Merhum Tehanevî şu tespiti yapıyor:
İyice düşünüldükten
sonra ortaya çıkan bir hakîkat vardır. O da şudur: Hikmet ve maslahatların uydurulması [kafadan icat
edilmesi] –ki [böylece] onların [amel ve ibadetlerin] tamamı [ahirete
yönelik ibadet olmaktan çıkıp] dünyevî işlere dönüşmektedir– perde gerisinden, âhiretin maksûd olduğunu [dolaylı
biçimde] inkâr demektir.
Evet, böyledir. Dinin dünyevî/seküler
hale getirilmesidir.
Laikleştirilmesidir.
Tahrif edilmesidir.
Hikmet, maksad ve maslahat icat edip
hükümleri güncellemek de tahrif değilse, tahrif nasıl
birşeydir?
Tahrif daha başka nasıl olabilir ki?!
Daha ötesi açıkça inkârdır.
İçindeki inkârı dışına vurmaktan
kaçınanların yapacağı şey ise, “Ben aslında karşı değilim ki, emrin
maksad, hikmet ve maslahatlarını dikkate alarak güncelleme yapıyorum, emrin
ruhuna uygun hareket ediyorum” demek olacaktır.
Fakat tarihselci pırasasör Mustafa
Öztürk’ün yaptığı gibi kendi samimi eş dost çevresi içinde inkârını açığa
vuracaktır.
Ancak Mustafa’nın biraz naif ve kırılgan
olduğu görülüyor. Çabuk inciniyor ve paniğe kapılıyor.
Dava arkadaşı ve yoldaşı kaşar
pırasasör Ömer Özsoy gibi derisi kalın vurdumduymaz bir
hacıyatmaz değil.
*
Zamanın
Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı (sonradan başkan olan) Mehmet Görmez ve
profesör arkadaşları Ömer Özsoy, İlhami Güler, Burhanettin
Tatar, Mustafa Öztürk ve Yasin Aktay’ın katılımıyla,
Almanya-Frankfurt’ta 05-07 Haziran 2008 tarihleri arasında “İslam’ın Manevi
Mirası: Günümüzde Kur’an” konulu bir sempozyum
gerçekleştiriliyor.
Yaklaşık
15 yıl önce..
Açılışta
(ismiyle müsemma) Görmez de bir konuşma yapıyor.
Ve
orada Ömer Özsoy’un sempozyum için yumurtladığı tarihsel yumurtalar,
değil Müslümanları, Yahudileri ve Hristiyanları bile şaşkına çeviriyor.
Şöyle
diyor:
Anlaşılan, Hz. Muhammed Kur’ân’ı
yazılı hale getirmeyi kendi ödevi olarak görmedi. Allah gerçekte yazılı
bir metin istemiyordu. Aksine Allah, insanlarla olan esnek iletişimini
korumak için Kur’ân metninin yazıya dökülmesine
karşıydı.
Tanrı gerçekten yazılı bir metin mi istiyordu, yoksa
inananlarla olan esnek iletişimini korumak için tam tersini mi? …. Bir araya
toplanan farklı metinlerin ne zaman bir sistematiğe döküldüğü de Müslüman
araştırmacılar ile Batılı İslam bilimciler arasında tartışmalı. Birçok Batılı
bilim insanına göre bu işlem, Müslümanlar arasındaki genel kanının aksine, çok
daha sonraları yapıldı. Kuran’ı yorumlama ihtiyacı
Peygamber’in vefatının ardından, yani ikinci kuşakta ortaya çıktı.
Kuran’da
anlatılmak istenen içeriğin yalnızca yüzde 10’u, Kur’an’ın
âyetlerinde bulunabiliyor. Geri kalan kısım, tarihsel bağlamda yorum gerektiriyor.
Dolayısıyla Kur’an ne ebediyen geçerli, ne de
evrensel bir kitaptır.
Adamda
az biraz akıl, çorbadaki tuz kabilinden bir parçacık tutarlılık, bir tutamcık
ilim haysiyeti olsa, “Ben tarihselci bir adamım, Kur’an’ın
bir kitap şeklinde bir araya getirilmemiş olmasını ebedî geçerliliğe sahip bir
hüküm değil, tarihsel (belli bir tarihle sınırlı) durum olarak kabul etmeliyim” demesi
gerekir, ama nerde?
Bu
zekâsı sekiz yaşında patinaj yapıp kalmış suratsız, şayet dokuz yaş zekâsına
sahip olmayı başarabilseydi, şunu akıl edecekti:
Tamamlanmamış,
nüzul sürecinin devam etmesiyle ayetleri çoğalan ve Peygamber Efendimiz
sallallahu aleyhi ve sellem hayatta olduğu sürece de son noktası konulmuş
sayılamayacak bir kitabın o gün için yazılı hale getirilmesi beklenemezdi.
Bu
“iletişim” dehası ilahiyatçı bir de Allahu Teala’ya “esnek iletişim”
atfediyor. Ne demekse?
*
Ayrıca,
kendisine vahiy gelmiş gibi şu hükmü veriyor: “Allah gerçekte yazılı bir
metin istemiyordu.”
Allah
gerçekte yazılı bir metin istemiyordu, fakat ashab bunu anlayamadı, çünkü Ömer
Özsoy aralarında yoktu.
Bu
“içindeki çocuğu öldürmemiş” zekâ küpünün dünyaya gelmesi için bin 400 yıl
geçmesi gerekiyordu.
İslam
dünyası için ne büyük kayıp, ne hazin bir trajedi, ne acı bir eksiklik!
İşte,
Ömer Özsoy aralarında olmadığı için Hz. Ebubekir döneminde ashab, Hz. Ömer’in
(Hattaboğlu Ömer’in) teklifiyle Kur’an’ı “bütüncül yazılı
metin” haline getirmeye başlamışlar.
Halbuki
Allah, Ömer Özsoy’un bildirdiğine göre, bunu istemiyordu.
Allahım,
bu da Ömer (Ömer Özsoy), o da Ömer (Hattaboğlu Ömer), fakat aralarında ne kadar
büyük fark var!..
Sen,
Ömer Özsoy gibi büyük bir değeri Türkiye Cumhuriyeti’nin en kara Ankara Ekolü
vasıtasıyla bize lütfettiğin için ne kadar sevinsek azdır. (Tarihselci
modernistlerin bakış açısına göre durum bu.)
Allahu
Teala’nın neyi isteyip istemediğini sadece Hattaboğlu Ömer değil, rasulü
(elçisi) Hz. Muhammed salllallahu aleyhi ve sellem bile anlayamamış.
Çünkü, vahiy
kâtiplerine ayetleri yazdırmış.
Ömer
Özsoy’un o gün yaşamamış olmasının yol açtığı faciayı görüyor musunuz!
O
gün yaşamamış olduğu için bu ümmet neler kaybetmiş neler..
Ömer
Özsoy o gün yaşayıp Peygamber Efendimiz sallalhu aleyhi ve sellemi irşad
etmeli, “Ne yapıyorsun Muhammed, Allah yazılı bir metin istemiyor”
demeliydi. (Tarihselci kafaya göre böyle.)
*
İşte,
bizim köylü Mehmet Ağa’nın yük taşımaya yarar eşek kafalı biri diye ahırına
bağlamayacağı, varlığını bu dünya için tümden zarar sayacağı böyle bir adam,
Ankara İlahiyat’ta öğrencilere İslam’ı öğretiyor.
Hayır,
ülkemiz tımarhane değil, sadece sirk.
*
Ömer’in
tarihe bakışı yepyeni, bu noktada dayandığı bir gelenek, bir
manevî soy yok, dolayısıyla Özsoy olan soyadının Özsoysuz yapılmasını
alnının akıyla hak ediyor.
Bu
Özsoysuz’un bir diğer cılk yumurtası şu:
Bir araya toplanan farklı metinlerin ne zaman bir
sistematiğe döküldüğü de Müslüman araştırmacılar ile Batılı İslam bilimciler
arasında tartışmalı.
Tartışmalı;
üzerinde ittifak yok.
Çünkü
Batılılar, Müslümanlara bilmedikleri Müslümanlığı öğretmeye koyulmuşlar:
Birçok Batılı bilim insanına göre bu işlem,
Müslümanlar arasındaki genel kanının aksine, çok daha sonraları yapıldı.
Peki
Özsoysuz hangi tarafta yer alıyor?
Müslümanlar'ın
mı yanında, yoksa Batılı hristiyanların mı?
Nedense
bunu söylemiyor.
Fakat, "Bakın
benden duymuş olmayın, Batılılar böyle diyor ey Müslümanlar, haberiniz olsun
ha!.. Durum bildiğiniz gibi değil" demeyi, Batılı'nın iddilarının
distribütörü, propagandisti ve reklamcısı olarak hizmette bulunmayı da ihmal
etmiyor.
*
Özsoysuz’un
bir diğer yumurtası:
Kuran’ı
yorumlama ihtiyacı Peygamber’in vefatının ardından, yani ikinci kuşakta ortaya
çıktı.
Daha
birinci kuşak nedir, ikinci kuşak nedir, bunu bile bilmeyen, öğrenememiş bir
adama ilahiyatta prof. unvanı veren eğitim sisteminin içine sadece Melih Gökçek
mi tükürmek ister, bilmiyorum.
Peygamber
Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem vefat ettiğinde İslam’ın henüz 22 yıllık
(Güneş takvimine göre 22 yıl) bir mazisi vardı.
İlk
10 yılda müslüman olanların sayısı çok az. Son 10 yılda müslümanlar çoğalmaya
başladı. Asıl büyük kitle ise son birkaç yılda müslüman oldu.
Dolayısıyla
Peygamber Efendimiz s.a.s. vefat ettiğinde birinci kuşak olduğu
gibi duruyordu.
*
Yorumlama
ihtiyacına gelince..
Kur’an nazil
olurken olayların gelişimine göre küçük parçalar halinde geliyordu.
Ashab,
ayetlerin hangi olaylar üzerine, kimin hangi lafından veya davranışından dolayı
indiğini, hangi manaya geldiğini gayet iyi biliyordu.
Ayrıca
Peygamber Efendimiz s.a.s.'in uygulaması da onların meseleleri daha iyi
kavramalarını sağlıyordu.
O
günün gündemini, inen o ayetler belirliyordu. Herkes onları konuşuyordu.
Bugünün
siyasetçilerinin konuşmalarının halk tarafından ilgiyle takip edilmesi gibi..
Mesela Erdoğan birşey
söylediğinde, insanlar onu söylemesine sebep olan etkenleri biliyorlar,
dolayısıyla meramını anlamakta zorlanmıyorlar.
Fakat
bundan 150 yıl sonra bir kimse, Erdoğan'ın bundan bir hafta önce
Akparti grubunda yaptığı konuşmayı okuduğunda, onun neyi niçin dediğini, hangi
lafıyla kime çaktığını, kimlere mavi boncuk dağıttığını tam anlayamayacaktır.
Birşeyleri
anlayacaktır ama herşeyi değil.
Onun
böylesi konuşmalarını sadece Erdoğan’ın siyasî hayatı konusunda uzmanlaşmış,
kendilerini neredeyse bütünüyle onun iktidar döneminin inceleme ve
araştırmasına vermiş olan kişiler tam olarak çözümleyebileceklerdir.
*
Kur’an için
de durum buydu..
Ashab, Kur’an’ın
mesajını rahatça anlayabiliyordu.
Fakat,
Peygamber Efendimiz s.a.s.’in vefatının üzerinden uzun zaman geçince, ve ashab
da vefat edince, insanlar Kur’an’daki bazı ifadeleri
anlamakta, çözmekte kısmen zorlanmaya başladılar.
Bunu
tam başarabilenler ancak kendilerini tamamen bu işe vakfetmiş olan kişilerdi.
Ve sayıları azdı.
Ve
insanlar kafalarına takılan birşey olunca gidip onlara soruyorlardı.
Sonradan
bu ihtiyaca cevap vermek üzere tefsir kitapları telif olundu.
Ancak, Kur'an ile
Erdoğan gibilerin konuşmaları aynı kefeye konulamaz.
Erdoğan,
"o gün ya da o an için" konuşur, sözleri tarihseldir,
değerlendirmeleri genelde bu güne ve bu coğrafyaya özgüdür, sınırlarını da
Atatürk'ün temelini attığı rejim belirlemektedir.
Allah'ın
kelamı ve hükümleri ise öyle değildir.
Allahu
Teala kimsenin hatırı için hüküm indirmez, oy almak için popülizm yapmaz,
"siyaset icabı" "esneklik" göstermez.
O
"esnek", dönek, yamuk, kıvırtan iletişim, zamane
siyasetçilerinde ve Ömer Özsoysuz gibi akademikimsi "sözde bilim"
rakkaselerinde olur.
*
Evet, Kur'an ile
Erdoğan gibilerin konuşmaları aynı kefeye konulamaz.
Erdoğan
bir gün Fethullah için hasret türküleri söyler, ertesi gün
yüzüne tükürür, Allahu Teala ise herkes hakkında değişmeyecek (kesinleşmiş
hükmü) bildirir.
Erdoğan
bir gün Esed ile ailece samimi pozlar verir, ertesi gün ağzına
gelen hakareti sıralar, daha ertesi gün yumuşar, onun hakkındaki sözleri
birbirini tutmaz, Allahu Teala'nın ise mesela Yahudiler ve Hristiyanlar
hakkındaki beyanı Kıyamet'e kadar geçerlidir, değişmez.
Erdoğan
"Gazze'ye gittim, gidiyorum, gideceğim" der, gitmez, Allahu
Teala ise, "Bizans, İran karşısında yenildi, fakat
üç ila dokuz yıl arasındaki bir süre içerisinde tekrar savaşacaklar ve bu defa
galip gelecekler" diye haber verir, öyle de olur.
Çünkü
Erdoğan gelecek hakkında tahminde bulunur, Allahu Teala ise geleceği takdir
eder, tamamen bilir.
Erdoğan
"Enflasyon düştü, düşecek" der, düşmez, Allahu Teala ise Fetih
Suresi'nde olduğu gibi müminleri "yakın bir fetih" ile müjdeler ve o
gerçekleşir.
Kısacası,
Allahu Teala'nın kelamı, sözleri; sadece indiği zamanın, coğrafyanın, o günün
insanlarının, o gün gerçekleşen olayların bilgisini vermez, onları vesile
yaparak Kıyamet'e kadarki insanlık durumlarının haritasını çıkarır.
O,
zamana adanmış zamane sözleri değildir, her devrin geçerli sözüdür.
Eğer Kur'an bugün
için geçerli olmasaydı, Allahu Teala haşa tanrılıktan emekli olmadığına göre
yeni peygamber ve kitap gönderirdi. Kur'an son kitap,
Peygamber Efendimiz s.a.s. de son peygamber olmazdı.
Bunlar
Allahu Teala'yı galiba ilhamı tükendiği, nefesi kesildiği, kalemi köreldiği,
şevkini yitirdiği, motivasyonu kalmadığı, çaptan düştüğü, müşteri bulamadığı için yeni kitap
yazamayan edebiyatçılar gibi zannediyorlar.
Yunus
Emre "İlim,
ilim bilmektir / İlim kendin bilmektir / Sen kendini bilmezsin / Ya nice
okumaktır" derken öfkelendiği okumuş bir nadanı hedef almış
olabilir, fakat mesajı bugünkü nadanlar için de geçerlidir.
Allahu
Teala'yı Yunus Emre kadar bile her çağa hitap edecek düzeyde "hakîm"
bilmeyen bir tarihselciliği benimseyen kişi "zihinsel engelli"
değilse, su katılmamış bir sapıktır.
*
Gelelim
Özsoysuz’un son cümlelerine:
Kur'an’da
anlatılmak istenen içeriğin yalnızca yüzde 10’u, Kur’an’ın
âyetlerinde bulunabiliyor. Geri kalan kısım, tarihsel bağlamda yorum gerektiriyor.
Dolayısıyla Kur’an ne ebediyen geçerli, ne de
evrensel bir kitaptır.
Papaz
zangoçluğuna özendiği anlaşılan bu azgelişmiş akademikimsinin yüzde 10’la
neleri kastettiği belirsizse de itikatla ilgili ayetler olduğunu düşünebiliriz.
Kur’an’ın
yüzde 90’ı tarihsel bağlamda yorum gerektiriyormuş.
Yani,
o tarihe ve coğrafyaya özgü sözler olarak kabul edilmeliymiş.
Dolayısıyla, Kur’an’ın
bize hitap eden kısmı sadece 60 sayfası..
Geriye
kalan 540 sayfa o dönemin Arab’ı için.. Her devrin Arab'ı için
bile değil.
Böylece
Özsoysuz, Kur'an için "Evrensel değil"
hükmünü veriyor.. Yani bütün zamanlara ve bütün coğrafyalara hitap etmiyor.
Geçerliliği de
yok.. Nazil olduğu zamanki Arap için geçerliliği varmış, onlar ölünce
geçerlilik de onlarla birlikte ölmüş.
Özsoysuz'un
soysuz kanaati böyle.
Bugün
elinize bir kitap alsanız, sadece onda birinin size hitap ettiğini, onda
dokuzunun ise lüzumsuz şeyler anlattığını görseniz ne yaparsınız?
"Yüzde
80-90’ı, hatta yüzde 100’ü geçerli bilgilerden oluşan bu kadar kitap dururken
yüzde 10’u değer taşıyan bir kitabı ne yapayım, bir gram şeker için
keçiboynuzunun bu kadar samanını niçin çiğneyeyim" demeniz
mümkün.
İşte
Ömer Özsoysuz’un söylemek istediği fakat söyleyemediği, “Anlarsınız ya!”
makamından sağ kulağını sol eliyle tutarak verdiği örtük mesaj bu.
*
Evet,
bunları 2008 senesinde söylemiş.
Fakat,
o tarihten altı, günümüzden 21 yıl önce karın ağrısını daha açık dile
getirmiş..
2002
yılında Diyanet tarafından düzenlenen bir sempozyumda
daha büyük bir yumurta ile ilahiyat çiftliğinin ürün kataloğunu zenginleştirmiş:
“Kur’an-ı Kerim’in muhteva itibariyle
tamamen ilâhî, dolayısıyla tamamen dînî bir metin gibi, bir bütünlük gibi
algılanmasının o denli isabetli olmadığı kanaatindeyim.”
Tamamen
ilahî (tanrısal) olmaması, tamamının Allahu Teala tarafından indirilmemiş
olması anlamına geliyor.
Uydurulmuş..
Bunu Tevrat ya
da İncil için demiyor, Kur'an için
diyor.
Müslümanlardan
kitaplarının intikamını almak isteyen bir yahudi ya da hristiyan gibi konuşuyor.
(Eski hristiyan ve yahudilerden samimi biçimde müslüman olan pekçok kimse var,
fakat münafıklık yapan sülaleler de yok değil. Bu Özsoysuz'un kökenini merak
etmediğimi söylersem yalan söylemiş olurum.)
Özsoysuz'un
aktardığımız lafının İslam itikadı açısından hükmü şundan ibaret: Katkısız ve
katıksız, saf, süzme, en hakiki küfür.
*
Ali
Eren hocanın
yazdığına göre, Ömer Özsoysuz’un bu laflarının yer aldığı kitap, sonradan
Diyanet İşleri Başkanı olan Mehmet Görmez’in Diyanet’te dinî
yayınlardan sorumlu başkan yardımcısı olduğu dönemde kurum tarafından
yayınlanmış.
Bu
Görmez’in (Bizim oralarda görmezlere kör diyorlar) bir lafı, Ömer Özsoysuz’dan
fazla bir farkının bulunmadığını gösteriyor.
“Kur’an’ın, kanun metni
gibi okunmayıp, ondan sadece ilkeleri çağa taşımak”tan söz
etmiş.
Kel
başa şimşir tarak olacak değil ya, laik (siyasal dinsiz) bir devletin Diyanet
İşleri Başkanlığı makamına da böylesi yakışır.
*
Bir
önceki yazıda, tarihselcilerin Şeriat’i (İslam’ın hükümlerini) yok
saydıklarını, Kur’an’ın mesajını sadece (nasıl ve ne şekilde
anlaşılıp uygulanacağına insanın kendisinin karar vereceği) ahlâkî ilkelere
indirgediklerini dile getirmiştik.
İşte, Görmez körün
söylediği de bu..
Facia
şu ki, sakalı kendisinden daha müslüman olan bu müseccel kör, bu ülkede Diyanet
İşleri Başkanlığı yaptı.
Bunların
“ilkeler”i de aslında Kur’an’dan alınıyor değil. Öyle
diyorlar ama, öye değil.
Önce
Batılılar’dan evrensel sıfatını başına ekledikleri ilkeleri
alıyor, sonra da bunların Kur’an’dan çıkarılan ilkeler olduğunu
ileri sürüyorlar.
Daha
açık sözlüleri, Kur’an’dan almadıklarının itirafı anlamına
gelecek şekilde “Kur’an’ın ahlâkî idealden taviz verdiğini”
söylüyorlar.
Fazlur
Rahman münafığının yaptığı gibi.
Boynuz
kulağı geçermiş, yerli ve milli sapıkların, küfür ve sapıklık yarışında hayli
mesafe katetmiş, yer yer Fazlur Rahman’ı geçmiş oldukları görülüyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder