Peygamber Efendimiz
sallallahu aleyhi ve sellem gelecekle ilgili haberler vermiş, istikbalde neler
olacağını bildirmiştir.
Kendisini
Atatürk (Türkler’in atası) soyadına
layık gören Ali Rıza ile Zübeyde oğlu Mustafa’nın da gelecekle ilgili sözleri
var.
Örnek
verelim..
Rasulullah
s.a.s. mesela dönemin süper gücü Bizans’ın
(Roma İmparatorluğu’nun) başkenti İstanbul’un
Müslümanlar tarafından fetholunacağını müjdelemiştir.
Aynı
şekilde ahir zamanda (kıyamet öncesinde) Yahudiler’in
Filistin’de devlet kuracaklarını da haber vermiştir.
Ali
Rıza oğlu Mustafa’nın da gelecekle ilgili öngörüleri var.
En
başta geleni, ilan ettiği Cumhuriyet’in
ilelebet yaşayacağı iddiası.
*
Ali
Rıza oğlu Mustafa’nın Cumhuriyet’le ilgili öngörüsü ya da müjdesini (Kehanet diyen de çıkabilir) sarsılmaz bir imanla tasdik edenlerin,
Peygamber Efendimiz s.a.s.’in (henüz gerçekleşmemiş olan) bildirimlerini kabul
etmekte zorlandıkları görülüyor.
Mesela
Mehdî meselesi..
İranlılar’ın
kabul ettiği türden (çocukken kaybolup da sonradan ortaya çıkacak olan) bir
Mehdî inancının saçmalık olduğu ortada..
Fakat,
İran Şiası ortaya çıkmadan önce de Mehdî düşüncesi vardı, çünkü hadîslerde yer
alıyordu.
(Mukaddime’yi
okumadan İbn Haldun’un Mehdîlik düşüncesi hakkında gevezelik edenlerin zannının
aksine İbn Haldun “Mehdî kesinlikle çıkmayacaktır” diye birşey söylemiyor. Onun
sorunu, ulaşım ve iletişim, sanayi ve teknoloji alanlarında yaşanacak
“devrim”lerle geleneksel toplumsal dinamiklerin ve o günün sosyolojisinin
etkisini kaybedeceğini bilebilecek durumda olmamasıydı. Olaya o günün dünyasını
ve toplumsal yapısını analiz için geliştirdiği teorisi çerçevesinde baktığı,
sosyolojik zeminin değişeceğini öngöremediği için Mehdî hadîslerini anlamakta
zorlanıyordu.)
Evet,
Rasulullah s.a.s.’in İslam’ın geleceği ile ilgili haberlerine inanmak istemeyen
tiplerin Ali Rıza oğlu Mustafa’nın “ilelebet”li
müjdesini sarsılmaz bir imanla tasdik ettiklerini görüyoruz.
Ali
Rıza oğlu Mustafa’nın laflarına imanları tam.. “Atatürk’ün şu sözü de yanlıştır” dediklerine şahit olamıyoruz.
Fakat
Peygamber Efendimiz s.a.s.’in sözleri (hadîsleri) mevzubahis olunca kem
kümlerin, “ama”ların, “lakin”lerin haddi hesabı yok.
*
Bu
tipler, Ali Rıza oğlu Mustafa söz konusu olunca “Gaybı ancak Allah bilir, ve peygamberlerden dilediğine bildirir..
Atatürk gayb olan geleceği nerden bilecek de Cumhuriyet’in geleceği hakkında
bilgi verecek?!” demiyorlar.
“Atatürk
olsa olsa bir kâhin gibi gelecekle ilgili ‘atmasyon’lar yapabilir. Ancak, gelecekle
ilgili kâhince kehanetleri tasdik etmek (İslam’a göre) küfürdür.. Atatürk’ün gayb haberleri türünden gelecekle
ilgili sözlerini tasdik etmek şirktir.. Bu, ona, geleceği bilen Tanrı konumunu
yakıştırmaktır” da demiyorlar.
Mesela,
böylesi şirk, gayb vesaire konularında dili pabuç gibi uzun olan çırılçıplak uyarıcı pozlarındaki Yaşar Nuri
soytarısı konu Atatürk olunca dut yemiş bülbül, süt dökmüş kedi gibi süklüm
püklüm oluyordu.
O
akademik kahramanlığından, cengâverliğinden geriye sadece Atatürk’e sıdk u
sadakatle iman ve teslimiyet kalıyordu.
Öldü
gitti, fakat yeri boş kalmadı.. Cübbeliler, Develili Darwin Mustafalar, Mehmet
Okuyan’lar yerini doldurmak için çırpınıyorlar.
*
Yaşariyye (Yaşarnuriyye)
tarikatının bu yeni şeyhlerinin “Mevzubahis olan Atatürk’se iman da,
küfür de, şirk de, gayb hassasiyeti de teferruattır” modunda gevezelik
ettiklerini görüyoruz.
Milleti
“Atatürk gaybı bilemez.. Atatürk de şirk konusu olabilir.. Atatürk’ü fazla abartmak
da şirktir.. Bugünün Atatürkçülük söyleminde şirk olan unsurlar var” diyerek
uyarmıyorlar.
Tam
aksine, bunların “tarikatsız”ları, “Allahu
Teala’ya şirk koşacaksanız bu sadece Atatürk için olmalı, Atatürk’ün yanı sıra
şunun bunun da putlaştırılması kabul edilemez, Allahu Teala’nın tek ortağı
Atatürk olabilir” modunda konuşuyorlar.
Tarikatçıların
hali de ortada.. Mesela Haydar Baş
belası..
Öldü,
kutbu’l-aktab, seyyid, velî ilan ettiği “ata”sına kavuştu.. Birlikte haşrolup
aynı yerde misafir edileceklerinden şüphe edilemez.
Onların
ahirette kuracakları “dergâh”ın müntesibi olmalarını sağlayacak “intisab/bey’at”
ahd ü peymanını dile getirmek için sıraya giren diğer tarikatçılar Cübbeli şaklaban ile Cevat Akşit gibi isimler.
Siyasetçileri
hiç saymayalım.. Onlar, “Biz de Atatürkçü’yüz.. Hatta en hakiki Atatürkçüyüz”
demekle meşguller. (Erbakan zekî ve
uyanık bir adamdı, hiçbir zaman “Ben Atatürkçüyüm” demedi, “Ben Atatürkçü
olmam, fakat Atatürk yaşasaydı bana biat ederdi, Erbakancı olurdu” dercesine “Atatürk yaşasaydı Refah Partili olurdu”
diye konuştu.)
*
Cemaat
ve cumhuriyet meselesine gelelim..
Cemaat
kavramı Rasulullah s.a.s.’in hadîslerine dayanır.. Cumhuriyet ise, Batılılar’ın kullandığı “republic” kelimesine karşılık olarak icat edilmiştir..
İthaldir..
Cemaat
kavramını kullandığınızda “müslümanca”
düşünmüş olursunuz.. (Yazarın biri “Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler”
diye bir kitap yazdı, bunu denedi, fakat denediğiyle kaldı, siyasal konularda müslümanca
düşünmeyi başaramadan öldü gitti. Ona “laikleştirilip güncellenmiş müslümanlığın”
yürüyüşü yetti.)
Evet,
cemaat kavramını kullandığınızda “müslümanca”
düşünmüş olursunuz, cumhuriyet kavramını kullandığınızda ise bir Batılı gibi.
(İşte
bu yüzden, merhum Bediüzzaman’ın
cumhuriyet övgüsünden hareketle cumhuriyetçilik yapan Nurcular’ın İslam
anlayışı da özü itibariyle Siyasal İslam’dır,
siyasal bir boyuta sahiptir.. Fakat “Ol mahiler ki derya içreler deryayı
bilmezler” hesabı neyi niçin nasıl savunduklarından haberleri yok. Evet,
cumhuriyetçilikte bir Batı etkisi de söz konusu..)
*
Fıkıh
kitaplarında cumhur kelimesi “bir
topluluğun çoğunluğu” anlamına gelecek şekilde kullanılmıştır (cumhûrü’l-ulemâ:
alimlerin çoğunluğu), fakat esas itibariyle “yığın, topluluk, birikinti” demektir.
Risale
Sözlüğü şu anlamları vermiş:
“Halk topluluğu. Hey'et, takım. Aynı kararı veya hükmü
kabul
edenler.
* Âlimlerin çoğu, ekseriyeti. * Seçimle idare edilen devlet.
* Bir yere toplanmış kum, toprak.”
“Cumhuriyet”e
gelince.. Cumhurluk demek oluyor. Serbestiyetin
serbestlik, aleniyetin alenilik olması gibi.
Yani
(sözlük anlamı itibariyle) yığınlık.
Evet,
cumhuriyeti (duruma göre) insanların
yığın haline getirilmesi olarak da görebiliriz.
*
Ancak,
zihniyet düzeyinde olay farklı..
Cumhuriyet,
cumhurun (yığınlaşmanın, yığın
olmanın), bir tür ideolojiye (dinin
yerine ikame edilen inanca) dönüştürülmesi demek oluyor.
Böylece
“cumhur”luk bir “değer” halini alıyor, meşruiyetin (meşru oluşun, meşruluğun)
yegâne temeli ya da ölçütü konumuna getiriliyor.
Cumhur,
cumhur olarak kalsa sorun yok, fakat cumhuriyet
adı altında ideale ya da egemen zihniyete dönüştürüldüğünde putperestlik iyot
gibi açığa çıkıyor, yığının kendi kendisine tapınması (kitlesel hevanın tanrı/ilah
edinilmesi) felaketi yaşanıyor.
Öyle
ki, yığınlığını (kitleselliğini) doğruluk ölçütü (değer) kabul eden cumhur,
artık laf dinlemez hale geliyor:
“Hevâsını (nefsânî arzularını) kendisine ilâh edinen
kimseyi gördün mü? Böyleyken sen ona (avukatlığını yapıp savunmak suretiyle)
vekil mi olacaksın?
“Yoksa onların çoğunun
(vahyi, peygamberlerin tebliğini) dinleyeceklerini veya akıllarını
kullanacaklarını mı sanıyorsun? Oysa onlar ancak hayvanlar gibidir, hatta yol
bakımından daha sapıktırlar.” (Furkan, 25/43-44)
*
Evet,
İslam nazarında ekseriyeti (çoğunluğu)
teşkil etmenin, “cumhur” olmanın bir
önemi yoktur.
Dolayısıyla
(cumhurluğu değer ölçüsü haline getiren) cumhuriyet
zihniyeti (cumhuriyetçilik) de önemsizdir.
Önemli
olan, Fatiha Suresi’nde belirtildiği gibi, sırat-ı
müstekîm üzere olmaktır.
Sırat-ı
müstekîm ise, vahyi dinlemeyen, aklını
da kullanmayan hayvanlaşmış yığınların, kalabalıkların, toplulukların
oylarıyla değil, Allahu Teala’nın “nimet
verdiği” kulları olan peygamberlerin irşadıyla bilinir.
(Burada
bir parantez açalım.. Akıl düşmanlığı
yapmayı marifet zanneden ahmakların zannının aksine, akıl ile iman çelişmez..
Tam aksine akıl, insanı imana götürür. Akıl, ancak Atatürkçülük vs. gibi zırva
ideolojilerle çelişir. Hayvanlar, âkil baliğ olan insandaki gibi bir akla sahip
olmadıkları, en iyi ihtimalle üç dört yaşındaki çocuk zekâsına sahip bulundukları
için eylemlerinden mesul değildirler, fakat âkil baliğ olan insan, kendisine verilen, hiçbir hayvanda
bulunmayan akıl nimetine nankörlük ettiği için, yolca hayvandan daha kötüdür. Çünkü mazereti yok. Hayvanlardan
bahsetmişken Bediüzzaman’ın
cumhuriyetperverliklerini mükâfata layık gördüğü karıncalardan söz etmek de uygun olur. Aslında karıncalar
arasındaki işbölümünün cumhuriyetçilikle bir ilgisi bulunmuyor. Bir
cumhuriyette görülen her işbölümü ve dayanışma bir krallıkta da pekâlâ mevcuttur.
Cumhuriyetçilik yapan Siyasal İslamcı
Nurcular ayet ve hadîslerden yani normdan
değil de olgudan ideoloji üretmeye
çalıştıklarını anlamalıdırlar. Evet, Bediüzzaman büyük bir alim, mübarek bir
zat.. Fakat her sözünü ayet ve hadîs gibi kutsal kabul etmek gerekmiyor.
Peygamberlerin bile içtihatlarında hata
yapabildiklerini unutmamak önem taşıyor. Ulemanın çok iyi niyetle söylediği
sözler bile bazen batıl düşüncelerin revaçta tutulması için istismar
edilebilir. İstismara kapalı olan sadece Allahu Teala’nın kelamıdır. Çünkü
Allahu Teala her anımızı, herşeyi, geçmişimizi geleceğimizi bilir, hangi sözün
nasıl algılanacağını, nasıl istismar edilebileceğini de.. İşte o yüzden,
kâfirler Kur’an’ı istismar etmeyi başaramazlar, böyle bir maksatla bir
ayeti dillerine doladıklarında onlara bir başka ayetle karşılık vermek
mümkündür. Zayıf akıllılar ve ahmaklar bunu çelişki gibi görür. Oysa Allahu
Teala kitabını, istismar edilemeyecek ve batıla payanda yapılamayacak şekilde
indirmiştir. Bu yüzden kâfir, Müslüman’ın karşısına Kur’an’la çıkamaz, Kur’an
karşısındaki tek tutumu ona düşmanlık olabilir. Yakmaktan başka çaresi yoktur. Aynı
şekilde Rasulullah s.a.s.’in hadîslerini de istismar edemezler.. Fakat gâvur
sana İbn Arabî ile gelir, Ibn Arabi Society’yi kurar, İbrahim Kalın’ı bile ona onur üyesi yapar. Said Nursî ile gelir… Fethullah
Gülen ise zaten emirlerine amadedir. Rasulullah s.a.s.’e sıra gelince ise
onun için çirkin karikatürler çizer.)
*
“Müslümanca
düşünme” cumhur ve cumhuriyet kavramlarıyla değil, “cemaat” kavramı ile olur.
Cemaat
konulu önceki yazılarda dile getirdiğimiz gibi, bugün Türkiye’de (Huzeyfe hadisinin
gösterdiği üzere) cemaat yoktur, fakat cumhur ve cumhuriyet mevcuttur.
Cumhur (yığın,
kalabalık) var, fakat cemaat yok.
Cumhuriyet’te
önemli olan cumhurun (yığının, yığınlaşmanın) kendisi iken, Cemaat’te (ümmetin,
başında halife bulunan birleşik/tefrikasız küresel devletinde) önemli olan
Şeriat’e (Kitap ve Sünnet’e) bağlılıktır.
Cumhur,
ilah/tanrı edindiği kitlesel/yığınsal heva ve hevesini, arzu ve tutkularını, kolektif
kibir ve toplumsal nefsaniyetini “anayasa”
adı altında kitap haline getirebilir, kendi kitabını kendisi yazabilir, buna cumhuriyet (cumhurluk) adını verebilirken,
Cemaat, kitap olarak Allahu Teala’nın
vahyi olan Kur’an-ı Kerîm’i esas alır.
Evet,
cemaat ile cumhur arasındaki fark budur.
Mesele
cumhur (yığın) olmaktan çıkıp cemaat olabilmekte.
Cumhur,
kendisini değer ölçütü haline
getirip cumhuriyetten söz ederken Cemaat, cemaatiyet
davasından uzak durur, cemaatiyetçilik yapmaz. Onun davası îlâ-yı
kelimetillahtır, Allah’ın sözünü yüceltmedir.
Bir kum yığını bile
(Risale
Sözlüğü’nde belirtildiği gibi) cumhur olabilir, fakat, “hak” üzere olmadıkça
insan yığınları cemaat olamazlar.
Cumhurdurlar
elbette, fakat cemaat değildirler.. Kumdan bir farkları olmaz.
*
Nitekim
cumhurun cumhuriyetçiliği bazen cumhuriyet
namına tek bir lidere perestiş halini alabilmektedir..
Türkiye’de
olduğu gibi..
Evet,
Türkiye’de “Atatürk ilke ve inkılapları”
var, fakat “cumhur ilke ve inkılapları” yok.
Şayet
Türkiye’deki cumhuriyetçilik sahici bir cumhuriyetperverlik olsaydı, bugün Atatürk ilke
ve inkılaplarından değil, “cumhur ilke
ve inkılapları”ndan ya da “cumhuriyet
ilke ve inkılapları”ndan söz ediliniyor olacaktı.
Oysa
hepimiz biliyoruz ki Türkiye’de cumhur ya da cumhuriyet “ilke ve inkılapları”
değil, Atatürk ilke ve inkılapları mevcuttur.
*
Bütün
bir millet (cumhur), bu ilke ve inkılaplara kul ve köle edilmiştir.
Osmanlı Devleti’nde böyle birşey yoktu.. Hiçbir zaman Osman
Gazi ilke ve inkılaplarından söz edilmedi.
Tam
aksine Şeriat (hukuk) karşısında padişah ile tebaa (halk, cumhur) aynı
konumdaydı.
İşte
Sultan Abdülhamid buna dayanılarak
padişahlıktan indirildi.. Çünkü o, Şeriat (hukuk) üstü değildi, Şeriat koyucu (Şari, yasa koyucu, yasama mercîi) makamına çıkarılmamıştı.
Devletin
yazıya geçirilmemiş anayasası (esas teşkilat hukuku) şayet Şeriat değil de
keyfî Abdülhamit ilke ve inkılapları
olsaydı, tahtından hangi hukuk ilkesine dayanılarak indirilebilirdi?
Kendisine
Atatürk soyadını layık gören Ali
Rıza oğlu Mustafa’nın cumhuriyetine gelince.. Bu öyle bir cumhuriyet ki, mer’iyetteki
yasalar manzumesine göre onu bin yıl yaşasa bile taht misali koltuğundan
indirmek mümkün değildi.
Çünkü
Atatürk’ü Atatürk ilke ve inkılaplarına göre hesaba çekmek mümkün değil..
Adam
isterse yeni ilke ve inkılaplar ihdas edebilir.
Her
gün yeni bir ilke ve inkılap icat etmek onun keyfine kalmış.
Evet,
aslında Türkiye’de cumhur'un (anayasal düzende) adı var, kendisi yok.
Sadece
Atatürk (Ali Rıza’nın oğlu Mustafa) var.
Kutlanılan
cumhur-iyetin içyüzü bu.
Cumhurun çıkıp "Yeter artık bu Atatürk ilke ve inkılaplarına kulluk ettiğimiz, artık cumhur ilke ve inkılapları hayata geçirilsin" diyemediği bir siyasal sisteme cumhuriyet yerine Atatürkiyet demek daha isabetli olmaz mı?
İsteyen Mustafaviyet veya Kemaliyet tabirlerini de kullanabilir.
Türkiye'de cumhurun eli kolu, ayağı bacağı, ağzı dili Atatürk ilke ve inkılapları ile bağlı kaldığı sürece bu ülkeye Türkiye Cumhuriyeti Devleti yerine Türkiye Atatürkiyeti Devleti demek daha dürüstçe ve mantıklı bir adlandırma olur gibi görünüyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder