Tarihselci modernist
ilahiyatçılar özellikle bu iktidar döneminde palazlanıp şımardılar.
Önceden bu tipler
ancak CHP’den yüz bulabiliyorlardı (Misal Yaşar Nuri).
Akparti iktidarında
ise CHP’ye mahkum olmaktan kurtuldular.. Öyle ki, bu iktidarın devr-i dilârâsında, onlar
gibi düşünmeyenler, eski CHP ağzıyla söylenmiş “İslam'ın
güncellenmesinin gerektiğini bilmeyecek kadar da aciz bunlar. Siz
İslam'ı 14 asır öncesi hükümleri ile bugün uygulayamazsınız” şeklindeki sözlerle azar işitmeye başladılar.
Türkiye
Cumhuriyeti’nin Atatürkçü rejiminin artık CHP’ye ve CHP "ruh"una fazla ihtiyacı
kalmamıştı, çünkü bütün partiler bir ölçüde CHP’lileşmişlerdi..
*
Bazıları (mesela
kafayı başbakanlıkla bozmuş olan Akşener gibiler) “FETÖ gitti METÖ geldi”
diyorlar.
METÖ gelmedi, MİTÖ geldi..
Bunlar kimler mi?..
Oldukça kalabalıklar..
Mesela turfanda Atatürkçü, cübbesi kendisinden daha değerli derin Ehlî
Sünnetçiler bunlardan..
Yine "Sünnet"siz sonradan görme Kemalist Mustafa İslamoğlu gibiler de bunlar arasında yer alıyor.
Devletçiliği neredeyse
imanın yedinci şartı haline getiren lüks otomobilci, köşkçü, konakçı ve de
kundakçı (“İtibardan tasarruf olmaz” diye düşünen) sarıklı şımartılmış şovmenleri
de unutmamak gerekiyor..
Turpun büyüğü ise
heybede: Laiklik hesabına Şeriat’ı tarihe gömen tarihselciler..
1970’li yıllarda
Fethullah’a ve benzerlerine verilmiş olan derin ihale şimdi bu gruplara tahsis
edilmiş durumda..
Yani MİTÖ’ye..
(M: Mustafa Kemalciliğin M’si; İ: İtibarın İ’si; T: Tarihselciliğin T’si; Ö:
“Türk övün çalış güven”deki “övün”ün Ö’sü.)
Mesela,
“güncellenmemiş aciz”ler “fırça” yerken Mustafa Öztürk adlı
güncel yoz Türk’e iktidar kanadı açıkça destek vermişti..
İktidarın eski
yandaşları da ona kucak açmış, ifsadâtına sadece akademide değil medyada da
devam etsin diye Karar gazetesinde ona köşe tahsis
etmişlerdi.
(Bu ana gövdeden kopan
eski yandaşlar, iktidar partisinin türevleri; aslı ya da köküyle kayda değer
bir farklılık göstermiyor. Aralarındaki kavga da özü itibariyle makam, mevki,
yüksek maaş, imkân ve rant paylaşımı kavgasından ibaret.. Davutoğlu ihale musluğunun
başına geçip nemalanmak veya birilerini nemalandırmak için çaba göstermiyordu,
ya da gösteremiyordu, onun gözü makam ve mevkide idi, Erdoğan’ı emekli edip
yerini almak istiyordu.)
*
Mustafa Yoztürk’e
destek verenlerden biri, Yeni Şafak gazetesi
yazarı Prof. Yasin Aktay’dı..
Aynı zamanda Akparti’de
genel başkan yardımcısı olarak görev yapıyor. Partinin resmî sitesine göre, İnsan Haklarından Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı sıfatını
taşımakta..
Aktay, Mustafa Yoztürk
hakkında şunları yazmıştı:
Şahsen Mustafa Öztürk’ün temsil ettiği düşünceleri veya
iddiaları hayatım boyunca eleştirdim, ama hep akademik düzeyde. Söylemek
gereksiz umarım, bana göre son derece zayıf ve yanlış bir duruşu vardı,
üslubundan zaten hiç bahsetmiyorum. Ancak yine kendine göre mahrem bir
ortamda yapılmış ve yıllar sonra malum şekilde sızdırılan bir konuşması üzerine
harekete geçen kontrolsüz güç yüzünden onun iddiaları üzerine kalem oynatamaz
hale geldim. Bir Müslüman olarak kendi
iddialarımı, kendi düşüncelerimi veya eleştirilerimi ifade ederken
delillerimin, argümanlarımın gücüne güvenmektense iktidar veya ideolojik
establishment güvenliğine yaslanmayı kendi İslam inancıma zül addediyorum
çünkü.
Söylediğine
göre, Mustafa Öztürk‘ün temsil ettiği düşünceleri hayatı
boyunca hep eleştirmişmiş..
Ona göre, Mustafa’nın
son derece zayıf ve yanlış bir duruşu varmış..
Üslubunun ise
hiç iler tutar tarafı yokmuş.
Ama, ona yönelik
tepkileri usulsüz bulduğu için artık ona karşı kalem
oynatamıyormuş.
Kalem oynatmasa
rahatsız olmayacağız da, ifadelerinin de gösterdiği gibi, Mustafa’nın beleş avukatlığına soyunmuş durumda.
*
Avukat Yasin,
sözlerini şöyle sürdürüyor:
Öztürk’ü
bu en ucuz yolla bertaraf edenlerse onun ortaya attığı sorulara makul cevap
veya düşünce üretebiliyorlar mı? Üretemiyorlar tabii. Geriye
İslam düşüncesini pekâlâ derinleştirebilecek, boyutlandırabilecek en demonik
soruların hiçbir tedbirle karşılaşmadan en serbest dolaşım imkanına kavuşması
kalıyor.
Bu avukata göre,
ilahiyatçı artist Mustafa’nın öyle dehşetengiz soruları varmış ki, karşıtları
ona “makul” cevaplar veremiyorlarmış.
Çünkü
üretemiyorlarmış..
Bu denklemde üretme,
Mustafa’ya has bir haslet oluyor.
Bu kadarını yoz Türk
Mustafa bile söyleyemedi.. Böylesi avukata şapka çıkarılır.
*
Sen ki hayatın boyunca “Mustafa’nın temsil ettiği”
düşünce ve iddiaları eleştirdiğini söylüyorsun.. O halde, sen neden, evet,
insan haklarından sorumsuz ve habersiz Waldo, sen neden üretmedin?
Niye hayatın boyunca
kayda değer, dişe dokunur birşey söyleyemedin?
Üstelik adamın
duruşunun zayıf ve yanlış olduğunu da
görmüşsün.. Yani karşındaki, bir üflesen yıkılacak, ayakta duramayacak bir
korkuluk.. Cansız bir vitrin mankeni..
Madem eleştirdin, niye
ağzının payını vermedin, veremedin?
*
Bir adamın aklî
seviyesi ve ilmî müktesebatı, sözlerinden hemen anlaşılır.
Nasıl bir denizin
suyunu tahlil için oradaki suyun tamamını elekten geçirmeye gerek yoksa, yerine
göre sadece bir damla bile yeterli olursa, bir adamın da yerine göre birkaç
cümlesi, işin erbabının onun seviyesini anlaması için kâfi gelir.
Yoz Türk Mustafa’nın
“akıl” durumu ile ilgili olarak burada bir örnek verirsek gerisinin tahmin
edilebileceğini sanıyorum.
Youtube‘da yer alan bir konuşmasında
şöyle diyor:
Allah’a
neden inanıyorum? İspatı yok ki. Resulullah mağarada vahyi alırken ben
orada değildim ki. İman da zaten güven duygusudur.
Ben
Resulullah’ın doğru söylediğine itimat ediyorum. “Beni satmayacak, yolda bırakmayacak” diyorum.
İman böyle bir şeydir, hesap yapıp içten pazarlıklı
olmak değil.
Sadece şu cümleler, bu
adamın İslâmî bilgi düzeyi bakımından mektep medrese görmemiş bir çobandan daha
cahil olduğunu ispatlar.
Ama mesele sadece bu
değil.. Bunun asıl sorunu zekâsının yetersizliği.. Mantıklı düşünmeyi
becerememesi..
Bu, tahsille,
öğrenimle, eğitimle, diplomayla aşılabilecek bir sorun değil.. Çam ağacının
vişne ağacı gibi meyve vermesini sağlayamazsınız. Sütçü beygirinden yarış atı
olmaz.
Bunu söylerken “ironi”
yaptığım ya da mübalağada bulunduğum sanılmasın.
*
“Allah’a neden
inanıyorum? İspatı yok ki” diyor.
Hem de, ilahiyat
prof.u olduğu halde..
“Aslında Allah’a
inanmıyorum, ispatı yok ki” der gibi konuşuyor.
Yani ona göre, Allahu
Teala’nın varlığı aklen zorunlu değil, sadece “caiz/mümkün”.. Mümkün kategorisine giriyor.
(Varlıklar, var
oluşları bakımından vacip, mümkün ve muhal kategorilerine
ayrılır. Allahu Teala’nın varlığı aklen vacip/zorunlu,
yaratılmış mahlukatın varlığı “mümkün”, Allahu Teala’nın ortağının bulunması
ise “muhal” ya da “mümteni”dir, yani imkânsız. Mahlukatın varlığı mümkün değil
de vacip olsaydı, onların varlığının ezelden ebede kesintisiz devam ediyor
olması gerekirdi. Yokken var hale gelmek mümkün varlıkların özelliğidir. İmam
Matüridî gibi “kelamcı” ulemanın dile getirdiği gibi, bu algıladığımız mevcudat
bütünüyle “mümkün varlık” özelliği gösterdiği, “varlığı kendisinden olmadığı ve
böylece bir yaratıcıya ihtiyaç duyduğu” için de, “vacip varlık” olarak Allahu
Teala’nın varlığı aklen zorunludur.)
Bu pırasasör,
aslında, Resulullah s.a.s.’in peygamberliğine de inanmıyormuş gibi
konuşuyor. Adeta öyle demeye getiriyor.
“Resulullah mağarada
vahyi alırken ben orada değildim ki” diyor.
İmdi, bunu diyen bir
adamda, Hz. Süleyman’ın Hüdhüd kuşundaki kadar bile anlayış, idrak, zekâ ve
akıl yok demektir.
“Fatih İstanbul’u
fethederken ben orada değildim ki” demek gibi
birşeydir. İstanbul’u Fatih’in fethettiğini bilmen için, o sırada Fatih’in
yanında mı bulunmuş olman gerekiyor?!
(Süleyman) Kuşları gözden geçirdikten sonra
şöyle dedi: "Hüd-hüd'ü niçin göremiyorum? Yoksa kayıplara mı
karıştı?"
"Ya bana (mazeretini
gösteren) apaçık bir delil getirecek, ya da onu şiddetli bir azaba uğratacağım,
yahut boğazlıyacağım!"
Çok geçmeden (Hüdhüd)
gelip: "Ben, dedi, senin bilmediğin bir şeyi öğrendim. Sebe'den sana çok
doğru bir haber getirdim.
"Gerçekten, onlara
(Sebelilere) hükümdarlık eden, kendisine her türlü imkan verilmiş ve büyük bir
tahta sahip olan bir kadınla karşılaştım."
"Onun ve kavminin,
Allah'ı bırakıp Güneş'e secde ettiklerini gördüm. Şeytan, kendilerine
yaptıklarını süslü göstermiş de onları doğru yoldan alıkoymuş. Bunun için
hidayete giremiyorlar."
"Göklerde ve yerde
gizleneni açığa çıkaran, gizlediğinizi ve açıkladığınızı bilen Allah'a secde
etmezler."
"(Halbuki) O büyük
Arş'ın sahibi olan Allah'tan başka tapılacak yoktur."
(Neml, 27/20-26)
*
Resulullah s.a.s.
vahyi alırken yanında bulunanlardan da iman etmeyenler vardı.
Aslında, iman,
salt vahyin gelişini müşahede ile de ilgili değildir.
Peygamberler de, kendilerine gelen vahyin gerçekten Allahu Teala’dan geldiğine,
cinlerin bir oyunu ya da bir tür halüsinasyon vs. olmadığına inanma imtihanı
ile yüzyüzeydiler.
Onun için, “Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene iman etti, mü’minler de
” (Bakara, 2/285) buyuruluyor.
Daha bunu bile
anlamamış, anlayamamış, öğrenememiş bir ilahiyatçıya neyi nasıl anlatacaksınız?
Evet, bu şahıs,
sözlerini şöyle sürdürüyor:
“İman da
zaten güven duygusudur. Ben Resulullah’ın doğru söylediğine itimat ediyorum.”
A “ilahiyatbank“ın azgelişmiş zekâlı antipatik tosuncuğu,
sen aslında Resulullah’ın doğru söylediğine değil, Resulullah’ın doğru
söylediğini sana söylemiş olanlara itimat
ediyorsun.
Hatırlasana, “Resulullah doğruları söylerken sen yanında
değildin, ispatı yok ki”.
Sen Hz. Ebubekir r. a.
gibi Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’le aynı şehirde yaşamış, onun en
samimi arkadaşı olarak hep yanında bulunmuş, onun da ilk seni imana davet
edeceği kadar güvenini kazanmış biri değilsin ki!..
Konuşmasına bakarsan
vatandaş sanki Hz. Ebubekir..
Böylece, Mustafa’nın
imanı, kendi sözleri çerçevesinde, ispatı olmayan, hurafecilikten farkı
kalmayan bir vehim ve “Çiftlik Bank güveni”ne
dönüşüyor.
Uymuş kalabalığa,
inanmış..
Bir, Mutezile‘nin ilk dönemlerindeki alimlerinin seviyesine
bakın, bir de bu ahir zaman “akılcı” akılsızların
laubaliliğine..
O Mutezile âlimleri,
bütün hatalarına rağmen, bu Kâğıthane Deresi çukurlarının yanında Himalayalar
gibi duruyor.
*
Ki, Mutezile âlimleri,
Mustafa’nın anlattığı türden “taklidî iman“ın
geçerli olmadığını, imanın mutlaka aklî ve naklî delile ve tahkike (ilmî/aklî inceleme ve araştırmaya) dayalı
olması gerektiğini söylemişlerdir.
Böyle “Uydum
kalabalığa güvendim, Çiftlik Bank tosuncuğu hiç de sahtekâr gibi görünmüyor”
tarzı bir “güven” komedyası ile Rasulullah sallalahu aleyhi ve sellem’e olan
akıl eksenli imanı bir tutan anlayışsızlığa prim vermemişlerdir.
Bazen saflıktan
başka bir anlama gelmeyecek olan güven nerde, sorgulayan
akıl eksenli iman nerde!..
Mutezile böylesi güven eksenli taklidî
imanı geçersiz sayar.. Ehl-i Sünnet uleması ise, taklidî iman sahibini
tekfir etmemiş, ancak, araştırmayı terk
ettiği, aklî ve naklî delilleri öğrenmediği için günahkâr olduğunu söylemişlerdir.
Bu ilahiyatbank
tosuncuğuna göre ise, ortada araştırılıp öğrenilecek bir aklî ve naklî delil bile
bulunmuyor.
“İspatı yok ki” diyor.
Evet, aynen böyle
diyor.
Yani tahkîkî iman diye birşey yokmuş..
Kendisi delilsiz, ispatsız
olarak güveniyormuş.. Peygamber Efendimiz salllallahu aleyhi ve sellem'in güvenilir olduğunu söyleyenlere güveniyor.. Hepsi bu.. İmanının bütün dayanağı bundan ibaret..
Taklidin dibini bulmuş..
Herkesin de böyle olduğunu iddia ediyor..
Çünkü bunun zekâ seviyesi, aklî melekeleri ve ilmî kapasitesi çerçevesinde olay "ispat"sız..
Seviye bu.. Altı yaşındaki bir çocuğa da geometri teoremlerini ezberletebilirsiniz, fakat zekâsı o teoremleri ispatlamaya yetmez. Ancak, büyüklerine güvendiği için kendisine söylenenlerin doğru olduğuna, "aklı"nı devreye koymadan inanır.
*
Evet, imanın güven duygusuyla da bir ilişkisi vardır. Fakat o
güvenin de aklî bir temeli mevcuttur:
O güven, körü körüne
bir “Çiftlik Bank güveni” değildir:
“Yine
şöyle derler: Eğer kulak vermiş veya aklımızı kullanmış olsaydık, şu alevli
ateştekilerden olmazdık.” (Mülk, 67/19)
İman,
son tahlilde bir “aklını kullanma” olayıdır.
Çünkü, imanın başı,
temeli, Allahu Teala’ya olan imandır. Bu da, tamamen akılla ilgili bir meseledir.
Allahu Teala’nın
varlığına, Hz. Peygamber s.a.s.’e duyulan güven (daha doğrusu, Resulullah s.a.s.’in doğru söylediğini bize rivayet etmiş olan ravîlerin doğru
söylediklerine olan itimat/güven) sayesinde iman eden bir adamın
imanı olabilir, fakat sağlam ve olgun bir aklının
bulunduğunu kabul etmek mümkün olur mu, orası tartışılır.
*
İlahiyatbank tosuncuğu, güven harikası Mustafa’nın sözlerinin devamına gelelim:
“Ben
Resulullah’ın doğru söylediğine itimat ediyorum. ‘Beni satmayacak, yolda
bırakmayacak’ diyorum. İman böyle bir şeydir, hesap yapıp içten pazarlıklı
olmak değil.”
Buyur burdan yak!..
Vatandaş hem “Beni
satmayacak, yolda bırakmayacak” diye düşündüğü için itimat ediyormuş, hem
de hesap yapmıyormuş, içten
pazarlıklı değilmiş.
“Beni satmayacak,
yolda bırakmayacak” diye düşünmek hesap yapmak değilse, içten pazarlıklı olmak
değilse, hesap yapmak, içten pazarlıklı olmak nasıl birşeydir?
İlahiyatbank tosuncuğunun
kendisinden ve ne söylediğinden bile haberi yok. Zekâ yaşı altıda kalmış, yedi olamamış..
Yunus Emre’nin “Sen
kendini bilmezsin” dediği tipler, işte bunlar..
Ne kadar da çoklar!
*
Adamın bütün söylediği
üç tane cümle.. Sonuncusu, ilk ikisini yalanlıyor.
Böyle mantıksız, kendi kendisini çürüten lafları sanki dinî ilimlerde çığır açıyormuş, büyük keşiflere imza atıyormuş gibi muazzam ve muhteşem bir özgüvenle, göğsünü gere gere söyleyebilmesi için insandaki IQ denen şeyin kaç olması gerekir, bilmiyorum.
Fakat bu “tosuncuk” IQ’su, mevcut ilahiyatlarda prof. olmayı,
bu ülkenin TV ekranlarında artistlik yapmayı, gazete ve dergilerde kalem
oynatmayı garanti ediyor.
“Güncellenmiş
akılsızlığın son kalesi” ülkemin hal-i pür melâli..
Ve bir başka prof. da,
böylesi saçmalıklar için, bozacının şahidi şıracı hesabı, “Öztürk’ü bu en ucuz yolla bertaraf edenlerse onun ortaya attığı
sorulara makul cevap veya düşünce üretebiliyorlar mı? Üretemiyorlar tabii” diyebiliyor.
Yukarıda değindiğimiz
saçmalıkları söyleyen mi daha acınacak durumdadır, yoksa böylesi bir “zekâ”yı yere
göğe sığdıramayan, arkasında duran adamlar mı?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder