İbn
Arabî’nin el-Fütûḥâtü’l-Mekkiyye adlı
saçmasapan derleme ve zırvalar koleksiyonunun “23 yılda yazıldığının”, ve “eserdeki bütün bilgilerin” (Evet, bütün bilgilerin, Prof.
Mahmut Erol Kılıç, İbn Arabî’den naklen öyle diyor) ilâhî ilham (ilkā-i rabbânî ve imlâ-i ilâhî) mahsulü olduğunun iddia edilmesinin,
Eserin (Cebrail aleyhisselam’ın vahiy
getirmesine benzer şekilde) bir genç suretinde görünen Levh-i Mahfuz
tarafından yazdırılmış olması palavrasının atılmasının,
Böylece el-Fütûḥâtü’l-Mekkiyye adlı çoğu
anlamsız laf kalabalığından ibaret paçavranın Kur’an’a denk
kutsallıkta bir kitap gibi gösterilmeye çalışılmasının,
Keşf şampiyonu şarlatanın “altın ve
gümüş kerpiç” kıyaslamasıyla Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve
sellem ile boy ölçüşmeye kalkışmasının,
Evet bütün bu kepazelik ve saçmalıkların, İbn Arabî denen şarlatanın Rasulullah
s.a.s.’in yanısıra İslam’ın adeta adı konulmamış (resmen değil fakat fiilen)
ikinci peygamberi gibi konuşlandırılmasına hizmet ettiği açık.
*
İşte, İngiliz keferesinin bir The
Muhyiddin Ibn Arabi Society kurarak İbn Arabîcilik sapıklığını yaymaya
çalışıyor olmasının nedeni bu.
İslam’ı, Şeyh-i Ekber denilerek şişirilmiş
bir şarlatan balon vasıtasıyla dönüştürmeye, aslını ortadan kaldırmaya
çalışıyorlar.
Bir yandan Avrupa ülkelerinde birileri (mesela Charlie Hebdo) Peygamber
Efendimiz s.a.s.’i çirkin karikatür topçu birliğiyle hedef alıp araziyi işgale
hazır hale getiriyor, Kur'an yakılıp hakarete maruz bırakılıyor, diğer yandan İngiliz keferesi İslam anlayışımızı tümden bozmak için İbn Arabîci sapıklık
müfrezeleriyle yürüyüşe geçiyor.
*
Bir önceki yazıda, Prof. M.
Erol Kılıç’ın, TDV İslâm Ansiklopedisi için kaleme
almış olduğu “el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye” maddesinde şunu yazmış olduğunu görmüştük:
“İbnü’l-Arabî’nin,
daha sonra Mekke Şerifi Yûnus b. Yûsuf’un kızı Fâtma’dan doğan oğlu İmâdüddin
Muhammed el-Kebîr’e verdiği bu ilk nüshayı [el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye’nin
ilk nüshası] tamamlayınca ciltsiz ve cüzler halinde
Kâbe’nin damına koyduğu, bir yıl boyunca orada kalan esere yağmur ve fırtınaya
rağmen hiçbir şey olmadığı rivayet edilir (Şa‘rânî, el-Yevâḳīt ve’l-cevâhir, s. 12; Kārî el-Bağdâdî, s. 57). Bu nüsha bugün
mevcut değildir.”
İbn Arabî’nin kerameti gibi anlatılan bu masalı, İngiliz'in Gözde Şeyhi İbn Arabî adlı
(internetten okunabilecek ve indirilebilecek) kitabımızda konu edinmiştik.
Aynı şeyi Cübbeli Ahmet diye bilinen medya şovmeni de
diline dolamış.
“Fütuhât-ı
Mekkiyye isimli o hacimci ve değerli eserini Allâh-u Teâlâ’nın kabul
edip etmediğini ortaya çıkarmak için yazma eserin tamamını bir sene boyunca
Kâbe-i Muazzama’nın tavanında bıraktığı halde o kadar rüzgarlar ve yağmurlara
rağmen kitabının bir yaprağı dahi bozulmayan” bir İbn Arabî’den bahsediyor..
Bir defa, bu şarlatanın böyle yapması, yazdığı eserin ilâhî bir
işaretle vs. yazılmış olması iddiasının yalan olduğunu, kendisinin, kitabını yazdığı sırada, yaptığı işin doğru mu yanlış
mı olduğu konusunda bir fikrinin bulunmadığını gösterir.
İkincisi, bu ifadeler “kendinden
menkul keramet” durumunda.. Bozacının şahidi (şıracı bile değil) yine kendisi..
Üçüncüsü, bir insanın, eserini Allahu Teala’nın kabul edip etmediğini
anlamasının, yukarıda anlatılan türden bir yolu yoktur.
Bunu yapan insanın herşeyden önce aklından şüphe edilir.
Dördüncüsü, bir insan bir eser yazmışsa, ve bu eserini yayıp yaymama
konusunda mütereddit ise, yapması gereken şey, istişare
ve istihareye başvurmasıdır. Eserin içerdiği konuların uzmanı
olan kişilerle istişare edilir, fikirleri alınır; insan yine de mutmain
olamıyorsa, istihare yapar. Şeriat’e (Sünnet’e) uygun olan budur.
Yukarıdaki örnekte ise, adam bir kitap yazıyor, sonra da yaptığı işin
Allahu Teala’nın rızasına uygun olup olmadığını anlamak için hurafe ve bid’at kabilinden bir yol icat ediyor.
Senin yazdığın kitap çürüse ne olur, çürümese ne olur!
Söz konusu nüsha bugün mevcut olsaydı, sonradan kitapta (yaklaşık üçte
biri) ne gibi değişiklikler yapmış olduğu anlaşılırdı.
*
Prof.
Kılıç, TDV İslâm Ansiklopedisi’nin “İbnü’l-Arabî, Muhyiddin”
maddesinde keşf kalpazanının hayat hikayesini özetledikten sonra “Üslubu”
başlığı altında şunları söylüyor:
İbnü’l-Arabî eserlerini herhangi bir müellif
gibi düşünüp taşınarak yazmadığını, bu eserlerde yer alan bilgilerin zihinsel
ürünler olmaktan ziyade birer “ilâhî imlâ” olduğunu özellikle
vurgular (el-Fütûḥât, I, 59). Bu tür bir biliş tarzıyla
sahip olunan bilgileri yazıya geçirirken yaşadıklarını bir doğum sancısına
benzetir ve bütün eserlerinin, ya Allah’tan gelen mevâridin kalbini
yaracak ve ciğerlerini parçalayacak hale geldiğinde daha fazla dayanamayıp
bunlardan zaptedebildiklerini kaydetmek suretiyle veya hakikatin
doğrudan doğruya mükâşefesiyle yahut da bizzat Allah’ın emriyle
imkân dairesine geldiğini söyler (a.g.e., III, 477). Rûhulemîn (Cebrâil, bk. eş-Şuarâ 26/193)
kalbinin üzerine indiğinde beşerî terkibinin dağıldığını, kendisine zan, tahmin
ve şüpheden arınmış bilgiler verdiğini belirtir (et-Tenezzülâtü’l-Mevṣıliyye, s. 7). Hatta bu sebeple kitaplarında yer yer
düzensizliklerin göze çarpabileceğini, ancak bunların kendi iradesiyle
olmadığını da vurgular. Nitekim el-Fütûḥât’ın usulden bahseden 88. bölümünün mantıkî olarak
şimdi bulunduğu yerden daha önce gelmesi gerektiğini, ancak tıpkı Bakara
sûresinden talâk, iddet ve nikâhla ilgili âyetlerin orta yerinde,
“Namazlarınızı ve orta namazı muhafaza ediniz” (el-Bakara 2/238) âyetinin
gelmesi gibi bunun da kendi iradesi dışında bu şekilde yerleştirildiğini
belirtir (el-Fütûḥât, I, 59-60; II, 163). … Ciltler tutan
eserleri bulunan müellifin müsvedde yapma âdeti olmadığını ve bütün yazılarını
kendisine geldiği gibi kaleme aldığını söylemesi de ilginçtir (a.g.e., IV, 611).
İlk cümleden başlayalım.
Eserlerini herhangi bir müellif gibi düşünüp
taşınarak yazmadığı kesin, kitabı için “doğrularla yanlışların
harmanlandığı, akletmeden ve düşünmeden yazılmış zırvalar demeti” demek daha
doğru olur.
Dolayısıyla kitabındaki ifadelerin zihinsel ürünler olmadığı “işkembesel
ürünler” olduğu söylenebilir.
Onların “ilâhî imlâ” mahsulü olduğu iddiası ise Allahu Teala’ya yapılmış
bir iftira kabul edilebilir.
İkinci cümleye geçelim.. Yazdıklarının bir kısmı Allah’tan gelen
mevâridmiş (Allah tarafından varid olan / ortaya çıkan şeylermiş).. Bunlar kalbini
yaracak ve ciğerlerini parçalayacak hale geldiğinde daha fazla dayanamıyor ve
onlardan zaptedebildiklerini kaydediyormuş. Yani zaptedemedikleri buhar oluyor.
Lafa bak, bu mevarid kalbini yaracak ve ciğerlerini parçalayacak hale geliyormuş..
Vatandaş kurnazlıkta yekta.. Zırvalarının, “Zavallı ne yapsın,
kalbi mi yarılsın, ciğerleri mi parçalansın?!” denilerek baş tacı edilmesi için
edebiyat paralıyor.
Zırvalarının “Allah’tan gelen mevarid” olmayan kısmı da varmış.. Peki
bunlar Şeytan’ın vesvesi ve ilkası olabilir mi?.. Hayır, bunlar hakikatin
doğrudan doğruya (Allah tarafından olmayan) mükâşefesiyle ulaştığı
bilgilermiş.
Allahsız mükaşefe!..
Yazdıkları bazen de bizzat Allah’ın emriyle imkân dairesine geliyormuş.
Allahu Teala artık buna “bizzat” nasıl emir veriyorduysa?
Zırvanın bini bir para!
Şarlatan, daha önce aktardığımız gibi, el-Fütûḥâtü’l-Mekkiyye’si için “Allah’ın bizzat emir vermesi” ve “Allah’tan
gelen mevarid” hikayesi anlatmıyor, araya “vasıta” ve “aracı” olarak Levh-i
Mahfuz’u koyuyordu; sonradan tümden zıvanadan çıkıp gemi azıya almış, işi büyütmüş, ayağı arasıra bile yere değmeden uçmaya
başlamış..
Tut
tutabilirsen!
*
Üçüncü cümleye geçelim:
“Hatta bu sebeple kitaplarında yer yer
düzensizliklerin göze çarpabileceğini, ancak bunların kendi iradesiyle
olmadığını da vurgular.”
Böylece şarlatan soytarı “Ben beceriksiz bir yazarım, kafam karışık,
yazılarım da bu yüzden darmadağın, çorba gibi” demek zahmetinden kurtuluyor!
Adama Allah’tan öyle emir gelmiş, ne yapsın!
Düzensizlik kusuru kendisinden değil, haşa Allah'tan..
Ancak aynı soytarı, ölümünden önce dört yıl boyuncu kitabında düzeltmeler,
ekleme ve çıkarmalar yapabiliyor.
Sahtekâr soytarı, madem yazan sen değildin, sana yazdırılıyordu, yazılmış olanları olduğu gibi bıraksaydın ya!
Diyeceğin başka birşey vardıysa ayrıca
yazaydın!
*
Bir sonraki cümleye geçelim:
Nitekim el-Fütûḥât’ın usulden bahseden 88. bölümünün mantıkî olarak
şimdi bulunduğu yerden daha önce gelmesi gerektiğini, ancak tıpkı Bakara
sûresinden talâk, iddet ve nikâhla ilgili âyetlerin orta yerinde,
“Namazlarınızı ve orta namazı muhafaza ediniz” (el-Bakara 2/238) âyetinin
gelmesi gibi bunun da kendi iradesi dışında bu şekilde yerleştirildiğini
belirtir (el-Fütûḥât, I, 59-60; II, 163).
İstikşafî sahtekâr, yerini değiştirsen kim sana ne diyecekti?
Böylece, İblis’in bu kurnaz müridi, “Benim kitabım Kur’an’a
eşdeğer; tıpkı onun gibi bir kitap” mesajını vermiş oluyor.
*
Son cümle:
“Ciltler tutan eserleri bulunan müellifin
müsvedde [temize çekilmemiş ilk nüsha; karalama] yapma âdeti olmadığını ve
bütün yazılarını kendisine geldiği gibi kaleme aldığını söylemesi de
ilginçtir.”
Evet, ilginç.
Soytarının sadece utanmaz bir yalancı olduğunu göstermesi bakımından değil,
aynı zamanda herkesi akletmez salak zannediyor olduğunu ispatlaması bakımından
da ilginç.
Madem müsvedde yapma adetin yoktu, neden ölmeden önce dört yıl boyunca
kitabını (ekleme ve çıkarmalarla, düzeltmelerle) temize çektin.
İlk nüshaya niye müsvedde muamelesi yaptın.. Onu aynen istinsah
etseydin, kopyalasaydın ya!
Bütün yazılarını kendisine geldiği gibi kaleme almışmış!
Soytarıdaki bu bütün bir ümmeti enayi yerine koyma cüretine mi
şaşırmalı, yoksa böyle bir aşağılık yalancıyı “velî” diyerek yücelten aklını
kiraya vermiş (ya da yitirmiş) salaklara mı?
*
“Artık vay o kimselerin hâline ki, kitâbı elleriyle yazarlar da, sonra onu az bir fiyata satabilmek için ’Bu, Allah tarafındandır!’ derler. İşte ellerinin yazdıkları yüzünden onların vay hâline! Kazanmakta olduklarından dolayı da vay onlara!” (Bakara, 2/79)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder