Yıllar önce Ahmet
Alemdar ismiyle yazan bir okur, internet sitelerinden birinde okuduğu bir yazıdan
nedense çok rahatsız olmuş, oturup öfkeyle bir “yorum” yazıp göndermişti, fakat
ifadelerinin yazıyla bir ilgisi aslında yoktu.
Yazarın düşünce
ve argümanlarını tartışmak yerine, Hz. Peygamber s.a.s.'e hakaret etmeyi tercih
etmişti. Yorumunda nedense olayı Alevilik-Sünnilik
meselesine de getirmişti. Diyordu ki:
“İslam'da Hristiyanlar değil belki ama diğer inançlar ve alevilik zorla kılıçla
sünnileştirilmeye uğraşılmıştır.”
Hangi
dönemde uğraşılmıştır, kim uğraşmıştır? Bu soruların cevabı yoktu. Okur,
Türkiye'de yaşadığına göre muhtemelen Osmanlı'yı
kastediyordu.
Türkiye
Alevileri genelde Bektaşi olduklarını
söylerler. Bektaşilik, Yeniçeri Ocağı kaldırılana kadar bir nevi “resmi tarikat” idi.
Bir devlet,
ancak ordusu kanalıyla baskı yapabilir. Mesela Türkiye'de Silahlı Kuvvetler,
laikliğin bekçisi olarak biliniyor. Bektaşi olan Yeniçeriler, insanları Bektaşilikten uzaklaştırmaya mı çalışıyordu?
Bilgisizliğe
mantıksızlık da eklenince böyle oluyor.
*
Aynı okur,
“diğer inançlar ve Alevilik”ten de söz ediyordu. Diğer “inançlar”ı da bari bir
saysaydı da bilseydik.
Aleviler
kılıçla sünnileştirilmeye çalışılmamıştır, fakat Safevi ajanlarının kışkırttığı kitleler Antalya'dan Trabzon'a kadar
geniş bir coğrafyada kılıca sarılmışlar, devlete isyan etmişler, Anadolu'da
İran hakimiyetini kurmaya çalışmışlardı. Kılıca kılıçla karşılık verilmiştir. İsteyen
açıp tarih kitaplarını okur, “Şahkulu
isyanı”nın nerede nasıl patlak verdiğini öğrenir.
Neden
Allah'ın kulu değil de, Şah'ın kulu?
Ve neden hâlâ bazıları “Gel Şah'a
gidelim” diye türküler söylüyorlar?
İran
hakimiyetini kılıçla Anadolu'da kurmaya çalışmak “inanç” değildir; siyasettir,
dahası savaştır, terördür.
Hz.
Peygamber'e (s.a.s.) hakaret etme cüretinde bulunan böylesi saygısız kişileri
görünce, İstiklal Marşı şairini hatırlamamak ne mümkün:
“Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem;
“Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.”
“Üçbuçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam;
“Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam.”
“Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum
“Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum!”
“Zalimin hasmıyım amma severim mazlumu...
“İrticaın şu sizin lehçede ma'nası
bu mu?”
*
Söz konusu
okur, yorumuna şöyle devam ediyordu:
“Dini anlamak isteyenler Kur'an'ı açıp okusunlar, ve orda peygamberin!
kendi evlat edindiği insanın bile karısına el koyma girişimini Kurana koyduğunu
göreceklerdir. Ama şimdi kim açıp kuran okur ki?”
Alemdar
efendi merak etmesin, ben okuyorum.
“Peygamber”
kelimesinin yanına ünlem işareti koyarak Hz. Peygamber'in (s.a.s.)
peygamberliğine inanmadığını belli eden bu şahıs, bir yandan da Aleviler'in
avukatlığını yapıyordu. (Muhtemelen Alevî bile değildir.)
Hz. Ali'nin
bütün değeri, Hz. Peygamber'e (s.a.s.) yakınlığından ve onunla ilgili olarak
hadislerde yer alan övgü dolu ifadelerden kaynaklanır. Olabilir, adam müslüman
olmayabilir; ama iş Aleviliğe gelince 'farklı telden çalmaya' başlayan ve
Alevicilik yapanların samimiyetine inanmak mümkün değildir.
Peygamber'i
kabul etmiyor, halifesinden ise vazgeçmiyor; gelin de bu yaman çelişkinin
içinden çıkın!..
*
Evet,
Alemdar efendi kaygılanmasın, ben Kur'an'ı okuyorum çok şükür. Fakat
Alemdar efendinin okuduğundan emin değilim.
Belli ki,
İslam düşmanlarının kitap ve makalelerinden besleniyor. Kur'an'ı okuyan biri,
yukarıdaki terbiyesizce ifadeleri kullanamazdı, çünkü olayın aslını bilirdi.
Okuyorsa
ortada iki ihtimal var: Ya okuduğunu anlamaktan aciz bir geri zekâlı ya da bile
bile yalan söyleyecek tıynette bir alçak ve sefil yalancı.
Evlat
edinilen sahabînin adı, Zeyd bin Harise..
Zeyd r.a. aslen Yemenli'dir; çocukken kaçırılmış ve köle olarak Mekke'ye
getirilip satılmıştı. Hz. Hatice onu Hz. Peygamber s.a.s.'e vermişti. Hz.
Peygamber (s.a.s.) onu hürriyetine kavuşturmuş ve ayrıca evlat edinmişti. Yani,
Hz. Peygamber'in (s.a.s.) yasal mirasçısı haline gelmişti. Hürriyetine
kavuşturmak başlı başına büyük bir iyilikken, onu evlatlığa da kabul etmişti. O
yüzden ona, Zeyd bin Muhammed (Muhammed'in oğlu Zeyd) deniliyordu.
Araplar,
hürriyetine kavuşmuş bile olsa kölelere değer vermezlerdi. Onlar ikinci değil
belki 'beşinci sınıf' insandı. Onlara kimse kız vermezdi; bunun gibi,
cariyelerle de (köle kızlarla da) evlenilmezdi, ayıp karşılanırdı; çünkü onlar
bir nevi 'mal'dı.
*
Araplar'ın
'kafalarından' icat ettikleri helal ve haramlar da vardı.
Mesela bazı
etler erkeklere helal, kadınlara haramdı.
Bunun gibi,
kız çocuklarını öldürmeleri de
helaldi.
Ayrıca, sınırsız sayıda kadınla evlenmek de
helal kabul ediliyordu.
İslam'a
göre, bir erkeğe kendi oğlunun karısı ebediyen haram olur. Bir adam, boşanmış
bile olsa, geliniyle asla evlenemez. Fakat Araplar bunu evlatlıklar için de
böyle kabul ediyorlardı, bu konuda da kafalarından ‘haram’ icat etmişlerdi.
Buna
karşılık, hür bir kadın azat edilmiş de olsa bir köle ile ve hür bir erkek de
hürriyetine kavuşmuş bile olsa bir cariye (köle kadın) ile evlenmiyordu; bunu
onur kırıcı bir durum olarak görüyorlardı.
*
Araplar'ın asalet bakımından en üstün kabilesinin Kureyş olduğu biliniyor.
Kureyş
içinden de Haşimoğulları, yani Hz. Peygamber'in sülalesi öne çıkmıştı.
Hz.
Peygamber s.a.s., halasının kızı Zeynep r.a.'nın (aynı zamanda Hz. Ali’nin de
halasının kızı) Zeyd ile evlenmesini istedi.
Zeynep,
eski bir köle olan Zeyd ile evlenmeyi kabul etmedi, bu yüzden şu ayet nazil
oldu:
“Mü'min bir erkek ve kadın için, Allah ve Rasulü bir işe hüküm verdiği
zaman, artık onlar için hiçbir tercih hakkı yoktur.” (Ahzab, 33/36)
Bunun
üzerine Zeynep r.a., Zeyd r.a. ile evlenmeyi kabul etti. Fakat bu mutlu bir
evlilik değildi, Zeynep r.a. tarafından küçümsenmek Zeyd r.a.'i rahatsız
ediyordu. Bu yüzden de Zeyd boşanmak istiyordu. Nihayet şu ayet-i kerime nazil
oldu:
"(Resûlüm!) Hani Allah'ın nimet verdiği, senin de kendisine iyilik
ettiğin kimseye: 'Eşini yanında tut, Allah'tan kork!' diyordun. Allah'ın açığa
vuracağı şeyi, insanlardan çekinerek içinde gizliyordun. Oysa asıl korkmana
lâyık olan Allah'tır. Zeyd, o kadından ilişiğini kesince biz onu sana
nikâhladık ki evlâtlıkları, karılarıyla ilişkilerini kestiklerinde (o
kadınlarla evlenmek isterlerse) müminlere bir güçlük olmasın. Allah'ın emri
yerine getirilmiştir." (Ahzab, 33/37)
*
Köklü
gelenek ve adetler, salt tavsiye ve nasihat ile değişmezler. Örnek olmak, bazen
de zorlamada bulunmak gerekir.
Mesela Mustafa
Kemal Atatürk, Türk halkına şapka giydirmek için bunu önce kendisi
yapmış, “Efendiler, buna şapka denir” deyip şapkayı başına geçirerek işe
başlamıştır.
Fakat bununla
yetinmemiş, şapka giymeyen insanları idama bile mahkum ettirmiştir.
İskilipli Atıf Hoca'nın idam edilmesinin temel nedeni,
“Frenk
Mukallitliği” (Batı Taklitçiliği) adlı kitabıdır.
Bu kitabı
şapka vs. inkılabından önce yazmıştı ama, yine de idam edilmekten kurtulamadı.
Neden?
Devrimlerin
hatırı için... Hz. Peygamber ise sosyal alandaki devrimlerini kansız gerçekleştirmiş, eleştirileri
bizzat göğüslemiştir.
Fakat o
dönemin müşrikleri, Hz. Peygamber'i (s.a.s.), oğlunun karısı ile evlenmekle
suçlamışlardı. Bunun üzerine şu ayet nazil oldu:
“Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat o,
Allah'ın Resûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkıyla
bilendir.” (Ahzab, 33/40)
*
Siz, Hz.
Peygamber'in (s.a.s.) sarık giymediği için cezalandırdığı birini biliyor
musunuz?
Ya da
başını açtığı için cezalandırılmış bir tane bile kadın var mıdır?..
Bunları
geçtik, Hz. Peygamber s.a.s., Hz. Zeynep ile daha baştan evlenemez miydi?!
Üstelik bu,
son derece doğal karşılanır, Peygamber Efendimiz s.a.s.'e yöneltilen, “Oğlunun
karısıyla evlendi” suçlaması da söz konusu olmazdı.
Ama, Kur'an'ı
okuma çağrısında bulunduğu halde okumayan, İslam düşmanlarının saçma sapan
çarpıtmalarına kulak veren ve mantıklarına da hiçbir zaman başvurma gereği
duymayan Türkiyeli terbiye yoksunu Kemalist ve laik (yerli, milli, ulusalcı ve
ulusolcu) gâvurlara bunları anlatmak kolay değil, bunun farkındayım.
*
Alemdar nam
okur-küfreder, hakaretlerine şöyle devam ediyordu:
“İslamcılar küçük çocuklardan tahrik olmaya devam etsin, sahi siz olsanız 9
yaşındaki Ayşe'yle gerdeğe girer miydiniz?”
Arabistan'da,
özellikle de o dönemde kız çocukları için dokuz yaş evlilik çağıydı, fakat bu
çirkin bir soru.. Bence Ahmet Alemdar takma adlı şahsın yukarıdaki sorunun
kendi annesi için yöneltilmesi durumunda ne hissedeceğini fark etmeye ihtiyacı
vardı. Mesela şöyle bir soru yöneltmesi onun için doğal birşey midir: “Sahi siz
olsanız annem dokuz yaşındayken onunla gerdeğe girer miydiniz?”
Sorusunu
ben böyle anlıyorum, tartışmak başka şey, hakaret etmek başka şeydir. Ayrıca,
Alemdar efendi, kimlerin küçük çocuklardan tahrik olduğu konusunda Ali Kırca gibi yaşayan isimlerin engin
tecrübelerinden daha sağlıklı bilgi edinebilirdi. Ayrıca Atatürk’ünün başkasının karısı 15
yaşındaki Zsa Zsa Gabor ile olan muhabbeti hakkında da bilgilenmeye
ihtiyacı var gibi görünüyor. Lolita edebiyatı yapanlardan da geniş bilgi alması
mümkündür. Başka örnekler vermeyeyim şimdi. “Sen herkesi kör, âlemi sersem mi
sanırsın?”
Alemdar
efendi bilmeyebilir ama, bu tür konuları yakışıksız bir biçimde kitaplarında
dile getiren (Cumhuriyet’in ilk Sağlık ve Milli Eğitim bakanlarından) Rıza Nur gibi isimler de var, bunu da
hatırlatmak yararlı olacaktır. Birçokları Rıza Nur'un yazdıklarının iftira
olduğuna inanıyor; haklı olabilirler. Rıza Nur'a inanmamızı zorunlu kılan bir
neden yok. Fakat, kendisinde Müslümanlar'a hakaret etme imtiyazını gören,
Alevilik avukatlığı yaparak Sünnîliği aşağılayan Alemdar, benzer hakaret
kelimelerini Alevilik bağlamında kullanabilir miydi, merak ediyorum..
Hayır,
Alevilik konusunda saygısızca ifadeler kullanılmasını istediğimden değil; bir
çifte standardı göz önüne sermek istiyorum.
Türkiye’de
hemen herkes Alevîler rahatsız olmasın diye dilini tutuyor, fakat aynı şey
Sünnîlik için geçerli değil.
*
Alemdar
efendi gibi terbiye ve izan yoksunlarının Atatürk'ün düşüncelerini “sonuna
kadar” benimseme hakları elbette vardır, fakat Müslümanlar'a ve İslam'a hakaret
etmek gibi bir imtiyazları olamaz.
Ayrıca,
Türkiye gibi Atatürk'ün yasalarla korunduğu bir ülkede Atatürkçülük yapmak da
gerçekte bir değer ifade etmiyor, bunu da hatırlaması gerekiyor. Bu bir
yiğitlik değildir. Bir insanı yermeyi yasakladığınızda, ona yönelik övgülerin
değerini de yok etmiş olursunuz.
Son olarak
şunu da söyleyelim, önemli olan Atatürk'ün şahsı değil, görüşleri.
Bizim
açımızdan ise bütün görüşleri de değil, İslam'la ilgili görüşleri.
Bir
müslüman olarak, Atatürk'ün İslâm'la ilgili değerlendirmeleri hakkında fikir
beyan etmek hakkımızdır. Atatürk'ün değerlendirmeleri ile tarihsel gerçekler
arasında bir çelişki varsa, tercihimizi gerçeklerden yana yapabilmeliyiz.
Ayrıca,
İslâm ile Atatürkçülük arasında bir karşıtlık ortaya çıktığı zaman da Türkiye
Cumhuriyeti'nin bir 'kul'u değil 'özgür bir vatandaş' olarak tercihimizi hür
bir şekilde belirleyebilmeliyiz.
*
Atatürk'ün
İslâm'la ilgili değerlendirmelerinden bir müslümanın incinmişlik duygusuna
kapılmaması kolay değildir.
Bir misal..
Geçtiğimiz
yıllarda, Atatürk döneminde ABD'nin Türkiye büyükelçisi olarak görev yapan bir
şahsın hatıraları da medyaya yansımıştı.
Büyükelçi'ye
göre Atatürk, Kur'an'ın Allahu Taala'nın kelamı olmadığını ileri sürüyor ve
Tebbet Suresi'ni delil olarak gösteriyordu.
Çünkü
burada beddua vardı; Allah, kuluna beddua ediyordu, bu nasıl olurdu?..
Araplar (Müslümanı
ve kâfiriyle) Tebbet Suresi'ni yadırgamamışlardı, çünkü Arapça'nın mantığı
içinde o ifadelerde anlaşılmaz bir durum yoktu.
Allahu
Taala “Ebu Leheb'in elleri kurusun” dediği zaman bu, beddua olmaz, hüküm olur.
Yani, “Onun elleri kuruyacaktır, kuruması hükmünü verdik” demektir.
Nitekim
Bedir Savaşı sırasında Ebu Leheb'in elleri kurudu, ölümü o şekilde oldu. (Ellerin kuruması insanın gücünü ve etkisini yitirmesi anlamında mecazî de olabilir fakat maddeten yaşandı.)
Atatürk’ün
askerlik gibi kendi alanı olan konuların dışına çıkınca sıradan bir insanın
bile yapmayacağı mantık hataları sergilediği görülüyor.
*
Hz.
Peygamber s.a.s.'in çağdaşı olup da Kur'an'da ismi (ya da lakabı veya
künyesi) anılan tek müşrik Ebu Leheb'dir.
Bu, İslam'ın soy ve sopa, ırka önem
vermediğini gösterir.
İslam
açısından hiç kimsenin damarlarındaki kanın
bir başkasındaki kana üstünlüğü yoktur, hiç kimsenin damarlarındaki kanda özel
bir kudret mevcut değildir.
Böylesi laflar
ilmî değeri olmayan, akıl ve mantığın kabul etmeyeceği (hadi hurafe demeyelim)
hamasî ifadelerdir.
Müslüman
olmadıktan sonra, Hz. Peygamber'in amcası bile olsa adamın kanının, soyunun
sopunun bir değeri olamaz.
*
Evet, Kur’an’da
adı geçen (Peygamberimiz s.a.s.’in döneminde yaşamış) tek kâfir öz amcası Ebu
Leheb’dir.
Buna
karşılık, Kur'an'da adı geçen tek sahabî de, yukarıda evliliğinden söz
edilen köle asıllı Zeyd r.a.'dir.
Ne Hz.
Ebubekir, ne Hz. Ömer, ne Hz. Osman, ne de Hz. Ali'nin ismi Kur'an'da
geçer.
Zeyd
r.a.'in adının geçmesi, İslâm'ın insanlar arasında kölelik ve hürriyet
açısından bir ayrım yapmadığını, kölelik uygulamasını ve birtakım insanların
ikinci sınıf sayılması uygulamasını geçersiz saydığını gösteren önemli bir
işarettir.
İnsanlık
açısından asıl büyük devrim işte
budur!
Yapabiliyorsan
böyle bir devrim yap!
“Adamlık olsa idi frak ile şapka
“Biz dahî
alırdık otuza kırka.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder