MHP’li
siyasetçi Prof. Özcan Yeniçeri, henüz bir “MHP’li AR-GE uzmanı”yken, bir
makalesinde, engin ve derin MHP cehaletinin bütün boyutlarını taşıyan şöyle bir
cümle kurmuştu:
“Milliyet
duygusunu ‘adalet’ ve ‘demokratik yönetim’ prensipleriyle bağdaştıran,
meşruiyet ve egemenliğin kaynağını millet olarak tespit eden düşünce
sistematiği milliyetçilik olmuştur.” (
Böylece milliyetçilik,
“meşruiyet ve egemenliğin kaynağının millet olarak tespit edilmesi” şeklinde
tanımlanmaktadır.
Fakat bu iddia yanlıştır.
*
Meşruiyet (meşrutiyet değil) konusu
özellikle siyaset sosyolojisinin ilgi alanına girer.
Siyaset sosyologları ve
siyaset bilimciler, meşruiyetin kaynağı olarak “ideoloji”lere ve “inanç
sistemleri”ne (dinler) başvurulduğunu belirtirler.
Duverger’ye göre meşruiyet,
bir “değer sistemi”, “inanç sistemi” veya “ideoloji”
üzerine kurulur. (M.
Duverger, Politikaya Giriş,
çev. S. Tiryakioğlu, 3. b., İstanbul 1978, s. 91, 168; M. Duverger, Siyaset Sosyolojisi, çev. Ş.
Tekeli, 2. b., İstanbul 1982, s. 154-155)
Lipset ise şunu söyler:
“Meşruluk
ise, sistemin, varolan siyasal kurumların topluma en uygun kurumlar
oldukları inancını yaratmak ve yaşatmak yeteneğiyle ilgilidir.” (S. Martin Lipset, Siyasal İnsan, çev. M. Tunçay, Ankara 1986, s. 59.2)
Claessen ile Skalnik’e göre
de meşruiyet, ideolojik inanç ve ikna (inandırma) üzerine
kurulur. (Henri J. M.
Claessen ve P. Skalnik, Erken Devlet,
çev. A. Şenel, Ankara 1993, s. 26.)
Benzer şekilde Sarıbay da,
meşruiyetin zemini olarak siyasal inanç sistemini ve ideolojiyi
gösterir. (A. Yaşar
Sarıbay, Siyasal Sosyoloji,
2. b., İstanbul 1994, s. 81.)
*
Meşru kelimesi, şeriat
kelimesinden türemiştir.
(Meşrutiyet ise, “şart”tan
türemiştir. “Meşrut”, şartlı olan demektir. Meşrutiyet kelimesi ile, hükümdara
yönetme yetkisinin “şartlı” olarak verildiği söylenmiş oluyor. Burada
meşrutiyet sözlük anlamıyla değil siyasal nitelikte bir terim
olarak kullanılıyor. Yoksa mesela Osmanlı’da padişahın yönetme yetkisi her zaman “şartlı”
idi, yani sözlük anlamıyla meşrutiyet her zaman söz konusuydu. Meşrutiyet
rejimiyle bu fiilî durum yazılı bir anayasa ile kayıt altına alınmış
oluyordu. Yoksa meşrutiyet rejiminin söz konusu olmadığı dönemlerde de padişahların
yetkileri en azından teorik olarak her zaman Şeriat’le sınırlandırılmış,
“meşrut” hale getirilmiş durumdaydı. Pratikte ise ülke içi güç dengeleri, farklı güç odakları arasındaki nüfuz dağılımı padişahları her zaman “şartlar
gereği” zapt u rapt altına almıştır.)
Evet, meşru kelimesi şeriat
kelimesinden türemiştir.. Meşru, “Şeriat’e (hukuka) uygun olan”
demektir.. Gayrimeşru ise “yasal olmayan, yasaya aykırı” demektir.
Devlet ve siyasal rejim söz konusu
olduğunda (bir siyaset bilim ve hukuk terimi olarak) meşruiyetten söz etmek, siyaset
sosyologlarının dile getirdiği şekilde, bir inanç sistemine ya da ideolojiye
atıfta bulunmak anlamına gelir.
Dayandığınız, atıfta
bulunduğunuz, referans aldığınız inanç sistemi şayet İslam ise, bu takdirde
İslam, Sarıbay’ın dile getirdiği şekilde “siyasal inanç sistemi” (yani Siyasal
İslam) haline gelmiş olur.
*
İşte Siyasal İslam
karşıtlarının dinmeyen karın ağrılarının ve kalp spazmlarının gerisinde yatan
hakikat bundan ibaret.
Onlar, meşruiyet (Şeriat’e
uygunluk) ile Şeriat’i birbirinden ayırmaya çalışıyorlar.
“Meşruiyetin kaynağı inanç
sistemi (İslam) değil, ideolojimiz (Kemalizm/Atatürkizm, laisizm [siyasal
dinsizlikçilik], demokratizm [topluma taparlık], çağdaşlık [modernizm]) olacak”
diyorlar.
“Hayır, meşruiyet (Şeriat’e
uygun olan) ile Şeriat birbirinden ayrılmaz.. Ayrılamaz” denildiğinde ise, “Siz
İslamcılar, siz Siyasal İslam yanlıları dindar değil dincisiniz, İslam
bir din iken siz onu ideoloji yapıyorsunuz” diyerek Batılı (yahudi,
hristiyan, deist, ateist, satanist) akıl hocalarından ithal ettikleri ezberler
ile Müslümanlar’a saldırıyorlar.
*
Evet, bunlar, “Devlet ve
siyasal rejim söz konusu olduğunda meşruiyetin kaynağı ideolojimiz
olacaktır” diyorlar.
Şunu demek istiyorlar: “Allahu
Teala’nın bizler için şeriat (hukuk kuralları) vaz’ etme (koyma) yetkisi
olamaz. Bu yetki ya bizim tanrılaştırıp taptığımız (Lenin, Stalin,
Hitler, Selanikli Mustafa Atatürk, Enver Hoca, Mussolini vs. gibi) çağdaş
Firavunlar’a, büyük tanrımsılara, ya da parlamenter (milletvekili) adını
verdiğimiz küçücük tanrımsılara aittir. Bizim için onlar şeriat vaz’ eder
(kanun koyar), biz de onlara gereken kulluk ve ubudiyeti yaparız.”
Merhum Elmalılı Muhammed
Hamdi Yazır Hoca’nın Selanikli Deccal hayattayken kaleme aldığı Hak
Dini Kur’an Dili tefsirinde Tevbe Suresi’nin 31’inci ayetini tefsir
ederken, Yahudi ve Hristiyanlar’ın rab haline getirip taptıkları haham
ve papazların yerini çağımızda parlamentoların ve parlamenterlerin
almış bulunduğunu yazmış olması sebepsiz değildir.
*
MHP’li yeniçerinin
ezberlerine dönelim.
Millet değil, fakat milliyetçilik
(milletçilik), bir ideoloji olması itibariyle meşruiyet üretmek için
kullanılabilir ve kullanılmaktadır. Richard Jay’in belirttiği gibi,
“milliyetçilik politik meşruiyetin özgül bir teorisini sağlamaktadır”. (R.
Jay, “Nationalism”, Political
Ideologies, ed. R. Eccleshall, 2. ed., London 1985, s. 185-186.)
Milliyetçilik bir meşruiyet
temeli sağlıyorsa, neyi meşru göstermektedir peki?
Bu sorunun cevabını Huntington’da
buluruz:
“Modern
zamanlarda otoritarizm, milliyetçilik ve ideoloji ile haklı gösterilmiştir.” (Samuel
P. Huntington, Üçüncü Dalga,
çev. E. Özbudun, Ankara 1993, s. 44.)
Evet, milliyetçilik bir
yönüyle putperestliğe (yöneticilerin putlaştırılmasına), bir yönüyle de
otoritarizm ve despotizmin haklı gösterilmesine hizmet etmektedir.
*
İslam’a göre (siyasal yönü
budanmamış İslam’a göre), milletin, (Ki millet, Kur’an’daki anlamı çerçevesinde kavime değil ümmete
karşılık gelir), yöneticilerini “biat” yöntemiyle seçmesi, meşrudur.
Şeriat’e uygundur.
Ancak, yöneticinin başa geçmesini (egemenliğini, hakimiyetini) bu seçim
sağlarsa da, meşruiyetini sağlayan, Şeriat’e (vahye, Allahu Teala’nın
indirdiğine) bağlılıktır.
İdeolojilerde ise, yöneticinin bizzat kendisi
şeriat vaz’ eden (kanun koyan) durumundadır.
Dolayısıyla, bir şekilde siyasal gücü eline
geçirdiğinde, onun her yaptığı artık “meşru” (kanuna uygun) olur.
Kanuna uygun olur, çünkü kanunları koyan
kendisidir.
İlkesi, “Ben yaptım, oldu”dan ibarettir.
(Selanikli’nin şapka giymeyenleri asması ve “Ben astım, oldu” demesi gibi.)
Nitekim, böyle kendi kafasından din/şeriat
uyduranların “Abdestsiz namaz olur mu?” sorusuna “Ben kıldım, oldu”
şeklinde cevap verdikleri görülür.
Böylece, her istediği meşru (yasal) olur.
Çünkü, şeriat vaz’ eden (kanun koyan) kendisi.
İşte, merhum (Şeyhülislam Mustafa Sabri
Efendi’nin ifadesiyle “büyük âlim”) Elmalılı Hoca’nın işaret ettiği “çağdaş
rablik” olayının özü bundan ibarettir.
*
Batı’da
egemenliğin (meşruiyetin değil) kaynağı olarak “millet”in gösterilmesi,
iktidarın ruhbanların (Kilise) ve soyluların (Feodalite) elinden
alınıp sermaye sahiplerine (Burjuvazi) teslim edilmesi anlamına
geliyordu.
Ruhban
sınıfının ve Batı’daki biçimiyle soyluların bulunmadığı Doğu’da ise,
egemenliğin kaynağının millet olarak gösterilmesi, iktidarın Batılılaşmış
seçkinlere (millî burjuvazi ve laik aydınlar) devredilmesinin gerekçesini
oluşturdu.
Ancak,
millete dayalı egemenlik anlayışı Doğu’da, iktidarın, Batılılaşmayı reddeden ve
milletin değerlerine sahip çıkan insanların eline geçmesine de yol açabilirdi.
Bu
yüzden egemenlik laiklikle (siyasal dinsizlikle) kayıt altına alınmış,
millet bu konuda “sınırlı sorumlu ya da yetkili” ilan edilmiştir.
Yani,
böylesi ülkelerde yönetici konumuna gelmek için önce “siyasal dinsiz”
hale gelmeniz, dinin “siyasal” yönlerinin kâfiri (“örten”i ya da reddedeni) olmanız
gerekmektedir.
Siyasal dinsiz olmayanların seçilme hakları ellerinden alınır, fakat seçme hakları bakidir..
Siyasal dinsiz olmayı kabul etmeyen "seçilemez seçiciler"in (üçüncü sınıf vatandaşların) siyasal dinsizleri seçe seçe siyasal dinsizliğin hakimiyetine alışacakları, siyasal dinsizlik rejimini kalben benimsemeye başlayacakları düşünülür. (Türkiye’de olduğu gibi.)
*
Kısacası laik demokraside millet, laik (siyasal dinsiz) nitelikte taleplere sahip olmak kaydıyla egemenliğin
kaynağı kabul edilmiştir.
Aksi
yaşanırsa, Türkiye, Pakistan ve Cezayir gibi ülkelerde görüldüğü üzere,
egemenliğin kaynağı aniden “zinde güçler” haline gelir.
Millete
de “Topunuzun canı cehenneme!” denilir.
Bunun
anlamı, milletin gerçekte hiçbir zaman egemenliğin kaynağı olmamasıdır.
Bu,
aldatıcı bir söylemden, retorikten ibarettir.
Bu,
laikçi meşruiyet anlayışının zorunlu sonucudur.
Meşruiyetin
kaynağı eskiden Şeriat’ken (Siyasal İslam’ken, Allahu Teala'nın vahyine bağlılıkken), şimdi onun yerini laikçilik (siyasal dinsizlik, putperestlik) almıştır.
*
MHP’li
yeniçerinin bir başka iddiası şöyle:
“Millî
egemenlik öğretisinin yaygınlık kazanması ile birlikte ‘millî öz’, ‘millî
şuur’a dönüşmüş ve egemenliğin kaynağını siyaseten de teşkil etmeye başlayan
millet, millî öz ve şuurun şekil verdiği kurumsallaşmış bir yapıya, yani millî
devlete kavuşmuştur.”
Millî
egemenlik öğretisi denilen şey Fransız Devrimi’nin ürünü olduğu için,
yazar aslında şunu söylemiş olmaktadır: “Fransız Devrimi sayesinde
‘millî öz’, ‘millî şuur’a dönüşmüş ve egemenliğin kaynağını siyaseten de teşkil
etmeye başlayan millet, millî öz ve şuurun şekil verdiği kurumsallaşmış bir
yapıya, yani millî devlete kavuşmuştur.”
Yazarın
haklı olduğu nokta, millî öz ve şuur dediği şeylerin aslında Fransız özü ve
Fransız şuuru olmasıdır.
Haksız
olduğu nokta ise şu: Egemenliğin kaynağı çoğu yerde “güç”tür, millet değil.
(Selanikli Deccal de “İhtimal bazı kafalar kesilecektir”li nutkunda bunu açıkça
dile getirmiş durumda.)
Mesela
askerî darbeleri son tahlilde millet desteği değil, sahip olunan güç mümkün kılar.
Darbecilere
egemenliği bahşeden, şu üç şeydir: Silahlar, sıkı disipline sahip bir
örgütlenme ve savaşma (öldürme) kararlılığı.
Kaldı
ki darbeler için millet desteğinden ziyade dış desteğe ihtiyaç duyulur. (Mesela 28 Şubat.. Arkasında İsrail ve ABD vardı.. Selanikli'nin Osmanlı Devleti'ne yönelik "darbe"sinin gerisinde de, İsmet İnönü'nün açıkladığı gibi, İngilizler'in desteği vardı.. Bundan dolayı Fransa hemen Selanikli ile Ankara Antlaşması'nı yaparak TBMM hükümetini resmen "tanıdı".. Afganistan İslam Emirliği olarak şu anda Afganistan'ı yöneten Taliban hükümeti neden tanınmıyor peki?. Gâvurun adamı olmazsanız sizi kolay kolay tanımazlar.)
Bununla birlikte, darbeleri yapanlar daha sonra millete gittiklerinde genellikle yüzde 90’dan fazla
destek alırlar.
Çünkü
milletin desteğini almak “zorundadırlar”.
Millet
de, onların destek almak zorunda olduklarını “hisseder”.
Zaten, muhalif olanlar en iyi ihtimalle "susmak" zorunda kalırlar.. Yüksek sesle muhalefet yapmak (değişik derecelerde) "sağlığa zararlı"dır.
*
MHP’li
yeniçerinin haklı olduğu bir tespiti şöyle:
“Üzerinde
dikkatle durulması gereken nokta, millet ve milliyetçilik gibi kavramların
(...) hiçbir prototip içine kolaylıkla oturtulamayacak kadar toplumdan
topluma farklılaşan anlam ve değerler ihtiva etmeleridir.”
Böylece
yazar, millet ve milliyetçilik kavramlarının bir gerçeklik veya olgudan ziyade
bir zihnî inşa (uydurma, hayal, vehim) olduğunu söylemiş olmaktadır.
Bu
tespit milliyetçilik için daha geçerli görünmektedir; tümden insan düşüncesinin
ürünü olduğu için toplumdan topluma, hatta insandan insana farklılaşması
kaçınılmazdır.
Bu,
milliyetçiliği hem savunulamaz, hem de her şartta savunulabilir hale
getirmektedir.
Çünkü bir milliyetçilik tanımının kusurlarını gösterseniz bile, yeni ve farklı bir milliyetçilik tanımı icat edilmesine engel olamazsınız.
Putlar da böyledir.. Taş da, ağaç da, heykel de, inek ve öküz de, boz kurt da put olabiliyor.. Hatta helvadan bile put yapılabiliyor.. En tatlısı da helvadan olanı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder