Bir önceki yazıda, büyük alim Eşref Ali
et-Tehanevî’nin (Tanevî) (1863-1943), bir konferansından alıntı yapmıştık.
Kaldığımız yerden devam edelim.
Tehanevî’nin (Türkçe tercümesi Guraba Mecmuası’nda
yayınlanan konferansında geçen) ifadeleri şöyleydi:
Bu mevzûda birtakım
kimseler hatâya düşmüşler ve hükümlere maksad ve hedef olarak i’tikâd etmemişler, aksine
kendi görüşlerine göre her bir hükmü belli bir hikmete
[makasıd-ı şerîa bağlamında maksada] bağlamışlar ve bu hikmetleri temel hedef olarak kabûl etmişler, o
iddiâ edilen hikmetleri [zanlarınca] başka yollarla [hükümlerdeki güncellemelerle]
elde etmek sûretiyle şu hükümlere [Şeriat hükümlerine]
kendilerini muhtâc saymamışlar ve hükümleri kökünden iptal etmişlerdir.
Tarihselcilik mezhebini
benimseyen yahudi-hristiyan taklitçisi yerli milli modernist ilahiyatçıların
yapmak istedikleri şey budur.
Bazıları da özellikle İmam Şatıbî‘ye
referansta bulunarak “makasıd-ı Şerîa(t)” (Şeriat’in gayeleri) kavramının
ardına saklanıyor, bu makasıd meselesini istismar ediyorlar.
Gerçekte İmam Şatıbî’nin el-Muvafakat‘ı
ile el-İ’tisam‘ı onların bozuk inançlarını destekleyecek
herhangi birşey içermemektedir.
Tehanevî sözlerini şöyle sürdürüyor:
Bunlar, namazı ahlâk
ve nefsi terbiye etmek, abdesti temizlik, orucu hayvânî güçlerin
dengelendirilmesi, zekâtı ilerleme ve kalkınma vesîlelerini elde edemeyen
[yoksul] kimselere yardımcı olmak, haccı medenîlerin bir araya gelmesi, … Kur’ân okumayı ma’nâları bilmek, duâyı nefis
huzûru ve tesellisi, “Allah’ın kelimesini [sözünü] yükseltme”yi [îlâ-yı
kelimetillah] emniyet ve hürriyetin te’mini hikmetlerine
bağlamışlar ve bunları o ibâdetlerin maslahatları ve hikmetleri olarak
kabûl etmişlerdir.
O maslahatlara ihtiyâç
kalmayınca, yâhud onları başka sebeb ve yollarla elde edince [elde ettiklerini
düşününce] hükümleri [Şeriat’i] ortadan
kaldırmışlardır. Nefis, şu maslahatların
meydana gelmesini bekleme husûsunda bir genişlik bulunca onları [hükümleri,
emir ve yasakları] tamamıyla terk etmiştir….
Tehanevî bu şekilde durum tesbiti
yaptıktan sonra değerlendirme ve tenkid faslına geçiyor.
Şöyle diyor:
… re’y [kişisel görüş] ile illet yani hükmün dayandığı
temel sebep beyân etmekte birçok zararlar vardır.
Onlardan bir
tanesi; hükümlerde değiştirme yapmak ve tasarrufta bulunmaktır
[güncelleme].
Nitekim insanlardan
bazısı kurbanlarda bunu işlemişler ve şöyle demişlerdir:
“Kurban kesmekten maksad sadece infaktır [geçim
yardımı]. O zaman [İslam’ın ilk döneminde] infaka davarlarla ihtiyâc hâsıl
olduğundan dolayı hayvanları kesmekle emrolundular. Fakat günümüzde insanlar
paraya ihtiyâc duymaktadırlar. Dolayısıyla hükmün
değiştirilmesi gerekir. [Kurban keseceğine para yardımı yap.]”
Durum şu: Olaya böyle makasıd, maslahat ve hikmet kavramlarıyla bakılınca ve bireylerin aklı bunları tüm boyutlarıyla anlama ve onların gerçekleşmesini sağlayacak başka yollar bulma konusunda yeterli görülünce geriye “hukukî düzenleme” diye birşey kalmıyor..
Herşey “ahlâkî” öğüt ya da ilkelere dönüşüyor.
“Dürüst ol, temiz ol, haksızlık yapma,
yardımsever ol, topluma karşı sorumluluklarını yerine getir, bilgini artır,
nefsine hakim ol, ahlâkını güzelleştir, terbiyeli ol, adil ol!” denilmiş gibi oluyor.
Peki bunları sağlayacak davranış
biçimleri nelerdir, mesela yardımseverliğin dozu, ölçüsü, edebi erkânı nedir?
Cevap şu oluyor: “Ona kendin karar ver,
aklını kullanıp zaman ve zemine göre yol yordam bul ve onu yap.”
Böylece olay sübjektif/öznel/indî hale
geliyor.
Daha doğrusu nefsanî..
İşte bu, insanın heva ve hevesine
tabi olmasıdır.
*
Böylesi bir durumda mesela bir zengin,
"Fakirlere zekât vermek onları tembelliğe ve asalaklığa alıştırmaktır.
Asıl yardım, onlara, herkes için ancak kendi emeğinin ve çalışmasının
karşılığının bulunduğu bilincini kazandırmak, kendi gerçeğiyle yüzleşmesini
sağlamaktır. Zekât, bu yüzleşmeye engel olur" diye demagoji
yapabilir.
O yüzden, insan için, içi boş maslahat,
maksad ve hikmet edebiyatı yeterli olmaz.
Bazı konularda yoruma ve edebiyata
kapalı, kesin, itiraz kabul etmeyen, tartışılamaz, "değiştirilemez,
değiştirilmesi teklif dahi edilemez" ilahî emirlere ihtiyaç
vardır.
"Hayır, insan aklı herşeyi
tartışabilir" diyen tarihselci yalancı pehlivanlar, naylon arslanlar ve
üfürükten kaplanlar, istiyorlarsa bu laik (siyasal dinsiz) düzenin
"değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez" beşerî dayatmalarını "akıl, hikmet
ve maslahat" adına tartışabilirler.
Ancak, tartışma bu vadiye
gelince, laik efendileri karşısında onların, sahiplerinin ayakkabılarını yalayan uyuz köpekleri hatırlatan bir omurgasızlık ya da sürüngenlik sergiledikleri görülüyor.
Hatta o uyuz köpekler, "Çok şükür ki bu tarihselciler kadar düşmedik" diyor olabilirler.
*
Tehanevî sözlerini şöyle sürdürüyor:
… Bir kimse [mesela]
namazın rekatlarındaki hikmeti zikretmeye
muktedir olabilir mi? Şâyet akıl bu işleri
üstlenebilecek olsaydı, peygamber gönderilmesine
elbette ihtiyâç duyulmazdı. Bilhassa her bir asırda ve mekânda akıl ve hikmet
sâhibi [insanlar, peygamberler mevcut olmasa da] bulunmuştur. [Dolayısıyla
peygamberlere, kitaplara, spesifik emir ve yasaklara gerek kalmamaktadır; akıl
ve hikmet sahibi kişiler bunları zaten bulacaktır.]
Böylece din, tamamen dünyevî/seküler
birşeye dönüşmektedir.
Bu, dolaylı olarak dinin lüzumsuz birşey
olduğunu, indirilmiş kitaplara ve gönderilmiş peygamberlere gerek olmadığını
savunmaktır.
Çünkü ahlâkî ilkeler konusunda
insanların uzlaşması zor birşey değildir, kolayca uzlaşırlar.
Dünyanın neresine giderseniz gidin,
kiminle konuşursanız konuşun, temiz olmasa bile temizlikten yana olduğunu
görürsünüz, kimse temizlik karşıtlığı yapmaz.
Ancak, neyin temizlik olduğu, temizliğin
nasıl sağlanacağı, nelerin temizleyici kabul edileceği konusunda insanlar
arasında yüzde yüz nisbetinde uzlaşma sağlanması mümkün
değildir.
Öyle ki, insanlar arasından köpeğiyle
aynı kaptan yemek yiyip bunu temizliğe aykırı saymayan da çıkar, kapı kollarını
bile mendille açan da.
İşte burada insan aklı yeterli olsaydı,
insanların “Aklın yolu birdir” diyerek ittifak etmeleri gerekirdi.
Oysa onlar, sadece “Temizlik iyidir”
hükmünde ittifak edebilirler, neyin temizlik olduğu ya da temizliğin nasıl
sağlanacağı konusunda hiçbir zaman salt akılla aynı anlayışı benimseyemezler.
*
Böylesi bir durumda ihtilaf eden
tarafların hepsinin haklı olması mümkün değildir.
Ancak, hepsi birden haksız olabilirler, bu mümkündür.
Yani ihtilaf edenlerin, kendi kafalarından bir temizlik anlayışı
geliştirenlerin hepsi de gerçek temizliği anlamamış olabilirler.
İşte burada vahyin (kitapların
ve peygamberlerin) yol göstericiliğine ihtiyaç vardır.
Allahu Teala, insanların akıl yürüterek
bulabilecekleri ve ihtilafa düşseler bile bunun önem arzetmeyeceği durumlar
hakkında genelde hüküm indirmemiştir.
Bunlarda insanlar serbesttir. Fakat
(mesela miras taksimi gibi çok kavga ve ihtilaflara neden olan) bazı konularda verilecek hükmü
insanlara bırakmamıştır.
Bazı konularda ise Allahu Teala,
işin esası ve özü noktasında değil fakat ayrıntıda
ihtilafa düşmelerine izin vermiştir.
İctihadî konular böyledir.
Mesela abdesti bozan durumlar konusunda (Hanefî ve Şafiîler arasında olduğu
gibi) küçük ihtilaflar vardır, fakat namaz için abdestin farz olması, abdestin
mesela süt veya şarapla değil de suyla alınması, belli azaların yıkanması gibi
hususlarda (işin esasında) ihtilaf yoktur.
Böylesi durumlarda her ne kadar ihtilaf
eden taraflardan sadece biri isabet ediyor olsa da, hatalı tarafların görüşleri
de reddedilmemektedir.
Ancak, bu, söz konusu (görünüşe göre isabetli olması da muhtemel) hatalı görüşlerin, salt “akla” dayanmamasına, Kitap ve Sünnet’in yorumlarından bir yorum olmalarına, Kitap ve Sünnet’ten bir dayanaklarının, bir temellerinin bulunmasına bağlıdır.
*
Buna karşılık, Fazlur Rahman gibi
tarihselci modernistler mesela hırsızlığın cezasını bildiren
ayet gibi ayetler söz konusu olduğunda, o ayetlere sırt çevirmekte, kaldırıp atmaktadırlar.
Burada hırsızın bir şekilde
cezalandırılması gerektiğini kabul etmeleri, Kur’an’ın
hükmünü kabul etmeleri anlamına gelmez, çünkü bu cezalandırmanın yapılması
gerektiği zaten bütün insanlar tarafından kabul edilen birşeydir.
“Olsun, hırsızlık iyi birşeydir, mesela
gelip benim eşyalarımı alıp götürsünler” diyene rastlayamazsınız.
Tarihselci modernistler bu noktada Kur’an’a
değil, insanların ortak kabulüne, (hiçbir toplumun itiraz etmediği, insanlığın
"ortak aklı"nın ürünü) evrensel bir ahlâkî ilkeye
dayanmaktadırlar.
Bir budist Japon, mecusi İranlı,
putperest vahşi, ilkel Afrikalı, göçebe yörük ya da kızılderili için de hırsızlık cezayı gerektiren bir suçtur.
Bu noktada Kur’an’ı
inkâr etmiş olmak için “Hırsızlık caiz olmalıdır” diyecek halleri yok, onun
cezayı gerektirdiğini zaten inkâr edemezler.
İnkâr edebilecekleri şey sadece
hırsızlığın cezasına (cezanın şekline)
ilişkin Kur’an hükmüdür.
*
Ve bunu büyük bir aşk, şevk ve gayretle, kusursuz bir biçimde yapmaktadırlar.
Hal böyleyken “Ama onlar da hırsızlığın
cezalandırılması gerektiğini kabul ediyorlar, Kur’an ayetinin ruhuna karşı
çıkmıyorlar” diye bir itirazda bulunulmasının bir anlamı yoktur.
Çünkü bu kadarını müslümanıyla,
gâvuruyla herkes kabul ediyor. Hatta hırsız çeteleri bile birbirlerinden
çalmayı cezalandırılması gereken bir eylem olarak görürler.
Kur’an’ın
(hırsızlık örneğindeki gibi) açık bir hükmü konusunda insanın kendisini iptal
edip değiştirme konumunda görmesi; tanrılık taslaması, kendi
şahsını haşa Allahu Teala’ya ortak hale getirmesi anlamına gelir.
Küfrün daniskasıdır.
*
Evet, insanlar, ahlâkî ilkeler konusunda,
bunlar soyut fikirler olarak kaldıkları sürece ittifak edip
uzlaşırlar.
Herkes temizlikten, dürüstlükten,
adaletten vs. yanadır da, “Temizlik nedir, dürüstlük nedir, adalet nedir,
bunlar nasıl sağlanır?” diye, tartışma müşahhas/somut
alana kaydırıldığında anlaşmazlık başgösterir.
Ve insanlar birbirlerine itiraz etmeye
başlarlar.
Hatta iş kavgaya kadar varır.
Makasıd,
hikmet, maslahat edebiyatı
yapan modernist tarihselci soytarılık meraklıları bunun istisnası değil.
Hatta daha beter durumdalar.
Mesela, Mehmet Dağ ile Mehmet
Aydın, Fazlur Rahman’dan tercüme ettikleri İslam adlı
kitaba yazdıkları sunuş/girişte, bu münafık yazarın bir düşüncesini paylaşıyorlar.
Ona göre, çok evlilik, kölelik vb. konularda Kur’an,
“ahlakî ideal”den kısmî bir taviz vermiştirmiş. (s. xxx)
Yine Fazlur Rahman’a göre, “hiçbir kutsal metin anlama
ve yorum süzgecinden geçmeden hayata tatbik edilemez ve hiçbir yorum
ve anlam da mutlak olamaz”. (A.y.)
Bu durumda Fazlur Rahman’ın yaptığı yorum da mutlak olamaz elbette.
Fakat Batılıların zihniyetinin bekçi köpeği olmayı insanlık şeref ve haysiyetine üstün tutan bu satılmış tip, Allah’ı ahlâkî idealden taviz vermekle suçlama cinayetini işleyebilmektedir.
Mehmet Dağ ve Mehmet Aydın adlı, kendilerini kepaze budalalar listesine kaydettirmek için çırpınan tipler de bunu hikmetli bir sözmüş gibi (itiraz
etmeden) nakledebiliyorlar.
*
İşte bu taviz iddiası, Fazlur Rahman adlı gâvur beslemesinin, Kur’an‘ın bazı
hükümlerinin mutlak olduğunu kabul etmek zorunda kaldığını gösterir.
Çünkü poligami ve kölelik konusunda Kur’an‘da mutlak bir anlam ve yorum meydana
çıkmıyorsa, Fazlur Rahman’ın, Allah’ı (c.c.) ahlakî idealden
taviz vermekle suçlamak yerine bir başka yorumu ortaya koyabilmesi
gerekirdi.
Koyamadığı içindir ki, Kur’an’ın ilgili ayetlerinin anlamını (başka yorumlara imkân vermeyecek ölçüde) “kesin” kabul etmekte ve onların, kendisine göre süzgeçten geçirileceği “mutlak” (farklı biçimde yorumlanamayacak, kayıt ve şart altına alınamayacak) bir alan icad etmektedir: Ahlakî ideal.
Peki
bu uyduruk ahlakî idealin gerçekten
ideal olduğunun ve mutlak bir niteliğe sahip bulunduğunun delili nedir?
Kur’an ve
Sünnet nassları mı?
Değil,
zaten Fazlur Rahman ahlakî ideali Kur’an ve
Sünnet’ten çıkartıyor olsa, Kur’an’ı ahlakî idealden taviz
vermekle suçlayamazdı.
O
halde Fazlur Rahman için ahlakî idealin tek kaynağı olabilir: Kendisi,
kendi heva ve hevesi.
Daha doğrusu, taptığı, bir köpek gibi sadakatle hizmet etmek için kapılarında yaltaklandığı ateist-hristiyan
kırması Batılının çağdaş (çağımıza özgü) sapık zihniyeti.
Adamın itaat ettiği tanrısı Allahu Teala değil, Batılı şeytanların izindeki nefsanî dürtüleri, heva ve hevesi..
Ve, ahlâkî ideal adını verdiği bu heva ve heves putunu mutlak kabul ediyor.
İşte Ankara
Ekolü denilen "en kara", çapsız, üyelerini ilim zihniyeti açısından psikolojik yaşları 10'u geçmeyen taklitçilerin oluşturduğu "palyaçoluk namzetleri kumpanyası"nın, "aklı"na
hayranlık duyup peşinden gittiği adam bu..
Bu
küfrü açık münafık..
*
Ve burası, tarihselci
modernistlerin Kur’an’ı inkâr eden kâfirler olarak arz-ı
endam ettikleri, küfre düştükleri yerdir..
Onlardan bazısı, mesela prof. unvanlı pırasasörlerden Mustafa Öztürk ve Ömer Özsoy gibiler, Kur'an'ın Allah kelamı olduğuna inanmadıklarını açıkça söylerken, asıl büyük kitle, görünüşe göre, münafıklık yapmakta, gerçek inançlarını söylememektedirler.
Çünkü, Mustafa Öztürk gibilerin yanında yer almaya devam etmekte, bir inilti, bir fısıltı, bir vızıltı kabilinden de olsa onlara itiraz etmemektedirler. "Sükut ikrardan gelir" kaziyesini hatırlatır şekilde susmaktadırlar.
Burada şunu da belirtelim: Kur'an'ın Allah kelamı olduğuna inanmadıklarını söylemelerine rağmen Mustafa ile Ömer gibi "en kara"lıkta zirveyi yakalamış katran karası nursuz tiplerin küfre düşmeyeceğine inananlar da küfre düşerler.
Ayrıca, İslam’ı
güncelleme, İslam’ın ruhu vs. edebiyatı yapan, zorda kalınca kıvıran
birilerinin de perde arkasından bunlara destek vermekte olduklarının farkındayız.
Milletten tepki görmemek için mazruflarını saklıyor,
medyadaki uşaklarına çemkirme vazifesi vermekle yetiniyorlar, kendileri saklanıyorlar.
Fakat Allahu Azîmüşşan ne yaptıklarını görüyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder