TDK’nın
Güncel
Türkçe Sözlük’ü “cumhuriyet”i
şöyle tanımlıyor: “Milletin, egemenliği kendi elinde tuttuğu ve bunu belirli süreler
için seçtiği milletvekilleri aracılığıyla kullandığı yönetim biçimi”.
Aynı
sözlüğün “demokrasi” için verdiği
anlam ise şu: “Halkın egemenliği temeline
dayanan yönetim biçimi”.
Görüldüğü
gibi aynı şey söylenmiş oluyor.
Bu
tanımlar çerçevesinde düşünülürse millet ile halk aynı şey..
Bundan
çıkan sonuç şu: CHP’nin (Atatürkçülüğün) altı okunda hem milliyetçilikten hem
de halkçılıktan bahsedilmesi fikrî yetersizliğe karşılık geliyor.
Bu,
yadırganacak birşey değil, çünkü Atatürkçülük
dediğimiz ideoloji Batı’dan “Kopyala
yapıştır” yöntemiyle düşüncesizce yapılmış alıntı ve çalıntılardan oluşuyor.
Cumhuriyetin
İngilizce karşılığı “republic”.
Oxford sözlüğü kavramı şöyle tanımlıyor: “A country that is governed by a
president and politicians elected by the people and where there is no king or
queen”. Yani, “halk
tarafından seçilen bir başkan ve politikacılar tarafından yönetilen, kral ya da kraliçenin bulunmadığı
ülke”.
Demokrasi (democracy)
ise şöyle tanımlanmış: “A system of
government in which the people of a country can vote to elect their
representatives”. Yani “bir ülke insanlarının kendi temsilcilerini seçmek
için oy kullanabildikleri yönetim sistemi”.
Mesela İngiltere
(Büyük Britanya) bir krallık, cumhuriyet değil.. Fakat demokrasiyle
yönetildiği kabul ediliyor.
Peki Türkiye
demokrasi ile mi yönetiliyor?
Neden burada sürekli “tam demokrasi” edebiyatı yapılıyor, demokratikleşmeden söz ediliyor?
*
Birileri, Filistin
ve Gazze sorunundan dolayı Cumhuriyet’in 100’üncü yıldönümü kutlamalarının
sönük geçmesinden şikâyetçi..
Filistin’de yaşanan olay şu: Filistinliler
direnmemeleri halinde ellerinde kalan son toprak parçalarından da sürülecekler.
Direnmedikleri için de ölen kalan olmayacak, İsrail sözde barışçı bir biçimde, kan dökmeden o toprakları ele
geçirmiş olacak.
Direniş durumunda ise Filistinliler terörist ilan edilecekler.. Şu anda
olduğu gibi..
Teröristlerin cezası ise öldürülmek..
Görüldüğü gibi, bütün bir Batı dünyası, çoluk
çocuk, bebek yaşlı, hasta yaralı, erkek kadın demeden sivilleri öldüren
İsrail’in arkasında saf tutmuş durumda.
İçimizdeki Batıcılar ise Hamas’ı terörist ilan etmekle meşguller..
Sanki terörist Hamas yokken İsrail
Filistinliler’e kardeş muamelesi yapıyor, Batı’nın
“insan hak ve özgürlükleri” söyleminin bütün gereklerini yerine getiriyordu
da Hamas ortaya çıkınca onun eylemleri yüzünden İsrail istemeye istemeye
Filistinliler’e karşı harekete geçmek zorunda kaldı.
*
Türkiye, Filistinliler’in yaşadığının benzerini
100 yıl önce yaşadı.
Bir bağımsızlık mücadelesi verildi.
Her ne kadar “yedi düvel” edebiyatı yapılıyorsa da aslında İstiklal Harbi
sırasında Ankara hükümeti (Gazi Meclis TBMM) sadece Yunan ile savaştı. (Kâzım Karabekir’in doğu harekâtı ayrı bahis.)
Maraş, Urfa ve Antep’te halk (millet) kendi
mücadelesini verdi. Bunun ardından Ankara Hükümeti (Mustafa Kemal) Fransa ile (Misak-ı Milli’ye aykırı)
bir anlaşma yaptı.
İtalyanlar kendiliklerinden çekilip gittiler.
İngiltere ise Türk-Yunan savaşında tarafsız kaldı. Seyretti.
Zaferden sonra Mustafa Kemal saltanatı kaldırıp cumhuriyeti ilan etti, böylece
kendi devlet başkanlığının ve “ebedî şef”liğinin
temelini atmış oldu..
Şimdi, Cumhuriyet’in ilanının 100’üncü
yıldönümündeyiz..
1973 senesi de önemliydi, 50’nci yıl kutlamalarına sahne oldu.
Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci
cumhurbaşkanı, Atatürk’ün sağ kolu, başbakanı İsmet İnönü,
Cumhuriyet’in ellinci yılı münasebetiyle Milliyet gazetesine verdiği
demecinde şunu demişti:
“İstiklâl mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin buna
karar vermesi ve diğer müttefikleri
de bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün olmuştur.”
(Milliyet Gazetesi‘nin 29 Ekim 1973 tarihli
sayısından aktaran Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası,
İstanbul: Yordam Kitap, 2018, s. 60.)
*
Burada sorulması gereken soru şu: İngiltere niçin böyle bir karar aldı?
Atatürk’ün has adamlarından Mazhar Müfit Kansu’nun hatıratında
verdiği bilgiler bu soruya cevap bulmamızı kolaylaştırıyor gibi:
Erzurum
Kongresi’nin bittiği, 7 Ağustos 1919 gecesi Mustafa Kemal Paşa, Süreyya Bey (Yiğit) ile
dertleşmesini sürdürürken, aniden beni uyandırıp yanına çağırdı. Bir süre,
sonra aramızda şöyle bir konuşma geçti:
-
Mazhar not defterin yanında mı?
-
Hayır Paşam!
-
Zahmet olacak, ama bir merdiven inip alacaksın. Hadi al gel!
…
Hemen aşağıya indim.… Defteri getirdiğimi görünce, sigarasını bir kaç nefes üst
üste çektikten sonra; ‘Ama, defterin bu yaprağını hiç kimseye göstermeyeceksin.
Sonuna kadar mahrem kalacak. Bir ben, bir Süreyya, bir de sen bileceksin!
Şartım bu!’ dedi.
Süreyya
da, ben de; ‘Buna emin olabilirsiniz Paşam!’ dedik….
-‘Pekâlâ,
yaz! Zaferden sonra şekl-i hükümet (hükümetin
şekli) Cumhuriyet olacaktır!… Bu bir. İki; Padişah ve Hanedan hakkında zamanı gelince icap eden muamele
yapılacaktır. Üç; Tesettür (örtünme) kalkacaktır!
Dört; Fes kalkacak, medeni milletler gibi şapka giyilecektir!’
-Bu
anda, gayri ihtiyari kalem elimden düştü. Yüzüne baktım. O da benim yüzüme
baktı. Bu bakış, gözlerin bir takılışta birbirlerine çok şey anlatan
konuşmasıydı. Paşa ile zaman zaman senli benli konuşmaktan çekinmezdim.
-‘Neden
durakladın?’ deyince, ‘Darılma ama Paşam, sizin de hayalperest taraflarınız
var.’ dedim. Gülerek;
-‘Bunu
zaman tayin eder. Sen yaz!’ dedi. Yazmaya devam ettim: ‘Beş; Lâtin (Avrupa) hurufu (harfleri) kabul edilecek!”
deyince ‘Paşam, kâfi, kâfi’ dedim ve biraz da hayal ile uğraşmaktan bıkmış bir
insanın edasıyla, ‘Cumhuriyetin ilânına kadar muvaffak
olalım da üst tarafı yeter!’ diyerek defterimi kapadım, koltuğumun altına
sıkıştırdım ve inanmayan bir adamın tavrı ile; ‘Paşam, sabah oldu! Siz oturmaya
devam edecekseniz bana müsaade edin!’ diyerek yanlarından ayrıldım.”
(Mazhar
Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, C. 1, Ankara, 1966, s. 131 vd.)
*
Böyle bir “gizli
gündem” i bulunan Mustafa Kemal, Erzurum Kongresi’nde (yine Mazhar Müfit’in
ifadesiyle) müftü efendi gibi dua edip konuşmaktan, takiyye yapmaktan geri kalmamıştı.
İstiklal Harbi boyunca da Allah’ı, dini imanı
dilinden düşürmedi. Gizli gündemini saklayarak algı operasyonu yaptı, yalan
söyledi.
Millet de onun din-i mübin-i İslam için savaşan
bir mücahid komutan olduğunu düşündü.
Biz, İngilizler’in
(İnönü’nün sözünü ettiği) desteği ile ilgili sorumuza dönelim.
Mazhar Müfit ve Süreyya gibi en yakın iki
yoldaşına gerçek niyetini açıklamış olan Mustafa Kemal, Samsun’a hareketinden önce İngilizler’e de (kimseye söylenmemesi
kaydıyla) gerçek niyetini (Osmanlı Devleti’ni tarihe gömme projesini) açıklamış
olabilir miydi?
İngiliz
Gizli Servisi’nin İstanbul şefi Rahip Frew (Fro) ile yaptığı özel (başbaşa) görüşmelerde bu tür
konuları konuşmuş olabilir mi? Yoksa bu konulara hiç girmiyor, onunla dinî
konularda mı görüş alışverişinde bulunuyordu?
Anadolu’ya gitmesi gündemde olan Mustafa Kemal,
gelecekteki başarısı açısından bu gizli gündemini (çağdaş uygarlık düzeyi
hedefine odaklanmış laik, Batılılaşmış bir devlet kurma düşüncesini) açıklamayı
mı daha faydalı bulurdu, yoksa saklamayı mı?
Açıklamadığını varsayalım.. Bundan Mustafa
Kemal ne kazanır, İngiltere ne kaybederdi?
Açıkladığını varsayalım: Mustafa Kemal’in
projesine İngilizler de çağdaş fikirleriyle katkıda bulunmuş olabilirler miydi?
Hatta (en
hakiki mürşit ilmin gerektirdiği araştırıcılık, kuşkuculuk ve
sorgulayıcılık ile) şunu bile sormak gerekir: Mustafa Kemal Rahip Frew ile salt
dinî konulara olan acayip merakından dolayı görüşmüş olsa bile, Frew devletine hizmet etmek isteyen bir baş ajan olarak ("Görev ihmale gelmez, fırsatlar kaçırılmaz" diyerek) Mustafa Kemal’e bazı tekliflerde bulunmuş olabilir miydi?
Evet, hayatta en hakki mürşit ne Eczacı Hurşit,
ne de Mustafa Kemal Atatürk’tür.
İlimdir.
Ezber hurafeler değil, (aklın izindeki) bilimdir.
*
Bir başka soru: Mustafa Kemal, Mazhar Müfit ile Süreyya’ya söylediklerini
Erzurum ve Sivas Kongrelerinde mertçe ve dürüstçe millete ilan etseydi, yalan
söylemeseydi, onun peşinden kaç kişi giderdi?
Ankara’da TBMM açılınca Mustafa Kemal halifeye/padişaha sadakat yemini etmek
yerine “Gayemiz cumhuriyeti ilan etmektir, başlarım şimdi sizin padişahınıza
da, padişahlığınıza da, Osmanlısı’na da” deseydi, millet arkasından gider
miydi?
O gün gerçek niyetlerini açıklasaydı, o Meclis
onu başkan yapar mıydı?
Sorular bitmedi: Mustafa Kemal Milli
Mücadele’yi (İstiklal Harbi’ni) yürüten İlk Meclis’i feshedip (milletin/halkın
değil) kendisinin seçtiği adamları
milletvekili yapmasaydı cumhuriyeti ilan edebilir miydi?
Cumhuriyeti millet mi ilan etti yoksa Mustafa Kemal mi?
Cumhuriyet ilan edilmeseydi padişahların sarayı
olan Dolmabahçe’de yaşayabilir ve
orada ölebilir miydi?
*
Bir başka soru: Türkiye’de cumhuriyetin ilan
edildiği sırada Mısır ve Irak
İngilizler’in elindeydi. Mustafa Kemal’in Türkiye’de yaptığı (çorap, don, kilot
vezninde) şapka devrimi gibi kanlı
(yağlı ipli, darağaçlı) devrimlerden kaç tanesini onlar oralarda yapabildiler?
Millet Mustafa Kemal’e, “N’olur bizi çağdaşlaştır, bize şapkayı zorla giydir” diye dilekçe
mi vermişti?
Cumhuriyet (millet iradesi) bu tür şeyleri mi
gerektiriyordu?
Cumhuriyet millet iradesi ise, bugünkü Anayasa’da
neden “değiştirilemez, değiştirilmesi
teklif dahi edilemez” maddeler var?
Ya cumhuriyet “millet egemenliği” değil, ya da “millet”in ve “egemenliğin” şu
sizin sözlükteki manası başka.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder