ATATÜRK TÜRKİYESİ, İNGİLİZ GİZLİ SERVİSİ'NİN Mİ ESERİYDİ?

 





“Rosita Forbes adlı bir İngiliz kadın seyyahın kitabında, Mustafa Kemal’in Aubrey Herbert’ın evinde yemek yediğini okumamla başladı her şey.”

Mehmet Hasan Bulut’un kitabı bu cümleyle başlıyor. (s. 7)

Kimdi bu Aubrey?

“Aubrey Herbert, İngiltere’deki lüks ve rahat aristokrat hayatını bırakıp bir şövalye gibi Yakın ve Orta Doğu topraklarında maceradan maceraya koşan bir İngiliz casusuydu.” (s. 7)

Aynı zamanda bir milletvekiliydi (s. 9). Yani politikacı..

Soru şu: Sonradan Atatürk soyadını alan Mustafa Kemal, İngiliz casusunun evinde ne arıyordu?

*

Bulut’un kitabı “İngiliz Derviş: Yeni Türkiye’nin Doğuşu ve Aubrey Herbert” adını taşıyor (4. b., İstanbul: IQ Kültür Sanat Yayıncılık, 2018.) 

Eserin ilk baskısı 2015 yılında yapılmış.

Kitabın adı daha "açık" olabilirdi.. Mesela şöyle: “İngiliz Casusu Aubrey Herbert’in Yeni Türkiye’nin Doğuşundaki Rolü”.

Veya şöyle: “Yeni Türkiye, İngiliz Gizli Servisi’nin mi Eseri?

Çünkü yazar, “Aubrey Herbert’ın hayatının hikâyesi, aslında Yeni Türkiye’nin doğuşunun hikâyesidir” diyor (s. 9).

*

Kitabın temel tezlerini şöyle sıralayabiliriz:

Bir: Günümüzün gizli servisleri / istihbarat teşkilatları (özellikle de İngiliz istihbaratı –Ki diğer gizli servislerin örnek alıp taklit ettiği model olmuştur, deyim yerindeyse bütün çağdaş istihbarat teşkilatları onun paltosundan çıktı-) ilhamını, çalışma yöntemlerini, faaliyet biçimlerini ve örgütlenme usulünü masonlar ile onlara öncülük etmiş olan Tapınak Şövalyeleri’nden almış bulunmaktadırlar. 

Tapınak Şövalyeleri de (İbn Sebe gibi Yahudiler tarafından üretilen müfrit şiî) Haşhaşîler’den etkilenmiş durumda.

İki: Tapınak Şövalyeleri ile başlayıp çağdaş istihbarat teşkilatları (gizli servisler) ile kemal noktasına ulaşmış bulunan gölge (derin) devletlerin (“paralel devlet”lerin, “devlet içindeki devlet”lerin) temel ideolojisi ya da devlet felsefesi ve siyaset tarzı, Makyavelizm’dir.

Üç: Osmanlı Devleti’nin yıkılmasının ardındaki “üst akıl”, böylesi bir tarihsel kökler ve düşünce geleneği üzerinde yükselmiş olan İngiliz istihbaratıdır.

Dört: Osmanlı Devleti’ni yıkan İngiliz istihbaratı, onun sahip olduğu topraklar üzerinde kurulan yeni devletlerin de görünmeyen banisidir, kurucusudur. Babası değilse bile, (“tüp bebek” gibi modern usullerle) hamileliği sağlamış ve doğuma nezaret etmiş olan ebedir.

Beş: Mustafa Atatürk’ün dizayn ettiği Yeni Türkiye de aynı şekilde İngiliz istihbaratının eserlerinden biri durumundadır. Atatürk, İngiliz istihbaratının Türkiye’deki taşeronudur.

*

Hristiyanlığın bozulmasında kripto yahudi Pavlus’un (Pavlos, Paulos, Paulus, Saint Paul, Tarsuslu Saul) kritik bir rol oynadığı biliniyor. Hz. İsa aleyhisselam’ın ilahlaştırılması sapkınlığı onun eseri.

Müslüman görünen kripto yahudi Abdullah ibni Sebe de Hz. Ali r. a.’e ilahlık atfederek aynı şeyi Müslümanlar arasında yapmayı denedi.. Başarısız olduğu söylenemez.. Günümüz Şîa’sının bir kısmının “Ali, Allah’tır” diye inandıkları biliniyor.

Yazar Mehmet Hasan Bulut, Pavlus’un Hristiyanları aldatmak için “Hz. İsa’nın kendisine görünmesi” kerametini uydurmuş olmasına dikkat çekiyor:

“… Saul adında Tarsuslu bir Yahudi, Kudüs’ten Şam’a giderken Hazret-i îsâ’nın kendisine göründüğünü söyleyip İsevi (Hristiyan) oldu ve Pavlus ismini aldı. Hâlbuki daha evvel îsevilerin ileri gelen düşmanlarındandı. Etrâfma topladığı adamlarla, Kudüs’te Nasrânîlerin (Hristiyanların) evlerini basıyor, yakaladıklarını kadın-erkek demeden sürükleyerek zindânlara atıyordu. … Şam’a giderken, anlattığına göre, gökten bir nurun yere indiğini ve bu nurun içinden Hazret-i îsâ’nın kendisiyle konuştuğunu görmüştü. Bu mucize üzerine, yaptıklarına pişman olup Hristiyan olmuştu. Böylece Saul, ya da yeni adıyla Pavlus, Hristiyanlığı işkence ile değil, tahrif ederek, yani aslını bozarak yok etme şansına kavuştu. Hristiyan olduktan sonra kendisini Yahudiler dışındaki milletlerin havarisi olarak gösterdi. Yahudilik, Mitraizm ve îskenderiyye’deki din ve felsefe akımları hakkında son derece malûmat sahibiydi. Bu bilgisini kullanarak, Hazret-i îsâ şeriatinden, sünnet olmak, domuz yememek, şarap içmemek gibi paganların hoşlanmayacağı emir ve yasakları çıkarttı ve filozof Eflatunun teslis fikrini Hristiyanlığa soktu.” (s. 15-16)

Hristiyanlığın hakkından gelmiş olan kripto yahudiler İslam’ı ihmal etmiş değiller.. Bulut, Abdullah ibni Sebe’nin yanısıra bir başka yahudiye dikkat çekiyor: Göz hekimi Meymûn el-Kaddâh.

“… Abdullah ibn-i Sebe’nin izinden giden ve Sebeiyye olarak da bilinen Gulât-ı Şia’nın tâkipçilerinden Yahudi asıllı göz doktoru Meymûn el-Kaddâh, Bâtınîliği kurdu. … el-Kaddâh, Pavlus’un İseviliğe yaptığını İslâmiyet’e yapmaya çalışmıştı. Bâtınîler, Kur’ân-ı Kerîm’in bir görünen (zâhir), bir de gizli (bâtınî) manası vardır diyorlardı. Zâhirî manası, yani namaz, oruç, zekât, hac vs. mühim değildir, onlar semboliktir, asıl olan Bâtınî manasıdır, bunu da herkes anlayamaz diye inanıyorlardı. Bu inanca sahip olanlara ‘Bâtınî’, bu inancı yayanlara da ‘Dâî’ dediler.

“… Şîi bir imâmın oğlu olan Haşan Sabbah, Bâtınî misyoneri, yani dâî idi. Misyonerlik çalışmaları neticesinde topladığı adamları ile beraber İran’daki Alamut kalesini kendisine üs seçip eşkıyalık ile zengin oldu. Adamlarını tasnif ederek yeni bir teşkilat kurdu. …

“Haşan Sabbah, haşhaşa alıştırdığı fedâîlerine yalancı cenneti vaad ederek kendi maksadları için kullandı. Bâtınî propagandasına karşı çıkan Sünnî devlet liderlerine suikastlar tertip ettirdi.” (s. 17-18)

Haçlı seferleri, fanatik Hristiyanların İslam dünyasını tanımalarını sağladı.. Ve inanç bakımından kendilerine en yakın olarak Şîa’yı ve Batınîleri gördüler.. Özellikle Haşhaşîler’den hoşlandılar:

“… Hristiyan orduları burada yaklaşık iki yüz yıl sürecek Kudüs Krallığını kurdu. Bu krallıkta doğan Hristiyanlar, … Şark kültürünü ve Arapça lisânını biliyorlardı. … Haçlı askerlerinin Haşhaşîlerin üslerine misâfir olduklarında gördükleri izzet ve ikram, şarap, müzik, haşhaş ve dans eden kızlar akıllarını başlarından aldı. Benzer bir teşkilat da kendileri kurmak istediler. Böylece, Kudüs Kralı II. Baudouin’in baş müşaviri Hugo (Hugues) de Payens, Kudüs’te Tapınak Şövalyeleri tarikatını kurdu.

“Tapınakçıların teşkilat yapısı, Haşhaşîlere göre tertip edildi. Haşhaşîlerin Refik, Fedâî, Lâsık sınıflandırmasına karşılık Tapınakçılar; Knights (Şövalyeler), Esquires ve Lay Brethen olarak tasnif edildi. Tapınakçıların Prior, Grand Prior (Büyük Prior) ve Grand Master (Büyük Üstat) unvanları da Haşhaşîlerin Dâî, Dâîül-Kebir'(Büyük Dâî) ve [Hasan Sabbah ile haleflerinin kullandığı] Şeyh-ül-Cebel’in karşılığıydı. Hatta kıyafetleri bile aynıydı; beyaz zemin üzerine kırmızı bir sembol. Her iki grup da yeni mensupları tarikata alırken günümüzün masonik kabul merâsimlerine benzer bir merâsim tatbik ediyordu.” (s. 18-20)

Haşhaşîler, Şîa’nın İsmailiyye kolu içinde ortaya çıkmışlardı ve siyasî bir topluluktu.. 

İsmailiyye’nin entelektül kesimi ise 52 ciltlik İhvan-ı Safa Risaleleri diye bilinen kitapları ürettiler.. Hak batıl demeden bilgi ya da malumat adına ne bulurlarsa kitaplarına geçirmişlerdi. 

Doğal olarak kafaları ve inançları it oynamış yonca tarlası gibi karmakarışıktı.

Tapınak Şövalyeleri içinden de benzer bir topluluk çıktı: Rose-Croix, yani Gül-Haç topluluğu (Mezhep, tarikat, örgüt; artık ne derseniz):

“Gül-Haçlıların üç temel inancı vardı; … Bilhassa kâinattaki her şeyin Tanrının bir parçası olduğuna, yani vahdet-i vücuda (panteizm) inanıyorlardı. Nihâî hedefleri, bütün dinleri tek bir din halinde bu inançlar altında birleştirmekti. Gül-Haç, daha sonra Avrupa’da masonlarda îskoç Ritinin ve Rozikruzyen (Rosicrucian/Gül-Haçlı) Cemiyetinin doğmasına sebep oldu.” (s. 22)

Bu hareketler siyasal baskıya maruz kaldıklarında yeraltına çekilecekler ve farklı adlarla hortlayacaklardı.. 

Bu hortlak oluşumlardan biri Cizvit (İsa Cemiyeti) tarikatıydı.. Babür Şah’ın torunu Ekber Şah’ı bile etkilemeyi başarmışlardı:

“1578’de Portekizli bir Cizvit, Ekber Şah ile görüşmeye muvaffak oldu. Cizvit’in fikirlerinden hoşlanan Ekber Şah, … 1579’da bu Cizvit’in tavsiyesi üzerine, Hindistan’ın Batı kıyısında bir şehir olan Goa’daki Cizvitlere bir mektup yazarak onlardan iki Cizvit’in kendisine gönderilmesini talep etti. … Ekber Şah ve oğlu Selim Cihangir, bu Cizvitleri kendilerine dost edindiler ve iki yıl boyunca sarayda ağırlayarak hürmet gösterdiler. Nihayet, Ekber Şah 1582’de, mason kardeşliği gibi, Hindistan’da farklı dinlere mensup olan vatandaşlarını birleştirip kardeş yapmak maksadıyla ‘Dîn-i İlâhî’ adını verdiği yeni bir din kurdu.

“Ekber Şah, Hristiyan inancına göre yetiştirilmesi ve Portekizce öğrenmesi için başka bir oğlunu Cizvitlere emanet etti. Selim Cihangir inşa ettirdiği sarayının duvarlarını Hristiyan azizlerinin freskleri ile kaplamaya başladı. Bu âdet Hindistan’ın ileri gelenleri arasında hızla yayıldı. Müslümanlar buna büyük reaksiyon gösterdi, yer yer isyânlar çıktı. İsyân etmekten daha akıllıca bir yol tâkip ederek, dinler arası diyaloga karşı Sünnîlik propagandası yapanlar da oldu. Bilhassa Serhendli Nakşî Şeyhi İmâm-ı Rabbâni, idârecilere yazdığı mektuplar ve yetiştirdiği talebeler ile Cizvitlerin Hindistan’a getirdiği bu fitneye karşı mücadele etti ve büyük nispette muvaffak oldu.” (s. 30-32)

Bir zaman sonra Hindistan’a bütünüyle hakim olup Afganistan’a kadar ilerleyen İngilizler’in bölgeye girişi, Cizvitler’den etkilenen Selim Cihangir’in bunlara ticaret izni vermesiyle başladı.

Babür İmparatorluğu'nu bile etkileyen Cizvitler'in (Tapınak Şövalyeleri'nin yeni sürümünün) Avrupa'yı boş bırakması beklenemezdi. 

1300’lü yıllarda yeraltına çekilmek zorunda kalmış olan Tapınak Şövalyeleri, asırlar sonra, 17. Yüzyıl ortalarında İngiltere’de iktidarı ele geçirmiş durumdalardı:

“Cizvitlerle beraber tekrar dirilen Tapınakçılar, bir iç savaşın ardından 1649’da Kral I. Charles’ı idam ederek İngiltere’de iktidârı ele geçirdiler. Tanrı tarafından seçilmiş bir insan olduğuna inanan mason kumandan Oliver Cromwell, cumhuriyet ilân ederek memleketin başına geçti.” (s. 33)

*

Yazar Bulut bütün bunları anlattıktan sonra, Tapınakçılar’ın Amerika Birleşik Devletleri’nin kuruluşundaki rolüne ve bu yolda Makyavel’in fikirlerinden nasıl yararlandıkları hususuna değiniyor.

Bunu yaparken “istiklal savaşı” ve “cumhuriyet” kavramlarını kullanarak Türkiye’nin “inkılap tarihi”ne de imalı göndermeler yaptığı görülüyor:

“Machiavelli’ye göre, yeni işgal edilen toprakları kontrol altında tutmak için orada silahlı güçler bulundurmak çok masraflı bir işti; “Silahlı güçleri tutmaya kalkarsan, daha masraflı olduğu için devletin tüm gelirini bu yolda harcarsın. Öyle meblağlara varır ki, bu harcamada beş koyar (sadece) bir alırsın. Asker göndermekle çok daha fazla zarar vermiş olursun, çünkü askerin yer değiştirmekten kaynaklanan ev meselesi herkesi huzursuz eder ve herkes sana düşman kesilir. Kendi evlerinde yenik düşenler zararlı düşmanlardır”. Machiavelli haklıydı, mesela 19. yüzyılın ilk yarısında, bir İngiliz askerini alıp Hindistan’da tutmanın mâliyeti 100 sterlini buluyordu. … öyle bir yol bulmalılardı ki hem müstemlekelerin (sömürgelerin) idari ve askerî masraflarından kurtulmalı, hem de oranın ticâretini ve kaynaklarını kontrol etmeliydiler.

“… dâhiyane ve tam Machiavelli’ye göre bir strateji geliştirdiler. … dünyaya milliyetçiliği yayacaklardı. Alman dan daha Alman, Rus’dan daha Rus, Türk’ten daha Türk olacaklardı. Böylece bünyelerinde farklı milletleri yaşatan, dünya üzerindeki tüm mevcut imparatorluklar dağılacaktı. Sonra milliyetçi mason liderler çıkartacak, onları kendilerine karşı bir ‘istiklâl savaşı’ veriyormuş gibi gösterecek ve böylece mason kardeşlerini o memlekette lider ve kahraman yaparak çekileceklerdi. Halk istiklâlini kazandığı için sevinirken, bu kardeşleri, yaptığı ticârî ve siyâsî anlaşmalarla onlara o memleketin zenginliklerini sunacaktı.” (s. 37-38)

Doğal olarak yazar Bulut, İngiliz işgalci ve sömürgecilerin Türkiye’deki mason kardeşlerinin Selanikli Mustafa Atatürk olduğunu söylemiyor.

“Lafın tamamı ahmağa söylenir” fehvasınca sözün gerisini halkın irfanına havale ediyor.. Çünkü Türk milletinin zeki olduğunu düşünüyor. 

Ancak, Aziz Nesin böyle düşünmezdi.

*

Bulut, sözlerini şöyle sürdürüyor:

“… kuracakları yeni devletin rejimi mümkünse meşrûtî ve ardından cumhuriyet olmalıydı. Çünkü monarşide monark, yani kral veya sultan, zenginlik bir güç olduğu için, memlekette kendisinden daha zengin bir kimse olsun istemiyordu. Aksi takdirde, yeterince parası olan bir kimsenin kendi ordusunu kurması ve sultanı tehdit etmesi mümkündü. Ayrıca kral, bankerlerden borç bile alsa, makamını onlara borçlu olmadığı için zenginlerin taleplerini çoğu zaman yerine getirmiyordu. Hatta canını fazla sıkarlarsa, …  onları ortadan kaldırıveriyordu. Hâlbuki cumhuriyette, iktidâra gelmek isteyen kimse, finansmana ihtiyâç duyduğundan onlara yanaşacak ve seçildiği takdirde onların taleplerini yerine getirmek mecburiyetinde kalacaktı. Getirmezse ortadan kaldırılan bu sefer zenginler değil,  iktidârdaki kimse olacaktı.” (s. 38)

Doğal olarak bu, “fazilet” olan cumhuriyet ve “çaresi tükenmeyen” demokrasi sayesinde oluyordu. 

Bazen (manipülasyona açık olan) seçimler, bazen de (seçimlerin istenen sonucu vermediği yerlerde) “demokrasiyi sözde tahkim edip sağlam kazığa bağlama ve cumhuriyeti koruma amaçlı” darbeler yoluyla:

“Machiavelli’nin dediği gibi asıl güç ‘akıllı’ kimselerin elinde olacak, fakat halk devleti kendilerinin idâre ettiğini düşünecekti.” (s. 38)

Makyavel’den çok şey öğrenilmişti:

“İdârecilere nasihatler veren kitabında, Machiavelli’ye göre târihte iki çeşit idâre şekli vardı; cumhuriyet ve monarşi. Her ikisinde de, cumhuriyette her ne kadar halk kendisinin idâre ettiğini sansa da, idâre halka dayalı değildi. İpler yine hükümdarın ve ‘akıllı’ kimselerin elindeydi. … Mühim olan işin neticesiydi, o neticeye varırken tâkip edilen yol değil. Kurnazlık yaparak insanları aldatan liderler, samimi liderlerden daha muvaffak olurlardı. Hem halkı aldatmak çok kolaydı; insanlar karşısındakini göründüğü gibi görüyordu. Avam o kadar basit düşünüyor ve o kadar günlük ihtiyaçlarının mahkûmuydu ki, hılekâr biri her zaman aldatılmaya hazır bir sürü bulacaktı. ... Çok az insan idârecinin asıl niyetini ve kişiliğini bilebilirdi ve bilenler de umûmî kanâate karşı çıkmaya cesaret edemezlerdi. … Ve tembihliyordu; “Aldatarak elde edebileceğin bir şeyi, asla güç kullanarak kazanmaya çalışma.”

“… Asla açıktan güç kullanmayacaklar, hile ile düşmanlarını alt edeceklerdi. Hakiki hüviyetlerini ve maksadlarını saklayacak, yaptıkları yardımlar ve iyiliklerle halkın gözünü boyayacaklardı. Birisi çıkıp ipuçlarından ve yaptıkları işlerin neticesinden asıl niyetlerini anlasa bile insanların çoğu aldatıldığı ve aptal olduğu için kimse o adama inanmayacaktı.” (s. 27-28)

Selanikli Mustafa Atatürk tam da bunları yaptı.

*

İstiklal Harbi boyunca olduğundan farklı görünerek milleti aldattı.. Bol bol yalan söyledi, yeminler etti, takiyye yaptı.

Aldatabildiği zaman zor kullanmadı.. Çünkü gerek yoktu.

Aldanmayanlara karşı aldattıklarını kullandı.

Sonra, o kullandıklarının da bazılarını (sırlarını söylemesinler ve başını ağrıtmasınlar diye) ortadan kaldırdı ya da kaldırmaya çalıştı. 

Susturdu.. 

Ortaya "tevhid-i tedrisat"ın yanısıra bir "tevhid-i beyanat" çıktı.. Herkes sözlerini Türkiye orkestrasının yeni şefi Selanikli'nin çubuğunun hareketlerine göre ayarlamak zorundaydı.. Millet için ortak milli ezberler oluşturuldu.

Ezberi bilerek ya da bilmeyerek bozacaklar için kenarda meşe ağacından sağlam sopalar bekletiliyordu.

“Manevi” kızı Prof. Afet İnan’ın hazırladığı “M. Kemal Atatürk’ün Karlsbad Hatıraları” adlı kitaptan (Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1983), Selanikli'nin, günlüğüne 10-11 Temmuz 1918 günleri için şunları yazmış olduğunu öğreniyoruz:

"Bu iki günü yazmayacağım. Birçok anılarım gibi bunların da unutulmasında ne zarar var. Yalnız şu kadar diyelim ki insanlar gerçeği hep gizlerler."

İnsanlar gerçeği hep gizlemezler, fakat Selanikli bu milletten gerçeği hep gizledi.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

OSMANLI'NIN YETİŞTİRDİĞİ MEHMED AKİF ERSOY'DAN LAİK (SİYASAL DİNSİZ, SİYASAL KÂFİR) DÜZENİN VE ONUN YEŞİL KEMALİST DİNDARLARININ ÜRETTİĞİ MEHMED AKİF ERSOY'A...

  LAİKLERİN ÇÖZÜMSÜZ DİLEMMASI:  İSLAMCILAR (İSLAMİSTLER) DÖNSÜN İSLAMCILIK KARŞITI (ANTİ-İSLAMİST) VE "LAİK DÜZEN" YANLISI "...