SÜNNET'SİZ SÜNNÎCİLİĞİN "ZAMANIN İMAMI" SAFSATASI

 






“Zamanın imamı” konulu önceki yazılarımızda sözlerini tartışma konusu yaptığımız Ayetullah Kemal Haydarî sözlerinin devamında Ehl-i Sünnet kaynaklarında rivayet edilen hadîsleri delil göstererek imametin (ümmetin imama / İslam devleti başkanına biatinin) vacip olduğunu vurguluyor ve ardından şunları söylüyor:

“,,, ‘bu biat kime yapılacaktır’ sorusu ortaya çıkmaktadır. Bu sorunun cevabı şudur: Bir imama. Basit ve sıradan bir insana değil. Çünkü biat imama yapılır.,,,,”

Ehl-i Sünnet’e göre de imametin/hilafetin önemli şartları (halifede aranacak özellikler) bulunmakla birlikte (Ki ilk şart, herkesin tahmin edeceği gibi, biat edilen kişinin müslüman olmasıdır), “önceden belirlenmiş” bir imam söz konusu değildir.. İmamı imam yapan, Müslümanlar’ın biatidir.

İşte burası, Şiî çarpıtma, mugalata ve demagojilerinin başladığı yer..

Onlara göre nasıl peygamberler insanlar tarafından belirlenmiyorsa, insanlar bir kimseyi seçip peygamber yapamıyorlarsa, imam da öyle..

İmam, insanların biati ve seçimi söz konusu olmaksızın zaten imam.. Tıpkı peygamberler gibi..

Peygamberlerden farkı yok da, adı imam..

Sadece isim farklılığı var.

Ve insanlara düşen, peygambere iman eder gibi gidip o imama biat etmek..

Böyle olunca, mesela Hz. Ebubekir imam olmadığı için (Şîa’nın büyük çoğunluğuna göre) ona yapılan biat, imama yapılmış biat değildir.

Buradan anlaşılabileceği gibi, günümüzde bir taraftan Sünnî (Sünnet’e tabi) olduğunu iddia ederken diğer taraftan (Müslümanlar’ın biati vasıtasıyla belirlenmesi söz konusu olmaksızın) bir “zamanın imamı”nın varlığından söz edenler, bu mesele çerçevesinde Şiîleşmiş durumdadırlar.

*

Haydarî’nin şu sözleri ise tamamen mugalatadan ibaret:

Geliniz, şimdi Şeyh İbn Teymiyye'nin bu hadisi nasıl değerlendirdiğine bir bakalım.

İlk önce [Şiî alim] Allâme Hıllî'nin hadisi ele alışına ve yorumlayışına değinelim. Sonrasında da Şeyh İbn Teymiyye'nin belirtmiş olduğu -seviye düşüklüğünü gösteren- münakaşasına geçelim.

 Allâme Hıllî şöyle der:

Zamanının imamını tanımaksızın ölen kimse câhiliye ölümü üzere ölmüştür.

Bu rivayet aslında Ehl-i Beyt Okulunun rivayetidir.

İbn Teymiyye ise, Allâme'nin hadisi bu şekilde rivayet etmesine ilişkin olarak şu eleştirilerde bulunur:

Kendisine ilk olarak şöyle denilir: Bu hadisi bu lafızla kim rivayet etmiştir? Bu hadisin isnadı [rivayet zinciri] nerededir? Hz. Peygamber'e sabitliğini [ulaştığını] ortaya koyan kanalı açıklamaksızın O'ndan yapılan nakille kanıtlandırmaya gitmek nasıl caiz olabilir?

Ey miskin, ey câhil! Varsayalım ki hadisin bu varyantının bilinmediği doğru olsun. Ancak hadisin içeriği Resûlullah'tan (s.a.a.) mütevâtir olarak aktarılmıştır.

Görüldüğü gibi, Haydarî olayı getirip lafız-mana ayrımına bağlıyor.

Hadîsin içeriği”nden kastı, (ona göre) hadîsten çıkan anlam..

Dindeki tahrifatın esası işte bu lafız-mana ayrımı üzerine kuruludur.

 Yahudilik ve Hristiyanlık’ta da böyle olmuştur.. Önce, “Bu ayetten şunu anlamak lazım” demişler, bir süre sonra o anladıkları şeyi ayet olarak söylemeye başlamışlardır.. Ayetin aslı silinip gitmiştir, buharlaşmıştır..

Bu tür “içerik”ler, “mana”lar bir defa çiçek açmaya başladı mı arkası kesilmez, bir süre sonra o anlaşılan “mana”nın da nasıl anlaşılması gerektiği tartışması çıkar ve olay tavşanın suyunun suyu kabilinden uzayıp gider.

*

Bu mesele modern hukukta “lafız-ruh” ayrımı olarak bilinir.

Batılı hukukçular, kendi hukuk sistemlerinde lafız-ruh ayrımına itibar etmezler ve hakimlerden kanunun metnine, akılları yatmasa ve adaletsiz olduğunu düşünseler bile, harfi harfine uymalarını isterler.

Çünkü bir defa ruhtan bahsettiğiniz zaman, insan sayısınca (herkesin heva ve hevesine göre) “ruh” ortaya çıkabilecektir. Böylece nesnel adalet diye bir şey de ortada kalmayacaktır.

Evet, Batılı hukukçulara göre, lafza bağlılığın zararı, “ruh” salgınının tahribatı yanında devede kulaktır.

Üstelik, lafızda bile anlaşamayanlar, “ruh”ta hiç anlaşamayacak, ortak bir kanaate varamayacaklardır.

*

Kur’an-ı Kerîm, Tevrat ve İncil’in aksine “lafız” olarak korunmuş bulunduğu için, İslam’ı tahrif ve tahrip etmek isteyenler ifsadatlarını tarih boyunca suret-i haktan gelerek, ve “ruh, mana, batın” vs. gibi tabirlerin arkasına sığınarak yapmaya çalışmışlardır..

Bu noktada tasavvufu da tepe tepe kullanmış, istismar etmişlerdir.

Günümüzde ise bu tahrifat özellikle modernistler ve tarihselciler tarafından yapılıyor..

Bunlardan bazılarının, İmam Şatıbî’nin el-Muvafakat’ını okumadan onun kullandığı makasıd-ı Şerîa (Şeriat’in gayeleri) kavramını istismar etmeye çalıştıkları görülüyor. Bunlara göre, emir ve yasakların lafzına değil ruhuna/anlamına/maksadına bakmak gerekiyor.. Mesela hırsızın elinin kesilmesini alalım, maksat hırsızlığın önlenmesidir, dolayısıyla el kesilmeden başka bir ceza ile de bu gayeye ulaşılabilir..

Tam da laik (siyasal dinsiz) rejime göre bir müslümanlık..

Modernist ve tarihselciler bu usulsüzlüğü ümmetin geneline kabul ettiremeseler de kendi hayatlarına uyguluyorlar.. Mesela namaz için önce bir “maksat” uyduruyorlar.. Maksat ne, Allahu Teala’yı hatırlama.. Eh, bunun başka yolları da var.. Oruçtan maksat ne, şunlar şunlar.. O maksatlara ulaşmak için yemekten içmekten kesilmek, kadınlardan uzak durmak gerekmiyor, bunun başka yolları da vardır..

Böylece namazsız niyazsız, Şeriat karşıtı ve ahlâk edebiyatçısı çağdaş ilahiyatçı hergeleler zümresi türedi, türüyor.

*

Evet, lafız esastır, lafzın her zaman için önceliği vardır.. Lafzın (akıl, mantık ve dilbilgisi kuralları çerçevesinde) nasıl anlaşılması gerektiği de fıkıh usulü olarak bir bilimsel disiplin şeklinde sistematize edilmiştir.

İslam uleması, Kur’an’ın lafzının korunması hassasiyetine benzer bir duyarlılığı hadîsler konusunda da sergilemiş, hadîs usulü adı altında muazzam ve muhteşem, dünya tarihinde benzeri görülmemiş incelik ve dakiklikte bir bilim dalı tesis etmişlerdir.

Elinize bir tarih usulü/yöntemi ve bir de hadîs usulü kitabı alın ve karşılaştırın, aradaki farkın uçurum olduğunu görürsünüz..

Tarih usulü çerçevesinde tarihî gerçekler olarak sunulan çoğu malumat, hadîs usulü açısından asla delil olarak alınamayacak zayıflıkta rivayetler yığınından ibarettir.

*

Konuya dönersek, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’den imama biatle ilgili olarak rivayet edilen hadîslerde “zamanının imamı” diye bir tabir yer almıyor.

Hadîs imamlarına ait sahîh ve muteber kaynaklarda böyle bir rivayet yok..

Fakat Şîa, böyle bir hadîs bulunduğunu iddia ediyor.. Doğal olarak kaynak gösteremiyor, isnad (rivayet zinciri) ortaya koyamıyorlar.

Varsa böyle bir rivayet, İbn Teymiyye’yi ilzam etmek kolay.. “Cahil adam, falanca muteber kaynakta bu hadîs var” dersin, olay kapanır.

Diyemiyorlar..

O zaman gelsin şark kurnazlığıyla “Ey miskin, ey cahil!” diye bağırıp çağırmalar..

Ve de gelsin “içerik” batınîliği ve modernizm “anlam”cılığı..

*

Haydarî ya hadîsin mütevatir olmasının ne anlama geldiğini bilmiyor ya da büyük illüzyonist, büyük abrakadabracı..

Bilinmeyen bir varyant nasıl mütevatir olabilir, sende hiç mi mantık yok?!

Ancak, Şîa'nın alimleri mantık eksikliğinin yerine ikame edebilecekleri gayet ikna edici maddî kanıtlara sahipler: Haşmetli sarık, görkemli cübbe, süpürge uzunluğunda göz kamaştırıcı sakal..

Adamların kalıbı "Ben ilmimle herkesi döverim" türküsü söylüyor.. Sarık, cübbe ve uzun sakal sayesinde "maç"a 3-0 önde başlıyorlar.

(Tevatür/mütevatirlik, bir haberin yalan üzerine birleşmesi mümkün olmayan bir topluluk tarafından nakledilmiş olmasıdır.

Mesela, gidip görmediğimiz halde Antarktika diye bir kıtanın varlığından şüphe etmeyiz.. Çünkü bu kadar çok sayıda insanın başka bir yere ait video kayıtlarını, fotoğrafları vs. Antarktika diye bize ‘yutturmak’ için anlaşmış olmaları mümkün değildir.. Buna karşılık mesela Amerikalılar’ın Ay’a gidiş meselesi tevatüren sabit değildir.. Bundan şüphelenilebilir.)

İmdi, söz konusu hadîsin lafzına Şîa’nın mana (içerik) diyerek monte ettiği “zamanının imamı” ibaresi çerçevesinde (yine Şîa’nın iddia ettiği anlamda) bir “zamanın imamı” mevcut olsaydı, ve bunun (Şîa’nın yüklediği bu anlamın) hadîsten çıkan anlam olduğu konusunda “tevatür” derecesinde kesin bilgi bulunsaydı, Hz. Ebubekir’e biat edilmesi mümkün olabilir miydi?!

Ardından bir de Hz. Ömer’e, dahası Hz. Osman’a biat edilmesi durumu var.

Hadîsin lafzı herkesçe biliniyor, onun (Şîa’nın gönlünün istediği tarzdaki) anlamı da güya tevatürle sabit, fakat ashabtan kimsenin bundan haberi yok.. Mantığa bakın!..

Hatta Hz. Ali’nin bile haberi yok, çıkıp “İmam benim, ey Ebubekir, sen nasıl biat alırsın, alan da kaçan mı!” demiyor..

Ya da imam olduğunu unutmuş, ancak Hz. Osman şehit edilince aklı başına geliyor, imamlığını hatırlıyor.

Şîa’nın masalları..

*

Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem ahirete irtihal eylediğinde ensar (Medineliler), kendi aralarından bir imam seçmek istiyor, muhacirler (Kureyş göçmenleri) itiraz ediyorlar, bu defa ensar “Bir sizden, bir bizden iki tane imam olsun” diyorlar, muhacirler buna da itiraz ediyorlar, ensar sonunda razı oluyor, fakat bir kişi de çıkıp, “Ya hu imam belli, nasıl oluyor da imam seçiyoruz, tek yapacağımz gidip imama biat etmek” demiyor.

Böyle bir saçmalık olabilir mi?!

Sanki ashab, “Hadîsmiş, boş verin şimdi bunu, hemen laikliğe geçelim dostlar, devletimiz dinî kurallara göre, ayete hadîse göre yönetilemez, kimin halife olacağına laiklik (siyasal dinsizlik) çerçevesinde biz karar verelim.. Zamanın imamıymış.. Bunlar ortaçağda kaldı” demişler..

Ehl-i Sünnet, Hz. Ebubekir r. a.’in fiilen var olan imamlığı için hadîs uydurmamış, olayı dürüstçe olduğu gibi haber vermiş, Şîa ise Hz. Ali r. a.’in olmayan imamlığı için hadîs uydurmuş..

*

Şiîler’in “zamanının imamı” inancının durumu bu..

Şîa özentisi Sünnî “zamanın imamı”cılarına gelince, bunların durumu Şîa’nınkinden de berbat..

Çünkü Şiîler (çarpıtmalara başvursalar da) hiç değilse hadîslerden delil getirmeleri gerektiğinin farkındalar, bunlarda o da yok.

Mesela Huzeyfe r. a.'in rivayet ettiği, Müslümanlar'ın "imamının ve cemaatinin (devletinin)" bulunmayacağı zamanlar yaşanabileceğini gösteren sahih hadîs umurlarında bile değil.

Bunların delili falanın filanın keşfi, rüyası, kanaati, menkıbesi vs..

Bunların delil olamayacağını, edille-i şer’iyye arasında bunların yer almadığını bile öğrenebilmiş değiller.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

ESKİ YOLDAŞI, ERDOĞAN'A FENA ÇAKMIŞ

İSRAİL'İN SÖZDE DÜŞMANI, ÖZDE (NATO VS. ÜZERİNDEN BİLİNÇSİZ VE ŞAŞKIN) DOSTLARI, MİLLETİ ALDATMAK İÇİN PARMAKLARIYLA İRAN'I GÖSTERİP...