Şeriat, Allahu Teala ile kulları arasındaki bir ahid (antlaşma) anlamına
gelir.
TDV İslâm Ansiklopedisi'nin "Ahid"
maddesinde şu tanımlar yer alıyor:
Ahd, masdar
olarak, “bir şeyin yerine getirilmesini emretmek, tâlimat vermek; söz
vermek” mânalarına geldiği gibi, isim olarak, “emir, tâlimat, taahhüt,
antlaşma, yükümlülük, itimat veren söz” anlamlarına da gelir.
Taahhüd ve müteahhid, ahid kelimesiyle aynı
kökten türemiştir.
Akid (sözleşme) kelimesi de
benzer bir anlama sahip.. Nitekim Mecelle’de
akid kelimesi tanımlanırken “taahhüd” kelimesi kullanılmış bulunuyor
(madde 103):
“Tarafeynin (iki
tarafın) bir hususu iltizam (lazım/gerekli sayma) ve taahhüd etmeleridir
ki îcâb (vacib/zorunlu kılma) ve (îcâb’ı) kabul (razı
olup onaylama) irtibatından ibarettir.”
*
Evet, Şeriat, Allahu Teala ile kulları arasındaki
bir ahid (antlaşma) ya da akid (sözleşme) anlamına
gelir.
Dinin tamamlanması (Maide, 5/3) demek, sözleşmenin
tamamlanıp mühürlenmesi ve imzalanması demektir.
Sözleşme (Şeriat) tamamlandığı için Allahu Teala yeni
emirler vermez, yeni yükümlülükler getirmez.
Mesela namaz 10 vakit olarak yeniden düzenlenmez.
Zekât oranı kırkta bir'den onda bir'e çıkarılmaz.
Hac ömürde bir defa farz olmaktan çıkarılıp (ulaşımın kolaylaşması
vs. gibi etkenlerden dolayı) 5-10 senede bir tekrarlanan bir farz ibadet haline
getirilmez.
Oruç, obezite yayıldığı için senede bir ay yerine iki üç ay farz
hale gelmez.
İslam’ın şartları beşken sekize, 10’a çıkarılmaz.
Emirler olduğu gibi kalır..
*
Allahu Teala nasıl emirlerde değişiklik yapmıyorsa, devletlerin
yeni vergiler vs. ihdas etmeleri gibi yeni yükümlülükler getirmiyorsa, sözleşme
maddelerini değiştirmiyorsa, kullar da sözleşme maddeleriyle (Şeriat
hükümleriyle) oynayamazlar, dinlerini "oyun ve eğlence"
edinemezler (En'âm, 6/70).
Sözleşmelerde iki tarafın da "sözünde
durması" önem taşır, ahde vefa tek taraflı olmaz.
Mesela bir kira sözleşmesini düşünelim..
Kiraya veren, sözleşmeye riayet ediyor, şöyle demiyor: "Anlaşmaya göre ayda 10 bin lira ödeyecektiniz. Üç aydır ödemeyi bu miktarda yapıyorsunuz. Fakat ülkenin ekonomik durumu değişti, enflasyon canavarı paranın alım gücünü yiyor, o yüzden bu ay 15, gelecek ay 20 bin lira istiyorum, ondan sonraki ay ise 30 bin olacak, daha sonra da şartlara göre bir rakam söylerim."
Buna karşılık kiracı şöyle diyor: "Bu sözleşme maddeleri çok önemli değil yav, bunları o kadar kafaya takmayalım, bunlar tarihsel şeyler, gelip geçici. Lafza takılmayalım, önemli olan sözleşmenin ruhu.. Duruma göre güncelleme yapmamız lazım. Ben bu ay 10 değil sekiz bin lira veririm, gelecek ay hiç ödeme yapmam, ondan sonraki ay ise para yerine sana zeytinyağı veririm. Çünkü ben zeytinyağı üreticisiyim, bende zeytinyağı bol. Sana nakit veremem, arabamı yenilemek için nakite ihtiyacım var. Hadi gene iyisin, para değer kaybeder, zeytinyağı kaybetmez, bu kıyağımı da unutma!"
Böyle birşey olabilir mi?!
Bunun anlamı sözleşme şartlarının çiğnenmesidir. Kiraya veren
mahkemeye gider, ve sözleşmede belirtilen meblağ kiracıdan bir şekilde tahsil
edilir. Ve böyle bir kiracı eninde sonunda kapının önüne konulur, tard edilip
kovulur.
Kiraya veren devletse, o zaman kiracıya “Sen kime
maval okuyorsun, herkese lo lo da bize de mi lo lo, devlete de mi lo lo?!”
derler.
Ya da kiraya veren mafyaysa, seyreyle sen gümbürtüyü..
Sözleşme sözleşmedir, iki tarafın da başta ne konuşulmuşsa ona
riayet etmesi gerekir.
Allahu Teala şartlar değişti diye yeni peygamber ve
kitap göndermiyor, mükellefiyetlerde bir fazlalaştırma,
artırma yapmıyor, fakat bizim beyzadeler sözleşme şartlarını (Şeriat
hükümlerini) kendi zevk ü sefa ve keyiflerine göre değiştiriyorlar.
İşte dini oyun ve eğlence edinmek budur.
Fakat nasıl elektrikle oyun oynamaya gelmezse bu da öyledir..
Hatta daha fazla öyledir. Çarpılırsın..
"O
hâlde dinlerini bir oyun ve bir eğlence edinen ve dünya hayâtı kendilerini
aldatan kimseleri bırak; hem onunla (o Kur'ân ile) nasîhat et ki, kimse
kazandığı (günahlar) yüzünden helâke düşürülmesin; (Ki) ona Allah'tan başka ne
bir dost, ne de bir şefâatçi vardır. (Öyle ki) her tür fidyeyi fedâ edecek bile
olsa, ondan alınmaz. İşte onlar, kazandıkları yüzünden helâke düşürülmüş
kimselerdir. İnkâr etmekte olduklarından dolayı, onlar için kaynar sudan bir
içecek ve elemli bir azab vardır." (En'âm, 6/70)
*
TDV İslâm Ansiklopedisi'nin "Ahid"
maddesinde şu bilgiler veriliyor:
Ahd, masdar
olarak, “bir şeyin yerine getirilmesini emretmek, tâlimat vermek; söz vermek”
mânalarına geldiği gibi, isim olarak, “emir, tâlimat, taahhüt, antlaşma,
yükümlülük, itimat veren söz” anlamlarına da gelir. ... İttifak hükümlerini (Tanrı ile İsrâiloğulları arasında
yapılan ahdin hükümleri) ihtiva ettiği için, yahudi ve hıristiyan kutsal
kitaplarına Ahd-i Atîk [Tevrat] ve Ahd-i
Cedîd [İncil] denilmiş, ...
İslâmiyet’e
göre Allah, emirleri yoluyla ve peygamberleri vasıtasıyla insanlardan
ahid almıştır. Yahudi ve hıristiyanlardan alınan ahid de bunlar
arasındadır. Allah, İsrâiloğulları’ndan, namaz kılıp zekât vereceklerine,
peygamberlerine inanıp onları destekleyeceklerine ve Allah’a güzel takdimelerde
bulunacaklarına (faizsiz borç vereceklerine; bk. el-Mâide 5/12), Allah’tan
başkasına tapmayacaklarına, anaya babaya, yakınlara, yetimlere, düşkünlere
iyilik edeceklerine (bk. el-Bakara 2/83), birbirlerinin kanlarını
dökmeyeceklerine, birbirlerini yurtlarından çıkarmayacaklarına (bk. el-Bakara
2/84-85) dair söz almıştır. Fakat onlar, Allah’a verdikleri sözü yerine
getirmemiş, ahidlerini bozmuş ve bunu alışkanlık haline getirmişlerdir (bk.
el-Bakara 2/100; el-Mâide 5/13). Mûsâ’ya karşı geldikleri için üzerlerine azap
çökünce bunun kaldırılmasını istemişler, Mûsâ da onlara, Allah’a verdikleri
sözü hatırlatmıştır (bk. Tâhâ 20/86). Çünkü yahudiler ne zaman Allah’a söz
vermişlerse, içlerinden çoğu bu ahdi bozmuştur (bk. el-Bakara 2/100). Allah,
hıristiyanlardan da ahidler almış, fakat onlar sözlerinin bir kısmını unutmuşlardır
(bk. el-Mâide 5/14). Bütün önceki ümmetlerden ahid alınmış olmasına rağmen, Hz.
Muhammed’den ümmeti adına bir ahid alınmamıştır. Ancak Peygamber’e baş eğip
tâbi olanlar övülmüş, sözünden dönenlerse yerilmiştir (bk. el-Feth 48/10).
İkinci paragrafın ilk cümlesi ile son cümleleri çelişkili..
Son cümlede sözü
edilen "sözünden dönme" olayı da, bir "sözleşme"
(söz verme) olmadan mevzubahis olamaz..
Aynı maddede şunlar da
söyleniyor:
...
Bu ahid, genellikle emir veya tâlimat verme şeklinde açıklanmıştır. Yine
Kur’an’da Allah’la kulları arasındaki bir ahidleşmeden de bahsedilmiş (bk.
Yâsîn 36/60) ve Allah adına verilen ahdin bozulmaması istenmiştir (bk. en-Nahl
16/91). Allah’la yaptıkları muahedeye sadık kalanlara büyük mükâfat vaad
edilmiş (bk. el-Feth 48/10), ahdini yerine getirmeyenler bozguncu olarak
nitelendirilmiş (bk. el-Bakara 2/27) ve Allah’a karşı ahidlerini hiçe
sayanların âhirette hiçbir nasip alamayacakları haber verilmiştir (bk. Âl-i
İmrân 3/77). “Siz bana verdiğiniz ahde sadık kalın ki ben de size verdiğim ahdi
ifa edeyim” (el-Bakara 2/40) meâlindeki âyet değişik şekillerde tefsir
edilmiştir. Bir yoruma göre âyette geçen birinci ahid, Allah’ın kullarına olan
emir, yasak ve tavsiyeleri, ikinci ahid ise Allah’ın kullarına vaad ettiği af
ve mükâfatıdır. Diğer bir görüşe göre birinci ahid Allah’ın ahdi, yani kulları
üzerindeki hakkı, ikinci ahid de kulların rableri üzerindeki haklarıdır.
... Semavî dinler Allah’la kulları arasında var olduğuna inanılan bir
ahidleşmeye dayanır. Hz. Peygamber dua ederken, “Allahım! Gücüm yettiği kadar
ahdine ve vaadine sadakat gösteriyorum” (Buhârî, “Daʿavât”, 16; Tirmizî,
“Daʿavât”, 15) der ve kendini O’na karşı daima sorumlu hissederdi. ...
Sûfîler,
ilâhî ve beşerî ahidlere sadakati tasavvufun esası olarak görmüşlerdir. Hatta
Bündâr b. Hüseyin’e göre, tasavvuf ahde vefadan ibarettir. Onlar, insanın,
“Allah için şunu yapacağım” diye zihninden geçireceği bir fikrin bile bağlı
kalınması gereken bir ahid olduğu görüşündedirler. Zihinden
geçen şeylere akid, dille ifade edilenlere ahid denir;
her ikisini de ahid bilip bağlı kalmak gerekir. Şeriat nasıl din ise ahde vefa
da dindir. Allah’ın ahdine bağlılık göstermeyenler şeriatın âdâbına da riayet
etmezler. ...
Kur’an’da iman, yalnızca zihnî bir inanma değil, bunun
yanında kişinin dinî naslarla belirlenmiş olan esaslara uyacağına dair gönüllü
bir taahhüdü olarak değerlendirilmek suretiyle iman ile ahid
arasında sıkı bir münasebet kurulmuştur. Böylece Kur’an’a göre ahde vefa, iman
ederek Allah ile ahidleşmiş ve bu suretle kendisini hür iradesiyle sadakat
mükellefiyeti altına sokmuş olan müminin ahlâkî bir borcudur. Bu sebeple Kur’an
ahdin önemi üzerinde ısrarla durmuştur. İster Allah’a ister insanlara karşı
verilmiş olsun, her vaad ve ahid, yükümlülük için ehliyet şartlarını taşıyan
bir insanı borçlu ve sorumlu kılar. İslâm ahlâkında bu sorumluluğun yerine
getirilmesine ahde vefâ veya ahde riayet denir
ki her iki tabir de Kur’an’dan alınmıştır (bk. el-Bakara 2/177; el-Mü’minûn
23/8). “Sözünde durmak, verdiği sözlere bağlı kalmak, özü ve sözü doğru olmak”
gibi anlamları içine alan ahde vefa veya kısaca vefâ, İslâm
ahlâkının en önemli prensiplerinden biridir. Ahlâkçılara göre ahde vefayı
yüksek bir fazilet haline getiren husus, kişinin taahhüdünün aksini her an yapma
imkânına sahip olduğunu bilmesine rağmen, kendisini verdiği söze bağlı hareket
etmek zorunda hissetmesidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder