Bilindiği
gibi, AK Parti, “siyasal kimlik” olarak “muhafazakâr demokratlığı”
seçmiş durumda.
Buradaki
muhafazakârlık, müslümanlık anlamına gelmiyor.
Muhafazakârlığı
yeniden “tanımlamış” durumdalar.
Partinin
internet sitesinde şöyle deniliyor:
“Muhafazakârlığın her türlü otoriterleşmeye karşı
sınırlı iktidarı savunan, değişimi doğal süreç
içinde toplumsal dinamiklere bırakan, özgürlüğün soyut değil somut
şekliyle anlam taşıyacağını vurgulayan, aile, gönüllü
kuruluşlar, vakıflar gibi toplumsal ara koruma mekanizmalarını önemseyen
yapısı, demokratik anlayışla telif edilebilecek bir siyasi öz ortaya
koymaktadır. Bu süreçte eleştirel aklın, fikri ve davranış çoğulculuğunun,
yanılabilirlik anlayışının geliştirilmesi kadar, temel hak ve özgürlükleri
merkeze alan, sivillik ve toleransı gözeten bir siyasi tasavvurun ön plana
çıkarılması, muhafazakârlığı demokratik formatta yeniden tanımlamıştır.”
(https://www.akparti.org.tr/parti/2023-siyasal-vizyon/siyaset/muhafazak%C3%A2r-demokrat-siyasi-kimlik/)
Görüldüğü
gibi bu ifadeler, AK Parti’nin “demirbaş seçkin”i, “aşk, puro ve
motosiklet” virtüözü, Gucci takım elbise ve Zegna gömlek tutkunu Ömer
Çelik’in ağzından çıkmışcasına aptalca.
AK Parti’nin
nasıl bir parti olduğunu sorarsanız ben şunu derim: Partinin demirbaşı,
Erdoğan’ın ayrılmaz ve kopmaz derin yoldaşı ehl-i zevk ve keyf Ömer Çelik’in
partileşmiş hali..
AK
Parti’deki ruh ile Ömer Çelik’teki ruh aynı.
Dolayısıyla,
partinin kimliği, kişiliği (manevî şahsiyeti), Ömer Çelik’in şahsında
somutlaşmış, müşahhas hale gelmiş durumda.
Yukarıya
aldığımız paspal, yavan, içi boş ve aptalca ifadelerin insanın aklına hemen üçüncü
sınıf edebiyatçılık ve beşinci sınıf “siyaset filozofluğu”nun Türkiye şubesi Ömer
Çelik’i getiriyor olması sebepsiz değil.
*
AK
Parti’nin sitesindeki neredeyse bütün ifadeler, Ömer Çelik’in (yaldızlı
ambalajı açtığınızda içinden küflenmiş ve kokuşmuş domuz sosisi çıkan ürün
gibi) dışı parlak, içi bomboş laflarını hatırlatıyor. Aptalca..
Lafa “Muhafazakârlığın her türlü otoriterleşmeye karşı sınırlı iktidarı savunan” yapısından söz ederek başlamışlar.. Salakça..
Muhafazakârlığın otoriterleşmeyle ne alâkası
varsa?!..
Ömer Çelik tarzı beşinci sınıf siyaset filozofluğu
sergileyecekler ya, “özgürlüğün soyut değil somut şekliyle anlam
taşıyacağını” söylemeseler olmaz.
Aptal, birşeyin somutu soyutundan ayrılmaz!.. Özgürlük
de böyledir.. Soyut anlamı yoksa somut anlamı da olmaz!. Eğer soyut bir anlamı
yoksa, somut şekli de bulunmuyor demektir.
*
Bir de “aile, gönüllü kuruluşlar, vakıflar gibi
toplumsal ara koruma mekanizmaları”ndan söz ediyorlar.
Dangalak, bunlar “ara koruma mekanizmaları” mıdır?
Ayrıca, aile ile gönüllü kuruluşlar ve
vakıflar nasıl aynı kategoride değerlendirilebilir?! Allahu Teala akıl
dağıtırken siz hangi zevk ve keyflerin peşindeydiniz, Harley Davidson’la
millete hava mı atıyordunuz, puro mu tüttürüyordunuz, aşk mı
yaşıyordunuz?
Aile “ara koruma mekanizması”ymış.. Dangalak, aile korunacak ana mekanizmadır.. Ara mekanizma devlettir..
Devlet,
bireyi ve toplumun temeli olan aileyi (nesli) korumak için vardır.
*
Ulema Şeriat’in gayeleri (makasıd-ı şerîa) olarak şu beş hususu saymışlardır: Dini, canı, malı (mülkiyeti), nesli ve aklı koruma..
(Bu aynı zamanda, İslam'ın devleti zorunlu kıldığını, "devletsiz İslam" düşüncesinin, yani Siyasal İslam karşıtlığının ortada İslam namına birşey bırakmadığını da gösterir. Çünkü şeriat; canı, malı vs. ancak devletleşerek, devlete hakim olarak korur.)
Fikriyat.com
yazarı Mustafa Özcan, “Niçin Batı’nın gerisinde kaldık?” başlığını
taşıyan 31 Mayıs 2024 tarihli yazısında şunu demişti:
“İmam Gazali’nin taksimatıyla İslamiyet’in
insanlara verdiği temel haklar şunlardır: Hayat, din, akıl, mal ve nesil
emniyeti. Maalesef bunlar arasında özgürlük yoktur.”
On gün sonra, 10 Haziran 2024 tarihli “Gazali’nin
Hegel’e cevabı” başlıklı yazısında ise şunu diyor: “Her sürçtüğümüzde Gazali
yöntemi işimize yarayabilir.”
Mustafa Özcan’da bir ilerleme varsa da yeterli
değil.. (Ya da unutkanlık var, yazdıklarını çabuk unutuyor.)
İmdi, Şeriat’in maksatları arasında sayılan beş hususa “özgürlüğü” ilave etmeye gerek yoktur, çünkü özgürlük, bu beş hususta emniyetin sağlanmasıyla oluşan birşeydir.. Ayrıca bir de özgürlükten söz eden, özgürlüğün ne olduğunu anlayamamıştır. (Kölelik konusu ayrıdır.. Bazı insanların müebbet hapse mahkum edilmeleri gibi ayrı değerlendirilmelidir.)
İmam Şatıbî, el-Muvafakat’ta,
bütün şeriatlerin (hukuk sistemlerinin) bunları az veya çok korumayı
hedeflediğini, fakat kâmil manada korumanın sadece İslam şeriati ile mümkün
olacağını söylemektedir.
*
Özgürlük, inancında hür olmandır, canının tehlikede olmadığını (mesela, farklı fikirlere sahipsin diye rejim tarafından zehirlenmeyeceğini, trafik kazasıyla ortadan kaldırılmayacağını) bilmendir.
“Sen terör örgütü üyesi oldun” vs. denilerek malına mülküne el konulmamasıdır.
Senin ırz ve namusunu devletin en az senin kadar önemsemesi ve hassasiyetle koruma refleksi göstermesidir.
Devlet düşmanı terörist vs. diye tutuklanan birilerinin, "hanımlarına vs. tecavüz ile tehdit" edilmemesidir.
"Sen FETÖ'cüsün vs." denilerek gözaltına alınan kadınların mahremiyet ve tesettürüne saygısızlık vahşeti ve edepsizliğinin, insanlık ve müslümanlık şeref ve haysiyetinin ayaklar altına alınışının, “terörle mücadele” adı altında kutsanmamasıdır.
*
“Dini koruma”, devletin kendisini, Allahu Teala’nın
zaten koruyacağı dini koruma mevkiinde görmesi değildir.. İnsanlara dine
göre yaşama, eğitim öğretim kurumları kurma hakkı vermesi, onlara belirli bir din anlayışını dayatmamasıdır.
Mesela bugün Türkiye Cumhuriyeti Devleti,
dine, açık ve örtülü yollarla müdahale ediyor.. Diyanet İşleri Başkanlığı şeriat
konulu bir hutbe okutma hakkından fiilen mahrumdur.
Ayrıca derin devlet denilen (ve devletin
bazı kurumlarının destek verdiği, hatta o kurumlara yön veren çeteleşmiş “hukuk
dışı”, kendisini “hukuk üstü” görerek bir tür tanrılık taslayan) mekanizma da, “din”le
oynamaktadır.
Bunlar, satın aldıkları sözde dindar/müslüman
yazar-çizer taifesini bu gaye doğrultusunda kullanmaktadırlar.
İslam’ın “tam ve eksiksiz” anlaşılması ve
anlatılmasına “Siyasal İslam” damgası vurulmasının, birilerinin
kendilerini paralarcasına (güya gerçek dindarlık adına) Siyasal İslam
düşmanlığı yapmalarının, bunu "maaşlı eleman" gibi tam mesai sürdürmelerinin nedeni de budur.
*
Bu “Siyasal İslam” teranesini “küresel küfür
sistemi” icat etti ve onun Türkiye’deki resmî/devletsel acentalarının karşısına (“gönüllü”
ve sivil bir hareket şeklinde) rakip olarak çıkan FETÖ (Fethullahçı Takiyye
Örgütü), Siyasal İslam karşıtlığının bayraktarlığını yaptı.
Bu konuda FETÖ ile hiçbir fikir ayrılığı
bulunmayan (Ki zaten FETÖ’yü bu gaye doğrultusunda kendisi kurup
palazlandırmıştı) “derin devlet” ise, “Siyasal İslam karşıtlığı bizim
tekelimizde, küresel küfür sistemine en iyi biz hizmet ederiz, FETÖ’nin “paralel
acenta” olmasına izin veremeyiz” dedi.
Bunun üzerine FETÖ, “resmî acenta”yı, “Bunlar aslında Siyasal İslamcı, ‘Laikiz, demokratız’ demelerine
aldanmayın, takiyye yapıyorlar” diyerek Batılı efendilerine şikayet etmeye başladı.
Resmî acenta boş durur mu, onlar da Batılı efendilerine şöyle yanaştı:
“Asıl Siyasal İslam
düşmanı biziz, sizin istemediğiniz adama müslüman diye selam bile vermiyoruz,
mesela Taliban’la, Hamas’la irtibatımız sizin makul kabul
edeceğiniz sınırlar içinde.. Siz onlarla hangi esaslar çerçevesinde temas
kuruyorsanız biz de öyle kuruyoruz.. Siz Taliban’a kadın düşmanı derseniz biz
de hemen koroya katılıyoruz, ikiletmiyoruz.. İslam’ı sizin istediğiniz şekilde güncellemek
için elimizden geleni ardımıza koymuyoruz, üstelik bunu Selanikli
Mustafa Atatürk’ten bile daha iyi yapıyoruz.. O, dine açıktan cephe alarak mücadeleyi
yüzüne gözüne bulaştırdı, biz Siyasal İslam’ın işini kimseye hissettirmeden, herkesi ayakta uyutarak içeriden bitiriyoruz, başarılı da olduk, neredeyse herkesi sizin istediğiniz
şekilde laik demokrat yaptık.. FETÖ’ye aldanmayın, onlar Haşhaşî, terörist!”
*
AK
Parti’nin düşüncesiz düşünürleri, yukarıya aldığımız “değişimi
doğal süreç içinde toplumsal dinamiklere bırakan” muhafazakârlık söylemiyle şunu demek istiyorlar:
Millet, rüzgârın önündeki yaprak, kendisini nehrin akıntısına bırakmış çöp gibi, toplumsal dinamiklerin belirlediği süreçte değişmeli, zamana uymalıdır.
Herkes, "toplumsallık" adını verdiğimiz sürü
psikolojisiyle,
toplum nereye gidiyorsa oraya gitmeli, değişmelidir.
Biz değişimden
yanayız, muhafazakârlıktan söz ediyorsak işte öylesine; ahmakların gözünü
boyamak için ağızlarına bir parmak bal çalmak faydadan hali değildir.
Aile, gönüllü kuruluşlar ve vakıflar, toplumsal dinamiklerin belirlediği süreç için ara mekanizmalardır, ana mekanizmalar deriniyle yüzeyseliyle devletin elindedir.
Gönüllü kuruluşlar ve vakıflar "devleti etkileme" gibi bir tavır içine giremez, hatta bunu akıllarından bile geçiremezler, fakat devlet, bu ara mekanizmaların hem hareket alanını belirler, onlara sınırlar getirir, hem de gerektiğinde içine sızar.
Gönüllü kuruluşlara gönül enjekte eder, hatta onların bazısını kendisi kurdurur.. Perde arkasındaki “üst akıl” olarak tulumbaya su koyma kabilinden onların lokomotif durumundaki ilk elemanlarını kendisi sahaya sürer, fakat sonrası “toplumsal”dır..
Toplumsaldır çünkü sinekler kara bulut gibi bal tabağına üşüşür, "inek"ler de kenardan hasretle ve hayretle seyrederler.
O
toplumsal dinamikler, KADEM’in dergi adlı paçavrasında “değişim” kusan
ilahiyatçı unvanlı densizlerin yaptıkları gibi, İslam’ın siyasal olanına da
olmayanına da ağızlarına geleni söylemeye başlarlar.
Herşey
toplumsal dinamiklere uygun biçimde seyreder, “değişim muhafazakârlığı”
toplumsalın temellerini suhuletle usul usul dinamitler.
*
FETÖ
(Fethullahçı Takiyye Örgütü) dedikleri hareket ile AK Parti arasında
“esas”ta çok fazla bir farklılık yok.
Davaları
üç aşağı beş yukarı aynı, zihniyet bakımından “aslında yok birbirlerinden
farkları”, fakat aralarında derin bir rekabet, çekişme ve çekememezlik var.
Galatasaray
ile Fenerbahçe gibi.. İkisinin de derdi, ideali, sahada deli gibi koşmaktan, faydası
neyse, meşin topu direkler arasındaki bir boşluğa göndermekten ibaret.
Dertleri,
davaları böyle yaşamsal açıdan çok önemli "evrensel" bir mesele, fakat safları ayrı..
İşte,
AK Parti ile FETÖ’nün durumu da bu..
“Evrenselcilik”te,
“uzlaşmacılık”ta, NATO’culukta, AB’cilikte, siyasal
kimlik anlayışında aralarında bir fark var mı?
Yok!
Bir zamanlar "aynı dağın yeli" değiller miydi, aynı yağmurlarda ıslanmıyor ve sulanmıyorlar mıydı?!
*
Mesela
AK Parti’nin eski milletvekilisi, halihazırdaki ekran sözcüsü ya da maydanozu, Yeni
Şafak yazarı Mehmet Metiner ile, şu anda ABD’de yaşayan “FETÖ’cü” Mücahit
Bilici arasında ne fark var?!
Bu Bilici, Taraf gazetesinin 20 Ağustos 2014 tarihli sayısında
yer alan yazısında, “Eğer bugün
Şeriat’a/İslam’a uygun bir yönetim biçimi formüle edilseydi bu demokrasi olurdu”
iddiasında bulunmuştu.
Sanki Eski Yunan’dan beri demokrasi kavramı etrafında gevezelik
edenlerin gayesi İslam Şeriati’ne uygun bir yönetim biçimi bulmaktı.
Ya da Allahu Teala peygamberleri, her toplumda “Batı tipi demokratik sistem”
yürürlükte olsun diye göndermişti.
Cehaletin, izansızlığın, hakkı batıla karıştırmanın bu kadarı
zor bulunur.
*
Bilmez Bilici, böylece, Batı’daki demokratik rejimlerin İslâmî sayılmaları
gerektiğini söylemiş oluyordu.
Burada sorun, “İslamî bir demokrasi mümkündür” bile demeyip, herhangi bir
“kayıt” koymadan, “mutlak” olarak demokrasiyi İslam’a/Şeriat’e uygun kabul
ediyor oluşu.
“Eğer bugün
Şeriat’a/İslam’a uygun bir yönetim biçimi formüle edilseydi bu demokrasi olurdu” şeklindeki iddiası doğru olsaydı, söz
konusu yazısında Müslümanları demokrat olmaya çağırması anlamsız olurdu.
Sadece, “İslam’ı/Şeriat’i tam anlayın, tam uygulayın” demesi gerekirdi.
İslam’ın tam uygulanmasıyla, Bilici’nin hayranlık duyduğu demokrasi de gerçekleşmiş olurdu.
*
Bilici, Müslümanların demokrasi karşısındaki müstağnî tutumu hakkında şunu
söylüyordu:
“Bu tavırda mazur görülebilecek tek şey
Müslüman milliyetçiliğinin otantisite ve kendi kendine
yeterlik duygusuna dayanan özgüvenidir. İslam’ın özgüvenin en
iyisine hakkı var ancak bunun sahici temeller üzerinde yükselmesi gerekir.”
O sahici temeller nedir? İşte, Bilici’nin asıl
yapması gereken, o sahici temelleri göstermek olmalıydı.
Bunu yapmıyor, onun yerine, “Kendi dışına düşmanlıkla
ayakta duran bir özgüven, sathi ve temelsiz bir özgüvendir” diyordu.
Böylece, kendisiyle çelişerek, Müslümanların demokrasi karşısındaki
entelektüel tutumunu kategorik olarak “düşmanlık”
diye yaftalıyordu.
"Kendi dışına düşmanlıkla ayakta duran" kendisiydi, haberi yok.
Ona göre, ya demokratik zihniyeti benimseyeceksiniz, ya da, “kendi dışınıza düşmanlıkla ayakta durma” suçlamasını
kabul edeceksiniz.
Şu ifadeleri ise, kafasında gerçekte bir “sahici temeller” bulunmadığını
açıkça göstermekteydi:
“Mutlak hayır ve mutlak şer ayrışması ancak
ahirette olur. Kendisini mutlak hayırla özdeş gören veya
hakikati malikiyet tekelinde zannedenler her zaman büyük bir
istibdad ve aynı zamanda düşüncesizlik üretmişlerdir.”
*
Evet, mutlak hayır ve mutlak şer ayrışması ancak ahirette olur, çünkü
herkesin önüne, sevap ve günah hanesi açık ve net bir şekilde konulur. İnsanlar
Cennet’te mutlak hayır, Cehennem’de de mutlak şerle karşılaşırlar.
Bu dünyanın ise mutlulukları ve kederleri, nimetleri ve musibetleri saf
değildir. Hayırları şerle, şerleri hayırlarla karışıktır.
İnsan, bu dünya hayatında kendi durumuyla ilgili olarak da, kesin hüküm
veremez. Ayrıca, amel düzeyinde, merhum İbrahim Hakkı Erzurumî’nin Marifetname’de ifade ettiği gibi, efdal (daha fazîletli) olan ile hayırlı olan farklı olabilir. Örneklerine burada
girmeye gerek yok.
Ancak, biz, Allahu Teala’ya itaatin mutlak hayır, Şeytan’a uymanınsa mutlak
şer olduğunu biliriz.
Yani mutlak hayır ve mutlak şer ayrışması için ahireti beklemek zorunda
değiliz. (Bilici gibi tipler, bu tür konuları büyük ölçüde Bediüzzaman’dan öğreniyor, fakat onun kastını tam
anlayamıyorlar.)
*
“Kendisini
mutlak hayırla özdeş gören veya hakikati malikiyet tekelinde
zannedenler her zaman büyük bir istibdad ve aynı zamanda düşüncesizlik
üretmişlerdir” şeklindeki ifade ise, düşüncesizlik ya da kafasızlık
ürünüdür.
Evet, tam da budur.
Çünkü, peygamberler kendilerini mutlak hayırla (hak dinle) özdeş görürler;
hakikat, onların tekelindedir.
Mesela Peygamber Efendimiz s.a.s., “Musa bugün yaşıyor olsaydı, bana
tâbi olmaktan başka yapacağı birşey yoktu” anlamına gelen bir beyanda
bulunmuştur.
Bu tutum, neden istibdat ve düşüncesizlik üretiyor olsun ki!..
*
Burada gerçek istibdat, Bilici’nin demokrasiye
verdiği “mutlak hayır” rolünde, düşüncesizlik ise,
Batı demokrasisinin misyoneri olmayı kabul etmesinde yatıyor.
Demokrasiye “mutlak hayır” rolü veriyor, çünkü, “Eğer bugün Şeriat’a/İslam’a uygun bir yönetim biçimi
formüle edilseydi bu demokrasi olurdu” diyebiliyor.
Nasıl bu kadar kesin konuşabiliyorsun?
Bu konuda hakikate malikiyeti nasıl kendi tekelinde görebiliyorsun?
İslam, Allahu Teala tarafından vahiyle indirilmiştir, peki, demokrasiyi kim
üretmiştir?..
*
Bilici şayet İslam’a/Şeriat’e uygun bir demokrasi tasavvuru önermiş
olsaydı, belki sözlerini “Bu da bir görüş” diyerek hoşgörüyle karşılamak
gerekebilirdi.
Fakat, bunu yapmıyor, İslam ile “mutlak anlamda” demokrasiyi
özdeşleştiriyor.
Demokratlar bile kendi aralarında anlaşamazken, kimisi sosyal demokrasiyi, kimisi muhafazakâr demokrasiyi
savunurken, bazıları liberal demokrasiden,
bazıları da halk demokrasisinden söz ederken,
yani, kendilerine göre farklı birer demokrasi tasavvuru üretirlerken, bu
“düşüncesiz” adam, “Ben de İslamî demokrasiyi savunuyorum” bile demiyor, mutlak anlamda demokrasi ile İslam’ı
özdeşleştiriyor.
Bir başka deyişle, demokrasiyi kayıtsız ve şartsız olarak “mutlak
hayır”la özdeş kabul ediyor.
Adam, Şeriat’e/İslam’a uygun bir demokrasiden
yana olduğunu söylese, böyle bir “icat” çıkarsa anlayacağız, fakat, İslam’ın
“mutlak anlamda” demokrasinin ta kendisi olduğunu kabul etmemizi istiyor.
*
Gerçekte demokrasi, son tahlilde halkın
çoğunluğunun, azınlıkta kalanlar üzerinde hâkimiyet kurmasına ve kendi
koydukları kuralları yasa olarak onlara
dayatabilmelerine imkân verdiği için, şu veya bu ölçüde zulüm rejimi olmaktan kurtulamaz.
Halkın büyük çoğunluğunun onayı alındığı için, bu zulmü fark etmek ve ona
itiraz etmek zor olabilir, ama böyledir.
Çoğunluğa tanınan bu imtiyaz, “sosyal Darwinizm”le akrabalık bağı
bulunan (Franz Oppenheimer gibi isimlerin savunmuş olduğu) “siyasal
realizm”in zulmü meşrulaştıran “Kuvvet hak kaynağıdır” ya da “Hak
kuvvetten doğar” anlayışının toplumsallığı eksen alan bir versiyonudur..
İslam ise, insanların (temel hak ve
hürriyetler alanında) insanlar için kural koymalarını kabul etmez. Peygamberler
bile, insanlar için mutlak anlamda kural/yasa koyucu makamda değildirler.
Bütün insanlar eşittir ve hepsi için kuralları/yasaları ancak onları
Yaratan (Halik) koyar.
Yaratan’ın koyduğu yasalar, anayasa niteliğindedir ve insanların ürettiği
diğer kurallar, o anayasaya aykırı olamaz, ona uygun olmak zorundadır.
Durum böyle olunca, hiç kimse bir başka kimse için kural koyucu, yasa yapıcı nihaî
makam olarak ortaya çıkamaz.
*
O yüzden, İslam, insanlık haysiyet ve onurunu koruyan yegâne hayat
nizamıdır.
Demokrasi de dahil olmak üzere tüm diğer siyaset felsefeleri ve kamu hukuku teorileri, son tahlilde kula kul olunmasından başka birşey değildir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder