İbn Arabî ile ilgili önceki yazılarda,
TDV İslâm Ansiklopedisi’nin “İbnü’l-Arabî,
Muhyiddin” maddesine katkıda bulunan Prof. Mahmut Erol Kılıç’ın, “Yirmi
üç yılda tamamlanan el-Fütûḥâtü’l-Mekkiyye ilk defa burada [Mekke’de] kendisine [İbn
Arabî’ye] ilham edilmeye başlandı”
demiş olduğunu görmüştük.
Ancak, Kılıç’ın yazdıklarından,
kitabın yazımının 34 (Kamerî takvime göre 35) yıl sürmüş olduğunun
anlaşıldığını söylemiştik.
Kılıç’ın yazdıklarındaki tek
çelişki bu değil.
Yine TDV İslâm
Ansiklopedisi için kaleme almış olduğu “el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye” maddesinde şöyle diyor:
“… 598’de
(1201) Mekke’ye gitti. Bu sırada otuz yedi yaşında olan müellife [yazara] eserin
ilk fetihleri burada gelmeye başladı. … Bunların [ilham edilen bilgilerin]
yazıya geçirilmesi otuz bir yıl sürmüş ve eser 629 yılının Safer ayında
(Aralık 1231) yine Mekke’de tamamlanmıştır.”
Görüldüğü gibi, 23 yıl buharlaştı,
yerini 31 yıl aldı.
İnsanın bu kafayla İbn Arabîci olması
normal.
*
Kılıç, söz konusu maddede
(“el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye”) şunu da diyor:
“İbnü’l-Arabî feth ve
fütûhât kelimeleriyle, keşf kabiliyeti açılan kalbin ilâhî feyze nâil
olması ve ilham almasını kastederek peygamberlerin ve velîlerin Allah
hakkında akıl ve fikir yoluyla oluşturulan bir bilgiye sahip bulunmadıklarını,
Allah’ın onları bundan uzak tuttuğunu ve keşflerinin açılmasıyla (fütûhu’l-mükâşefe)
Hakk’ın bilgisini elde ettiklerini söyler (el-Fütûḥâtü’l-Mekkiyye [nşr.
Osman Yahyâ], III, 116).”
Geri zekâlı şarlatana “Hay senin aklına
tüküreyim” diyeceğiz de (görünüşe göre) akıl yok ki tükürelim.
Peygamberler ve velîler Allah hakkında
akıl ve fikir yoluyla oluşturulan bir bilgiye sahip bulunmuyorlarmış.
Böylece cahil soytarı, Hz. İbrahim
aleyhisselam’ın Allahu Teala hakkındaki akıl yürütüşünü aktaran Kur’an
ayetlerini (farkında olmadan) yalanlamış oluyor. (Belki de farkında,
bilmiyoruz.)
Allahu Teala akıl ve fikir yoluyla bilinir.
Hiç kimse (buna peygamberler de dahildir) Allahu Teala’yı akıl ve fikir yoluyla
bilmekten müstağnî değildir.
Akıl (akılcı geçinenlerin yarım aklı
değil, gerçek akıl) hata etmez, keşf denilen şeyde ise hata olabilir.
*
Kılıç’ın sözlerini okumaya devam edelim:
“İlham ürünü olan
bilgiler kendisine Mekke’de geldiği ve eseri burada yazmaya başladığı için bu
kitaba el-Fütûḥâtü’l-Mekkiyye adını
verir. Kitabın bu özelliğini çeşitli vesilelerle vurgulayan İbnü’l-Arabî, noktasına
varıncaya kadar eserdeki bütün bilgilerin ilâhî ilham (ilkā-i rabbânî ve
imlâ-i ilâhî) mahsulü olduğunu ileri sürer (III, 477). …
Palavraya bakın, mübarek sanki Kur’an, “noktasına
varıncaya kadar” ilka-i rabbanî imiş.
Devam ediyor Kılıç:
…
Mânevî varlık ve olayları geniş ölçüde maddî sembollerle tasvir eden
İbnü’l-Arabî tavaf esnasında, “Kâbe’nin hakikati” olduğunu söyleyen bir
gencin Hacerülesved tarafından kendisinin bulunduğu yere doğru geldiğini,
kendini “konuşan-susan, mürekkeb-basit” gibi bazı zıt sıfatlarla tarif eden ve
aslında “imâm-ı mübîn”in (Yâsîn 36/12) veya “levh-i mahfûz”un
(el-Burûc 85/22) tecessüm etmiş [cisimleşmiş] bir şekli olan bu gencin
ondan kendisini okumasını istediğini ve, “Bende ne görüyorsan onu eserine
geçir ve istidat sahiplerine öğret” dediğini nakleder. İbnü’l-Arabî,
engin bir nura benzettiği bu gencin kendisinde gizli olan bilgileri gözleri
önüne serdiğini, bunları okuyup el-Fütûḥât’ın ikinci
cüzünü meydana getirdiğini, bir başka yerde de yazıya geçirmeden önce eseri
mânen kendisinden okuduğunu söyler. İbnü’l-Arabî bu
zattan, sahip olduğu sırlardan bazılarını kendisine açmasını rica ettiğini,
onun da, “Ayak izlerimi takip ederek benimle beraber tavaf et” dediğini,
birlikte yedi tavaf yaptıklarını, bu sırada genç adamın kendisine, “Bu görmüş
olduğun ev (Kâbe) zatımı, yaptığımız yedi tavaf da yedi aslî sıfatımı temsil
eder” dediğini (I, 47-51) ve her tavafta el-Fütûḥât’ın bir faslını okuduğunu nakleder. Bu ifadeden,
eserin ihtiva ettiği bütün bilgileri müellifin bu görüşme sırasında -özet
olarak- ondan aldığı anlaşılmaktadır.
Bunların yazıya geçirilmesi otuz bir yıl sürmüş ve eser 629 yılının Safer
ayında (Aralık 1231) yine Mekke’de tamamlanmıştır. İbnü’l-Arabî’nin, daha sonra
Mekke Şerifi Yûnus b. Yûsuf’un kızı Fâtma’dan doğan oğlu İmâdüddin Muhammed
el-Kebîr’e verdiği bu ilk nüshayı tamamlayınca ciltsiz ve cüzler halinde
Kâbe’nin damına koyduğu, bir yıl boyunca orada kalan esere yağmur ve fırtınaya
rağmen hiçbir şey olmadığı rivayet edilir (Şa‘rânî, el-Yevâḳīt ve’l-cevâhir, s.
12; Kārî el-Bağdâdî, s. 57). Bu nüsha bugün mevcut değildir. Müellif
yaklaşık üç yıl sonra (632/1234) Şam’da eseri baştan sona gözden geçirmeye
başlamış, üçte bir oranında ilâve ve bazı çıkarmalar yaptıktan sonra
nihaî şeklini verdiği el-Fütûḥât’ın bu ikinci nüshasını bizzat kendi eliyle yazıp
ölümünden iki yıl önce 24 Rebîülevvel 636 (4 Kasım 1238) tarihinde bitirmiştir.
Bu sebeple şeyhin en mütekâmil fikirlerinin bu eserinde toplanmış olduğu
söylenebilir. Bu nüsha bir süre İbnü’l-Arabî’nin Şam’daki türbesinde muhafaza
edildikten sonra üvey oğlu Sadreddin Konevî’ye intikal etmiş, XX. yüzyılın
başlarına kadar da onun Konya’daki zâviye kütüphanesinde özenle korunmuştur. Bu
nüsha bugün İstanbul’da Türk ve İslam Eserleri Müzesi’ndedir (nr. 1845-1881).
Sondan başlayalım.. Bu ifadeler
gösteriyor ki, İbn Arabî’nin Fütuhat’ındaki zırvaların sonradan
Yahudiler vs. tarafından eklenmiş olabileceği iddiası doğru değil.
Hepsi şarlatanın işkembesinin ürünü.
(Yazdıklarının hepsi yanlış değil, fakat bu önem taşımıyor. Bir bidon kaynak
suyuna bir damla sidik ya da bir küçük parça necaset düşse onu artık temiz
kabul edemeyiz, fıtratı bozulmamış olanlar onu artık içemezler.)
Kılıç’ın bir başka çelişkisi, burada “nihaî şeklini verdiği el-Fütûḥât’ın
bu ikinci nüshasını bizzat kendi eliyle yazıp ölümünden iki yıl önce 24
Rebîülevvel 636 (4 Kasım 1238) tarihinde bitirmiştir” demekteyken, “İbnü’l-Arabî, Muhyiddin” başlıklı
maddede “İlk nüsha üzerine birçok
ilâve ve tashih ihtiva eden bu ikinci nüshayı vefatından bir yıl kadar önce
tamamladı” diyor oluşu.
Bir yıl mı, iki yıl mı,
bir karar ver!
*
Ölümünden kaç yıl önce
tamamlamış olduğu çok önemli değil, geçelim..
Görüldüğü gibi, sapık
şarlatan, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e Hira mağarasında
Cebrail aleyhisselam’ın gelişini akla getiren bir keşf hikayesi
uydurmuş.
Soytarı, belki Cebrail
aleyhisselam’dan bile büyük sayılabilecek birşeyi, Kur’an’a denk
kutsallıktaki Levh-i Mahfuz’u (“İmâm-ı Mübîn”i)
ayağına getiriyor.
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve
sellam ile yarışırken “Ben ondan aşağı kalmam” demeye getiriyor.
Bir genç suretinde cisimleşen Levh-i
Mahfuz ona, “Bende ne görüyorsan onu eserine geçir ve istidat
sahiplerine öğret” demişmiş.
Yani bu soytarının zırvalarına inanma
ahmaklığı gösterirseniz “istidat” sahibi bulunmaz Hint kumaşı
oluyorsunuz, “De get lan soytarı, bizimle kafa mı buluyorsun!” derseniz, bu
sizin suçunuz.. Siz istidatsız kalassanız keşf şampiyonunun suçu ne?!
Görüldüğü gibi şarlatan ağını iyi örüyor.
*
Kılıç’ın bu zırvaları
aktarırken minareye kılıf geçirmekte zorlandığı görülüyor.
Bir taraftan, İbn Arabî soytarısının, “noktasına varıncaya kadar eserdeki
bütün bilgilerin ilâhî ilham (ilkā-i rabbânî ve imlâ-i ilâhî) mahsulü” olduğu
palavrasını aktarıyor, diğer taraftan da, onun bir lafı için “Bu ifadeden, eserin ihtiva ettiği bütün
bilgileri müellifin bu görüşme sırasında -özet olarak- ondan aldığı
anlaşılmaktadır” diyor.
“Noktasına varıncaya kadar” mı, “özet” mi,
bir karar ver!
Her neyse, bu binbir gece masalına göre,
keşf şampiyonu soytarı kitabın yazımını 31 yılda tamamlamış.. 1201-1231 yılları
arasında.. (Güneş senelerine göre 30, fakat Kamerî sene hesabıyla 31).
Ancak, üç yıl sonra, yani 1234 senesi
Şam’da eseri baştan sona gözden geçirmeye başlamış.
Bu gözden geçirme işi dört yıl sürmüş.
23 yıl böylece 35’e çıkmış oldu.
*
Kitapta az buz değil, üçte bir oranında
ilâve ve çıkarmalar yapmış.
Sözde, “noktasına varıncaya kadar eserdeki
bütün bilgiler ilâhî ilham (ilkā-i rabbânî ve imlâ-i ilâhî) mahsulü”ydü, fakat şarlatan
ilâhî ilhamı (ilkā-i rabbânî ve imlâ-i ilâhîyi) beğenmemiş, düzeltmeye
koyulmuş.
Derler ki “Yalancının iyi bir hafızasının
olması gerekir”, fakat “çok yalancı”ların iyi bir hafızaya ihtiyacı yok, duruma
göre yeni yalan uydurmakta mahirler.
Şarlatanın yazdıkları Levh-i Mahfuz’dan okuyup
kopyalama anlamına mı geliyor, yoksa
araya Levh girmeden “ilâhî ilham, ilkā-i rabbânî ve imlâ-i ilâhî” mi
yaşanıyor, o da cevap bekleyen ayrı bir muamma..
*
İbn Arabî’nin halvet ve inziva
laflarının hikaye olduğu, Mahmut Erol Kılıç’ın TDV İslâm Ansiklopedisi’nin
“İbnü’l-Arabî, Muhyiddin” maddesinde yer alan şu ifadelerinden de
anlaşılıyor:
“İbnü’l-Arabî, ilk evliliğini memleketinin ileri
gelen şahsiyetlerinden Abdûn el-Bicâî’nin kızı ile İşbîliye’de iken yaptı.
İkinci defa Mekke’de Haremeyn Emîri Yûnus b. Yûsuf’un kızı ile evlendi.
Bu evliliğinden Muhammed İmâdüddin adındaki oğlu oldu. Üçüncü evliliğini
Malatya’da Sadreddin Konevî’nin dul annesiyle yaptı. Dördüncü olarak
Dımaşk Mâlikî kadısı Zevâvî’nin kızıyla evlendiği kaydedilmektedir.
İkinci oğlu Muhammed Sa‘deddin’in Malatya’da doğduğunu bildiren kaynaklar esas
alındığında onun üçüncü evlilikten olduğu kabul edilir. Bu durumda Muhammed
Sa‘deddin, Sadreddin Konevî’nin üvey kardeşidir.”
Sözde dünyayı terk etmiş,
fakat özde, sırtını daima emirlere, ileri gelen şahsiyetlere ve kadılara
(hakimlere) dayamayı ihmal etmemiş.
Onlarla iç içe, haşır
neşir yaşamış.
Arkadaşlık yaptığı ve
sonradan dul hanımıyla evlendiği (böylece mirasına konduğu) “Sadreddin
Konevî’nin babası da Anadolu Selçuklu Devleti’nin itibarlı adamlarındandı.
*
Vefat ettiği yer de bir
mâlikâne.. İnzivada vefat etmemiş.
Gömüldüğü yer de özel bir
“kadı ailesi kabristanı”..
Mahmut Erol şunları
söylüyor:
22
Rebîülâhir 638 (10 Kasım 1240) tarihinde Dımaşk’ta Benî Zekî’lerin mâlikânesinde
vefat eden İbnü’l-Arabî, Kāsiyûn dağı eteğindeki Sâlihiye semtinde bulunan Kadı
Muhyiddin İbnü’z-Zekî ailesinin kabristanına defnedildi. Daha sonra iki
oğlunun da gömüldüğü bu yer sonraki devirlerde Şam bölgesinde yaygınlık
kazanmaya başlayan tasavvuf karşıtı akımların oluşturduğu aleyhte propagandalar
neticesinde bakımsız kalarak unutulmaya yüz tuttu. Yavuz Sultan Selim,
Mısır seferi dönüşünde uğradığı Şam’da ilk iş olarak onun kabrinin yerini
tesbit ettirerek üzerine bir türbe, yanına da bir cami ve bir tekke
yaptırmıştır. II. Abdülhamid tarafından tamir ettirilen türbe bugün de şeyhi
sevenlerce ziyaret edilmektedir. Abdülvehhâb b. Ahmed eş-Şa‘rânî’nin naklettiği
meşhur bir rivayete göre İbnü’l-Arabî, kabrinin harap olacağını ve Yavuz Sultan
Selim tarafından ihya edileceğini, “Sîn (Selim) Şîn’e (Şam) girince
Muhyiddin’in kabri ortaya çıkar” şeklindeki rumuzlu ifadesiyle
önceden bildirmiştir (el-Kibrîtü’l-aḥmer, I,
188).
*
İbn Arabî’nin vefat tarihi
1240.. Şa‘rânî’nin doğum tarihi ise 1493.. Arada 253 yıl var.. Şa‘rânî,
Yavuz’la aynı dönemde yaşamış, yaptıklarına şahit olmuş.
Demek ki söz konusu
rivayet, Şa‘rânî’den önce meşhur değilmiş.. Yoksa, söz konusu laf için daha
eski tarihli bir kaynak gösterilirdi.
Bu “sin, şın” hokuspokus
ve abrakadabrasına İngiliz'in Gözde Şeyhi İbn Arabî adlı
(internetten okunabilecek ve indirilebilecek) kitabımızda değinmiştik.
Şunları yazmıştık:
Aslında bu, Batılılar’ın “kendini doğrulayan kehanet”
olarak ifade ettikleri durumun bir tezahürü olarak da ele alınabilir.
Batılılar, “kendini doğrulayan kehanet” tabirini, insanların beklenti içine
girmelerinin, o beklentilerin gerçekleşmesine zemin hazırlaması durumu için
kullanırlar. Mesela, yeni bir parti kurulduğunda, o partinin iktidar olacağı
beklentisi ya da algısı toplumda oluşturulduğunda, tam da bu beklenti
nedeniyle, sayıları zamanımızda hiç de az olmayan menfaatperest ikbal avcıları
o partiye koşuşur ve bir rüzgâr oluşur. Böylece söz konusu parti iktidar olma
imkânına kavuşur. Bu, bir “kendini doğrulayan kehanet” durumudur.
İbn Arabî’nin, Mehdî’nin zuhur
tarihini vermesi türünden “sarih (açık) keramet teşebbüsleri”nin deyim
yerindeyse “fos” çıktığı biliniyor (İbn Arabî, İbn Haldun’un Mukaddime’de
aktardığı gibi, Mehdî’nin çıkışıyla ilgili tarih vermiş ve “çuvallamıştır”).
Fakat bu tür, ne olduğu belirsiz sin’li, şın’lı, Nostradamus
kehanetleri türünden yoruma açık ifadelerinin her zaman
doğrulanma şansı var (Ömer Çelakıl’ın Arapça bilen, edebiyatı iyi versiyonu
yani).
Ancak, bir kabrin zuhurundan söz edebilmek için, öncelikle kabrin kaybolması gerekir. Halbuki, bu şahsın
mezarı zaten biliniyordu, bununla birlikte, önem verilen bir
kabir değildi; Yavuz Sultan Selim tarafından üzerine türbe vs. yapıldı.
Dolayısıyla gerçekte bir zuhur vs. yok.. Sanki kabri gaib olmuş da
sonra zahir olmuş..
Bu ancak, Ebu Eyyub el-Ensarî r. a.’in kabri için söylenebilir.
Ebu’l-Hasan-ı Harakanî k. s.’nun Kars’taki kabri için de durum budur. Naima Tarihi’nde
(Bir saçmalardan seçmeler menakıbnamesinde değil, ciddi bir tarih kitabında)
kabrinin, onu rüyasında gören Lala Mustafa Paşa tarafından ortaya
çıkarılmasının öyküsü anlatılır. Ancak İbn Arabî için böyle bir durum yok..
Ayrıca, bu tür bilmecemsi ifadeler ne kadar genel
olursa, o kadar doğrulanma şansına kavuşur.
Mesela burada Selim ve Şam özel isimleri geçmiş olsaydı, bu sözü (Sözün
sübutu da belli değil ya, neyse) çok daha ciddiye almak gerekebilirdi.
Ama, peşpeşe gelen iki harf bu şekilde sıralandığında, her zaman doğrulanma
şansına sahiptir. Çünkü “sin” harfi, pekçok farklı
insan ismi kadar, cansız varlıklara da (mesela silah) delalet
ediyor gibi yorumlanabilir. Böyle bakıldığında, “sin”in “şın”a girmediği bir zaman tasavvur edilemez.
Mesela Selman diye biri Şirvan’a, Sinan diye biri de Şiraz’a
girdiğinde, sin yine şın’a girmiş olur.
Bir mesele de şu, bizim Şam
olarak bildiğimiz şehir, Araplar için Dımeşk’tir.
Şam ise, Suriye, Ürdün, Filistin,
Lübnan ve Türkiye’nin güneydoğusudur.
Birşey bilen insan, bunu biraz tasrih eder, biraz müşahhas konuşur; soyut
ve genel ifadeler ise, falcı ve kâhinlerin her duruma uyan yuvarlak laflarıyla
aynı işlevi görür.
İbn Arabî’ye atfedilen ifade de aslında, kâhinlerin ve falcıların “genel konuşup özeli tutturmaya çalışma”
tekniğine benzemektedir.
Şarlatan kerameti böyle olur.
Keşf diye yutturmaya çalıştığı zırvalarında bir keramet olsaydı Mehdî
hakkında verdiği tarih doğru çıkardı.
*
“Artık vay o kimselerin
hâline ki, kitâbı elleriyle yazarlar da, sonra onu az bir fiyata
satabilmek için ’Bu, Allah tarafındandır!’ derler. İşte ellerinin
yazdıkları yüzünden onların vay hâline! Kazanmakta olduklarından dolayı da vay
onlara!” (Bakara, 2/79)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder