamadıkları, kafalarının hiç basmadığı) “ilmî usul”den söz
ediyor olmaları..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder