İslam ile demokrasi
karşılaştırılırken üzerinde durulması gereken en önemli hususlardan biri şudur:
Bazı temel (ya da çok kullanılan)
kavramların İslamî terminolojideki anlamlarıyla, demokrasi ve laiklik
kurumlarına teorik çerçeve oluşturan seküler bilimlerin o kavramlara
yükledikleri manalar örtüşmemektedir.
Mesela İslam açısından “din”,
bir ülkedeki hukuk sistemi ve yasalar bütünü anlamına da gelir.
Kim hangi yasalara göre yönetilmek
istiyorsa bunlar onun dinini oluşturur.
Dolayısıyla (İslam açısından) din
ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması imkânsızdır.
Dinsiz olmayı seçen devlet de son
tahlilde dinî bir tercih yapmış, küfür devleti olmayı
seçmiştir.
Oysa demokrasi düşüncesinin üzerine
oturduğu seküler sosyal bilimler açısından din, sadece bildiğimiz
anlamıyla (etliye sütlüye, özü itibariyle devlete karışmayan, “dünya”
ile ilgisiz) yaygın inanç sistemlerini ifade eder.
Türkiye'nin sekülerleşmiş ve
laikleşmiş müslümanımsılarına bu gerçeği bir türlü anlatamıyoruz. (Bunların bir
kısmı Fethullahçı Takiyye Örgütü / FETÖ üyesi, bir kısmı AK
Partili, bir kısmı da Haydar Baş belası örneğinde olduğu
gibi tarikatçı vs. olarak arz-ı endam ediyorlar.. Bu virüs 20
yıl önce Sağduyu Partisi tabelası altında İskenderpaşa
Cemaati'ne / Hakyolcular'a da bulaştırıldı.)
*
Fakat yukarıda sözünü ettiğimiz din
tasavvuru ya da tanımı da, sosyal bilimlerin yapısı gereği, hiçbir zaman bir
kesinlik taşımaz.
Nitekim Margoliouth şunu
diyor:
“Her
ne kadar İslâmiyeti, biz bir din olarak tanımlamaya eğilimliysek
de, Peygamber’in onu daha çok bir millet olarak tanımlamış olması
muhtemeldir,”
(Millet, Arapça bir kelimedir ve
-merhum Elmalılı hocanın Hak Dini Kur’an Dili’nde açıklamış
olduğu gibi- Kur’an’daki anlamı itibariyle “dinin toplumsal
tezahürünü, sosyolojik boyutunu” ifade eder.)
Margoliouth'un "Peygamber'in
tanımlaması"ndan söz ederken kastı Kur'an'daki anlam..
Çünkü ona göre Kur'an, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi
ve sellem'in yazmış olduğu bir şey.. "Din-millet" ayrımı
yaparken aklınca bunu İslam'ı kötülemek, ve “norm” olarak kabul ettiği
Batılı din tanımı çerçevesinde İslam’ı “norma aykırı öteki” olarak
damgalamak istiyor, fakat bir gerçeğe (eksik biçimde ve çarpıtarak da olsa)
işaret etmiş durumda.
(İslam’ın Yahudilik ve
Hristiyanlık’tan “din” olarak bir eksiği yok, fakat fazlası var.. Tüm dinler ve
ideolojiler karşısında durumu budur.. Hepsiyle her hususta boy ölçüşür ve
hepsine üstün gelir. “El-Hakku ya’lû ve lâ yu’lâ aleyh”: Hak daima üstün gelir,
ona üstün gelinemez.)
*
Şerif Mardin, Margoliouth’un söz konusu
açıklaması için, “İslâmiyetin esaslarını anlatmak yolundaki girişimlerin
içinde bize belki en derin görüşü sağlayandır” ifadesini kullanıyor. (Şerif
Mardin, Din ve İdeoloji, 7. b., İstanbul: İletişim
Y., 1997, s. 68.)
İslam’ın bu şekilde bir “millet”
boyutu bulunduğu için (“İbrahim’in milletinden kendini bilmez
sefihten başka kim yüz çevirir?!” [Ve men yerġabu ‘an milleti ibrâhîme illâ
men sefihe nefseh (Bakara, 2/130]), “millet iradesi”ni
laiklik (siyasal dinsizlik) ile İslam’dan yalıtmak ve soyutlamak, küfür ve şirk
olarak tezahür eden kendini bilmezlik ve sefihliğe karşılık
gelmektedir.
Millet kelimesi bir başka ayette şu şekilde
geçiyor:
“Ve len terdâ
‘anke’l-Yehûdu ve l’en-Nesârâ hattâ tettebi’a milletehum
(Sen o Yahudi ve Hristiyanlar’ın milletine tabi olmadıkça senden asla razı
olmazlar)...” (Bakara, 2/120)
Evet, bu ayette din kelimesi
kullanılmıyor, millet kullanılıyor..
İşte bu yüzden, “Biz Avrupa Birliği’ne girmekle
dinimizden vazgeçmiyoruz” demenin bir anlamı yoktur.
Onların milletine tabi olmuş oluyorsun.
Ve bu, bir hadîs-i şeriften anlaşıldığı üzere, küfür
milletine katılmak demektir: “El-Küfrü milletün vahidetün: Küfür tek
millettir.”
*
Bu durum gerçekte, bir insanın aynı
zamanda hem müslüman hem de demokrat (ve de laik) olamayacağını da açıklar.
Laiklik (siyasal dinsizlik),
müslümana “İbrahim’in milletinden olarak siyaset yapamaz, demokrasi
oyununa ‘İbrahim milletinin iradesi’ ile dahil olamazsın” diyor.
Ve ekliyor:
“Demokrasi oyununa ancak ‘laik
(siyasal dinsiz) millet iradesi’ ile katılabilirsin.. Önce iradeni
(niyetini) tashih edecek, samimi siyasal dinsiz olacak, siyaset
alanında Müslümanlığı/İslam’ı ayaklar altına alacak, batıl/geçersiz kabul
edecek, sonra gelip, iradeni laik (siyasal dinsiz) olarak ortaya koyacaksın..
Bizim ilke ve inkılaplarımıza (Ki en başta geleni laiklik yani siyasal
dinsizliktir) bağlılık yemini edeceksin.”
Yani sana, ancak küfür
milletinden olmayı (siyasal dinsiz olmayı) kabul etmen durumunda demokrasi
oyununa katılma ve millet iradesi olarak varlık gösterme (Ki
bu, küfür milleti iradesi olmaktadır) hakkı verilir.
Aksi takdirde verilmez.. Oyunun
bitiş düdüğü çalar.. Bazen "kan"la.
Eğer “İbrahim milleti” olarak
millet iradesi sergilersen, iki kere suçlusundur: Birincisi, siyasal dinsizliğe
(laikliğe) baş kaldırdığın, küfür milletinden olmayı kabul etmediğin için.
İkincisi, sadece küfür milletinin
siyasal dinsizliğine hizmet etme durumundaki demokrasiyi, siyasal
dinsizlik yerine siyasal dinliliğin (İslam’ın) hizmetine vermeye kalkıştığın
için.
*
Buna göre, eğer millet iradesi,
(siyasal dinsiz imansızların iradesi değil de) Afganistan’da olduğu
gibi “İbrahim’in milletinin iradesi” olarak tecelli ediyorsa, demokrasi
yok edilmiş demektir.
Milletin yüzde 99’u Şeriat
istiyormuş.. Bu önemsizdir, çünkü asıl millet, yüzde 1’lik küfür
milletidir.
ABD ve babasının çiftliği NATO (siyasal
dinsizliğin yani laikliğin son kalelerinden Türkiye’yi
de kuyruğuna takıp) Afganistan’a demokrasi götürmeli, “küfür milleti iradesi”ni
orada hakim kılmalıdır.
Fakat Afganistan Müslümanları, “Biz
irademizi oy pusulası kadar silahla da tecelli ettiririz” derse, o zaman teröristtirler..
Başları ezilmelidir.. Füze ve mermi manyağı yapılmalıdırlar.
Onlar, millet iradesini (siyasal
dinsizlik ve imansızlığa teslim olmadan) Afganistan’da hakim
kıldıklarında, bakarsın ki onları “devlet” olarak ne Türkiye
tanır, ne İran, ne Suudi Arabistan, ne Malezya..
İsrail’i ilk tanıyan müslümanımsı
devletler olan Türkiye ile İran’a da zaten bu yakışır.
Sözde İran İslam adına dünyaya kafa
tutuyor, Türkiye de mazlumların umudu.
Masal anlatmak, palavra savurmak
parayla değil ya.. Palavradan kim ölmüş!
*
Hem “laik demokrasi”yi (siyasal
dinsiz “kolektif heva ve heves tapınmacılığı”nı) benimseyip hem de müslüman
kalabileceklerini zannedenler bunu “İslamcı olmayan müslümanlık, dinci
olmayan dindarlık” olarak adlandırıyorlar.
İnsanın, “kinci olmayan kindar,
emekçi olmayan emektar” olabileceğine inanması için sefihlik katsayısının
kaç olması gerekiyor?
Müslüman olmak demek, “mutlak”
doğruya inanmak demektir. Demokrat olmak ise, izafi ya da görece doğrulara
sahip olmak anlamına gelir.
Demokratlara göre doğrunun
kıblesi her seçimde yeniden şekillenir, sabit bir kıblesi
bulunmamaktadır. (Fakat onların da bir “görece olmayan, mutlak” doğruları var.
Siyasal dinsizlik.. Kısaca dinsizlik imansızlık.. İslamî tabirle “küfür”..
Küfürden taviz vermezler.)
İslam, insan aklını aşan vahye
(“Allah’ın indirdiği”ne) dayanırken, demokratik yönetim (iddiasına göre) ortak
aklı (pratikte, "ulusal çıkar" kavramının da gösterdiği
gibi menfaatperestlik ve bencillik zemini üzerine kurulu heva ve hevesi)
esas alır.
Bir demokrat, kendisinin aklı ile
vahiy çeliştiğinde kusuru aklında (akılsızlığında) aramaz, oysa bir müslüman,
vahiyle aklı çeliştiğinde, insan algılarının ve muhakeme yeteneğinin,
dolayısıyla bilgisinin sınırlı olduğunu düşünerek vahye uyar.
*
[Ancak, onun bu yaklaşımının esasını
oluşturan “iman”ın kesin aklî bir temeli vardır.. Aklın
zorunlu ilkeleri onu kesin biçimde Allahu Teala’nın varlığını ve
birliğini kabul etmeye, varlığın tesadüfle açıklanamayacağını itirafa götürür.
Peygamberlerin ‘pozitif-materyalist’
temelde ortaya çıkan (Hristiyanlar'ın Teslis'i/"üçleme"yi
kabul ettirmek için uydurdukları "Öyle hisseldiyorum, gönül gözümle
öyle görüyorum, kalbimin sesini dinliyorum, Anadolu ya da
Transilvanya irfanıyla öyle anlıyorum" hikâyelerine dayanmayan)
mucizeleri de, o mucizeleri görenler için, söz konusu peygamberlerin gerçekten
Allahu Teala’nın elçisi olduklarının kesin delilidir.
O mucizelerin (mesela Kur’an mucizesinin)
bize tevatüren (yalan üzerinde birleşemeyecek bir topluluk
tarafından rivayetle) aktarılmış olması da, onları bizim için inkârı mümkün
olmayan kesin delil haline getirir.
Dolayısıyla akıl, insanı Allahu
Teala’nın vahyine itaatten başka bir sonuca götürmez.
Kâfirler, akıllarını
kullanmayan sefih bir topluluktur.. Bazılarının IQ’sunun
çok yüksek olması onları “akıllı” yapmaz, sadece daha zeki maymun haline
getirir.. Teknolojik icatlar yapma becerisi gelişmiş maymun..]
*
Evet, bu IQ’su gelişmiş zeki
maymunlar, teknolojik icat yapma becerisi gösterseler de, “doğru”ları
bulma noktasında nal toplamaktadırlar.
Acizdirler.. Zalûm
(çok zalim) ve cehûldurlar (çok cahil).
Allahu Teala onlara bazı konularda
(salt akıllarıyla) “hakkı ve gerçeği” bulma yolunu kapatmış, buna
karşılık, akıllarını vahiyle takviye etme ve aydınlatma nimetini
bahşetmiştir.
İslam’ın nurundan yüz çevirenler, akılsızlık
bataklığında kaybolup gitmeye mahkumdur.. Akılsızdırlar.. Maymunca IQ’ları var,
insanca akılları yok.
Bu maymunlar “Bilim, bilim!” diye
sayıklayıp duruyorlar, fakat bilim dedikleri, kendi bildiklerinden ya da
bildiklerini zannettiklerinden ibaret; evrende insanın kendi müktesebatı
dışında Güneş vs. gibi ayrı bir varlığa sahip bir “bilim” Kâbesi bulunmuyor.
Sanki "bilim"in insan
zihninden bağımsız müşahhas bir varlığı varmış gibi “Ben bilim adına
konuşuyorum” diyerek hava atan bir akılsız, “Ben, bendeki bilgi adına
konuşuyorum” demiş olmaktan (yani kendi davasının şahidi olarak yine kendisini
göstermekten) başka birşey yapmış olmaz, fakat IQ kurnazlığı ile şımarmış
akılsızlığı bunu idrak etmesine engel teşkil eder.
*
Günümüzde bilimin (bazen yasa olarak
da adlandırılan bilimsel teorilerin) mutlak doğruları yakalama
iddiasından vazgeçmiş bulunduğu biliniyor.
Bundan habersiz olanlar, yarım
yüzyıl önce okullarını bitiren ve daha sonra eline yeni bir kitap almayan “okumuş
cahil” kuşaktan ibaret.
Özellikle fizik biliminde yaşanan
gelişmeler, “doğru” ya da "doğrulanmış" değil, sadece “geçerli” (ya
da teknoloji alanında “işe yarar”) bilimsel modellerden söz
edilebileceğini ortaya koymuş bulunuyor.
Artık (bu konuları biraz bilen) hiç
kimse, aşağılık kompleksi ile İslam’ı bilime uydurmaya çalışmak
gibi birşeyi denemeye gerek görmüyor.
Şaşırtıcı olan durum şu ki, sosyal
bilimler pozitif bilimlere göre daha az geçerliliğe sahipken ve değer-bağımlı oldukları
reddedilmezken, İslam’ı pozitif bilimlere göre yorumlamaktan (eğip bükmekten)
kaçınmak gerektiğini anlayanlar aynı hassasiyeti sosyal bilimler için
gösterememektedirler.
İşte, Müslümanlar arasında demokrasizm gibi
ideolojilerin revaç bulmasının temel nedenlerinden biri budur.
*
Kaldı ki, ideolojiler ve demokrasi
gibi yönetim biçimleri sosyal bilim niteliğine de sahip değildir, bunlar bir
tür inanç durumundadır.
Dahası, sosyal bilimler ile ideolojiler
arasındaki sınır oldukça incedir.
Sosyal
bilimler alanında yapılan çalışmaların (pozitif bilimlerin teknolojik amaçlar
gütmesi gibi) kimi zaman ideolojik, siyasal, ekonomik ya da kültürel amaçlar
güttüğünü unutmamak gerekir.
O bilimler adına ortaya atılan
iddialar, çoğu zaman “kendini doğrulayan kehanetler” kapsamına
girmektedir.
Yani (David Hume’un
izleyicisi) Popper’ın tabiriyle “yanlışlanabilir” (test
edilebilir) olmaktan uzak bulundukları için “bilimsel” değildirler.
*
(Kendini doğrulayan kehanetler derken
kastettiğimiz şey, şu olaydaki durum:
İngiltere’de öğrenciler üzerinde
yapılan bir çalışmada, bilgisayar, yanlış programlandığı için, öğrenim
açısından zeki kabul edilen öğrencilerle zeka seviyesi düşük kabul edilen
öğrencileri karıştırır.
Fakat bu
hatalı sonuçlar, öğretmenlerin öğrencilere yaklaşımlarında temel ölçüt
olur.
Beş
buçuk ay sonra hata anlaşılmakla birlikte, kimseye birşey söylenmeden test
tekrarlanır.
Bilgisayarın hata sonucu “zeka seviyesi düşük” kategorisine dahil ettiği zeki
öğrencilerin testteki puanları düşük çıkar.
Çünkü öğretmenler bu öğrencilere
zihinsel bakımdan zayıf ve eğitilmesi güç çocuklar oldukları önyargısıyla
yaklaşmışlardır.
Bilgisayarın zeki olarak tanıttığı
zeka seviyesi düşük öğrenciler ise yüksek puan almışlardı. Çünkü bunlara zeki
muamelesi yapan, değer veren ve onlara umut aşılayan öğretmenler,
bir süre sonra onların başarılı olmalarını sağlamışlardı.
Öğretmenlerin öğrencilere yaklaşımı
“kendi kendini doğrulayan bir kehanet”e dönüşmüştü.)
*
Sosyal bilimler alanında yapılan
çalışmaların kimi zaman yönlendirici ve manipülatif nitelikte olduğu, yani
"kendini doğrulayan kehanet" durumunda bulundukları bir sır değil.
Evet, "algı operasyonu"
sosyal bilimler alanında da söz konusu.. (Özellikle de Tarih'te.)
Bu, bazen bilinçsizce bazen de
kasten yapılmaktadır.. Meşhur tarihçi Carr bu noktayı şöyle
açıklar:
“Varolan
iktisadi koşulları analiz eden bir iktisatçı, yaklaşan bir deflasyon ya da
enflasyonu öngörürse, eğer otoritesi büyük ve kanıtları inandırıcı ise,
öngörünün kendisi öngörülen olgunun meydana gelmesine katkıda bulunabilir.
Bir siyaset bilimcisi tarihi gözlemlere dayanarak tiranlığın kısa ömürlü olduğu
inancını savunursa tiranın düşüşüne katkıda bulunabilir. Adayların seçimlerdeki
davranışlarını herkes bilir; onlar, öngörülerinin daha büyük bir
ihtimalle gerçekleşmesi yolunda bilinçli bir amaçla zaferin
kendilerinin olacağını ileri sürerler.”
(Edward
Hallett Carr, Tarih Nedir?, çev. Misket Gizem Gürtürk,
İletişim Yayınları, 5. b., İstanbul 1996, s. 84.)
*
Öte yandan, sosyal bilimlerin ve
ideolojilerin kendi kavramsal çerçeveleri ve varsayımları,
ulaşacakları sonuçları da daha baştan belirler.
Yani sonuçlar, kavramlarda
mündemiçtir, içkindir.
O kavramların peşine takıldığınızda
ancak "belirlenmiş olan hedef"e gidebilirsiniz, başka bir yere
ulaşamazsınız.
Mesela tarihin bir sınıf çatışması
olduğu varsayımından yola çıktığınızda Marx’la aynı sonuçlara
ulaşmak zor olmaz.
Keynes, Neoklasik iktisatçıların varsayımlarının bir
kısmını reddetmeseydi, varacağı sonuçlar onlarınkiyle aynı olacaktı.
O halde, farklı bir yaklaşımın
farklı varsayımlara ve farklı kavramlara ihtiyaç
gösterdiği kuşku götürmez.
Siyasal rejimlere totalitarizm,
teokrasi ve demokrasi sınıflandırması çerçevesinde
bakan bir kimsenin, hristiyan bir rahip ya da diktatörlükle yönetilen bir
ülkenin kaymak tabakasından olma ayrıcalığını edinmiş biri değilse,
tercihini demokrasiden yana yapacağı şüphesizdir.
Ama önümüzdeki tercihlerin
bunlarla sınırlı olduğu ya da tam da bu adlarla
isimlendirilmesinin yerinde olduğunun kanıtı nedir?!
*
Bir müslüman açısından burada sorun,
olay ve olgulara İslamî bir kavramsal çerçeve ve mantıkla
yaklaşmakla ilgilidir.
Seküler bilimlerin kavramsal
çerçevesi içinde
düşünmemiz, ve İslamî paradigmayı terketmemiz durumunda devlet,
laiklik ve demokrasi gibi konular hakkında doğru bir fikre sahip
olmamız mümkün değildir.
Yanlış araçla doğru sonuca varılması
ve mesafe katedilmesi beklenemez.. Denizde yol almak istiyorsanız trene değil
gemiye binmek zorundasınız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder