ŞARLATAN-I EKBER'İN YARIM AKLI VE PALAVRA VARİDATI

 



Prof. Mahmut Erol Kılıç, TDV İslâm Ansiklopedisi’nin İbnü’l-Arabî, Muhyiddin” maddesinde, İslâm Düşünce Tarihine Dair Görüşleri” başlığı altında şunları söylüyor:

İbnü’l-Arabî diğer dinlere mensup bazı filozof ve düşünürler karşısında izlediği tutumu müslüman düşünürlerin fikirlerine karşı da sergileyerek benzer eleştirilerde bulunmuştur. … Ona göre … muhakkik sûfîler görüşlerini ifade ederken münakaşa ve cedel yolunu hiç kullanmamışlardır, felsefe ve kelâm ise neredeyse münakaşa ve cedelden ibarettir (Kitâbü’l-Fenâʾ, s. 8).”

Hem felsefeyi hem de Kelam ilmini “neredeyse münakaşa ve cedelden ibaret” görmenin yanlış olduğu açıktır.

Adam felsefeyi de, kelamı da anlamamış.

Bununla birlikte, münakaşa ve cedel, İbn Arabî’nin laflarındaki palavra ve yalanlarla karşılaştırıldığında masum görünüyor.

Üstelik, yukarıdaki alıntının da ortaya koyduğu gibi, münakaşa ve cedel hususunda İbn Arabî Kelamcılardan daha kötü durumda.

Birincisi, onları “neredeyse münakaşa ve cedelden ibaret” ilan etmek, münakaşa ve cedelin daniskasıdır. Adamın yaptığı şeyden haberi yok.. “Ol mahiler ki derya içredir…”

Bu noktaya Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi de dikkat çekiyor, bu “amatör filozof, sahte sufî”lerin, işleri güçleri cedel ve münakaşa olduğu halde, muhataplarını cedelcilikle suçlamakta olduklarını vurguluyor.

Evet, “yavuz” hırsızın ev sahibini bastırması kuralı burada da geçerli.

İkincisi, Kılıç’ın daha ilk cümlesi, palavracı şarlatanın “eleştiriler”inden söz ederek, onun münakaşa ve cedel bahsinde felsefeci ve Kelamcılara rahmet okutmakta olduğunu ortaya koymuş durumda.

*

Kılıç sözlerini şöyle sürdürüyor:

İbnü’l-Arabî’nin “akıl sahibi” kavramını açıklarken getirdiği yorum, bir yönüyle tarihî süreçte belki de en fazla tahrife uğramış olan bu kavramın gerçeğine ışık tutarken diğer yönüyle felsefenin onun nazarında geldiği noktayı göstermektedir. İbnü’l-Arabî, … “akıllı kişiler” ifadesiyle birtakım filozofları ve kelâmcıları kastetmediğini özellikle vurgular. Ona göre akıllı kişiler nebîler ve resullerin yolundan giderek çeşitli riyâzet, mücâhede ve halvet şekilleriyle nefislerini terbiye edip kalplerini saflaştırarak ulvî âlemden gelen vâridâtla ilham sahibi kılınmış kimselerdir. Benzerlerinin kendi zamanında da bulunduğunu bildirdiği söz ve cedel sahibi kimselerin ise bütün fikirlerini tamamen öncekilerden aldıkları kavramlar üzerine bina ettiklerini, bunu yaparken o kişilerin kullandığı mânayı da çarpıttıklarını, … söyler.

Doğrudur, riyazet (Halvet de buna dahildir), kâmil (alim ve fazıl) bir mürşidin gözetimi altında ihlasla yapıldığında (cinlerin semadan haber kapmaya çalışmalarına benzer şekilde ulvî âlemden vâridât getirme iddiasıyla ortaya çıkıp artistlik yapma niyetine dayanmadığı, salt nefsi Allah'a kulluk yolunda hizaya getirmeyi hedeflediğinde) nefis terbiyesine hizmet edebilir.

Bununla birlikte, mürşid-i kâmillerin de mürşidi olan Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, nefs terbiyesi adına hiç kimseyi halvete sokmuş değildi.. Ashabdan herhangi birine “Sen riyazet yap!” dediği de vaki değildir. 

Oruç tutmayı, acıkmadan yememeyi, sofradan doymadan kalkmayı tavsiye etmiştir. (Soytarı, ulvî âlemden gelen vâridât edebiyatı yapıyor. Sanki Kur'an ve Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in tebligatı ulvî alemden gelmemiş.. Sanki Allahu Teala dini "tamamlamamış".)

Böyle olmakla beraber, bir kimse, nefsiyle mücadele için halvet ve riyazet gibi bir yolu (tarîki, tarikatı) seçerse, ona da, “Bu yaptığın yanlıştır” denilemez.

Ancak bu, saf ve pür ihlas ister.. 

Ayrıca, bir mürşid-i kâmilin gözetimi de şarttır. 

Yoksa, “Usulsüz yapılan ağır riyâzetler kâmil insan olmayı temin etmediği gibi beden ve ruh sağlığının, aklî dengenin bozulmasına, bâtıl inançlara sapılmasına sebep olabilir” (Bkz. TDV İslâm Ansiklopedisi, “Riyâzet” maddesi).

*

Sebep olur.

Nitekim, bu şarlatan soytarının “akıllı kişi” olmayı  çeşitli riyâzet, mücâhede ve halvet şekilleri”nin tekeline vermesi, batıl inancın ta kendisidir.

Batıldır.

Bu reçeteye göre, ashab-ı kiramdan hiç kimse “akıllı” değildi, çünkü içlerinde halvete giren bir kişi bile yok.. 

Onlardan bazıları itikafa giriyorlardı tabiî ki, fakat halvete giren bulunmuyor.

Bu "din yolu haramisi"nin “akıllı kişi” olmayı “ulvî âlemden gelen vâridâtla ilham sahibi kılınmışlığa” bağlaması da bir diğer batıl inanç.

Esas olan Kur’an ve Sünnet bilgisidir.

En akıllı kişi, Kur’an ve Sünnet’i en iyi bilen ve anlayan (dinde fakih olan), ve ona göre yaşayan kişidir.

Ashabdan hiç kimse (en başta Dört Halife) hiçbir zaman hiçbir mesele hakkında “ulvî âlemden gelen vâridât”la fetva vermiş değillerdir. 

[Keramet kabilinden birkaç “haber verme” var, fakat ilhama dayalı “fetva” vermeleri ya da “dinî hüküm” icat etmeleri durumu yok.

Müçtehitlerin (meşru) içtihadı da ilhama, keşfe vs.'ye değil, Kur'an ve Sünnet'ten istinbat ettikleri hususlara dayanır.

Birilerinin keşf ve ilhamla "itikadî esas, inanç ilkesi" ve "şer'î hüküm" getirebileceklerini kabul etmek ise, Tevbe Suresi'nin 31'inci ayetinde belirtilen "din bilginlerini rab edinme" ve şirke/küfre düşme durumuna karşılık gelir.]

*

Görüldüğü gibi, İbn Arabî soytarısı, “söz ve cedel sahibi kimselerin bütün fikirlerini tamamen öncekilerden aldıkları kavramlar üzerine bina ettiklerini” söylüyor.

Niye?

Çünkü keşf ve varidat palavrasıyla kendi vehim, kuruntu ve zırvalarını matah birşeymiş gibi yutturmaya kalkışmıyorlar. 

Yanlış olan, insanın, bütün fikirlerini tamamen öncekilerden alınan kavramlar üzerine bina etmesi değildir; o kavramları sorgulamadan, uygun olup olmadıkları üzerinde kafa yormadan, seçici davranmadan alıp kullanmasıdır.

O fikir ve kavramların doğru ya da uygun olanlarını almak, yanlış olanlarından uzak durmak kaydıyla insanın bütün fikirlerini ve kavramlarını öncekilerden almasında kınanacak bir yön yoktur.

*

Ancak, burada asıl trajikomik yan şu: 

Kılıç’ın aynı ansiklopedi maddesinde daha önce yazdıkları, İbn Arabî soytarısının tam da yerdiği bu davranışı sergilediği, fikirlerinin önemli bir bölümünü Eski Yunan filozoflarından aldığını ortaya koyuyor.

Bir başka komik husus da şu: İbn Arabî’nin bu zırvaları çerçevesinde onun fikir ve kavramlarını alıp kullanmak da akılsızlık haline gelmektedir.

Dolayısıyla, ömrünü onun  zırvalarını tekrarlayarak ve anlatarak geçiren akademisyen ve yazarlar, müseccel akılsızlar haline geliyorlar.

Onlara akılsızlık diplomasını iftihar ve şeref belgesi olarak törenle veren kişi, peşinden gittikleri, zırvalarını neredeyse hadîs-i şerîflerden daha mübarek kabul ettikleri İbn Arabî soytarısı.

*

Evet, şarlatan soytarı, "bütün fikirlerini tamamen öncekilerden aldıkları kavramlar üzerine bina eden akılsızların, bunu yaparken o kişilerin kullandığı mânayı da çarpıttıklarını" söylüyor.

Tam da kendisini anlatıyor.. Kendisine olan iltifatı bu sözde zahirdir. 

Çünkü, Kılıç’ın aynı ansiklopedi maddesinde daha önce yazdıkları, soytarının Eski Yunan filozofları karşısındaki tutumunun tam da bu olduğunu ortaya koyuyor.

Bir de şu var: 

Bu dangalak din dolandırıcsı bazı konularda küfür ve bid'at kusmuşken, onun "kendinden menkul keşf ü keramet"ine inanan bazı saftirikler, soytarının "kullandığı manayı çarpıtarak" teviller getirmiş, bir kulp takarak paslı tenekeyi halis altın, cam parçasını eşsiz elmas gibi göstermeye uğraşmış, ve böylece kendilerini kepaze etmiş bulunuyorlar. 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

OSMANLI'NIN YETİŞTİRDİĞİ MEHMED AKİF ERSOY'DAN LAİK (SİYASAL DİNSİZ, SİYASAL KÂFİR) DÜZENİN VE ONUN YEŞİL KEMALİST DİNDARLARININ ÜRETTİĞİ MEHMED AKİF ERSOY'A...

  LAİKLERİN ÇÖZÜMSÜZ DİLEMMASI:  İSLAMCILAR (İSLAMİSTLER) DÖNSÜN İSLAMCILIK KARŞITI (ANTİ-İSLAMİST) VE "LAİK DÜZEN" YANLISI "...