Dr. Nurullah Çakmaktaş’ın “Dini
Radikalizmin Ana Akım İslamcılara Yönelttiği Tenkitler” başlıklı
makalesinde yer alan şu satırlar İslam dünyasında yaşanan temel tartışmalara
ışık tutuyor:
Cihâdî
gruplar
bu gerilimi sadece “tağut” olarak
isimlendirdikleri müesses (kurulu) rejimlerle
yaşamamış, aynı zamanda yine teo-politik bir hareket olan ana akım İslamcılarla da bu konu etrafında anlaşmazlıklar
yaşamışlardır. Onlar, başta İhvan-ı
Müslimin olmak üzere ana akım İslamcıların, yeni ulus devletlerince oluşturulan anayasaları
kabul etmelerini şiddetle eleştirmiştir. Mesela; ana akım İslamcılık
düşüncesinden ayrışmanın miladı kabul edilen ellili ve altmışlı yıllardaki
hapishane tecrübesi neticesinde Seyyid
Kutup’un formülleştirdiği “cahiliye” ve “hâkimiye” teorileri, bir taraftan yeni kurulan (Mısır’daki) Nasır rejimini tanımlamaya yönelik bir
çabayken diğer taraftan da zımnen İhvan’ın söz konusu rejime karşı benimsediği
tutumun eleştirisi olarak ortaya çıkmıştır. Zira Kutup’un “hâkimiye” düşüncesi,
İslam’ın pratik hayatı düzenlemeye
yönelik önerdiği hukuki sistemin (Şeriat) görmezden gelinmesine bir tepki
olarak teşekkül etmiştir. Zira ona göre günümüzde insanların “cahiliye” içinde
yaşamaları, Allah’ın, yeryüzündeki otoritesi ve ulûhiyetinin en belirgin
özelliklerinden olan “hâkimiyet”i hususunda haddi aşmalarından
kaynaklanmaktadır (Kutup, 1979, 8).
Kutup’a göre; günümüzde tüm toplumların “cahiliye
toplumu” kapsamına girmesinin nedeni ise onların Allah’tan başkasının
ulûhiyetine inanmaları veya ondan gayrısına tapınmaları meselesi değildir.
Mesele, söz konusu bu toplumların pratik
hayatlarını düzenlerken Allah’a kulluğun gereklerini yerine getirmemesidir.
Bu toplumlar her ne kadar Allah’tan başkasını doğrudan doğruya tanrılaştırmamış
olsalar da onlar kanunlarını,
yasalarını, ilkelerini, değer yargılarını, adetlerini, geleneklerini ve bütün
yaşamsal değerlerini Allah’tan başkasının hâkimiyetine teslim etmektedir.
Bu ise ulûhiyetin en belirgin özelliklerinin ihlal edildiği anlamına
gelmektedir (Kutup, 1979, 91-92). Ana akım İslamcılık düşüncenin en önemli
temsilcisi kabul edilen İhvan-ı Müslimin içinde yetişen Seyyid Kutup’un bu
düşünce örgüsü aslında İhvan’ın sahip olduğu teo-politik düşünceye bir tepki
olarak da okunmalıdır. Nitekim sonraki yıllarda İhvan genel Mürşidi Hasan el-Hudeybi’nin “Davetçiyiz, Yargılayıcı Değil” isimli
kitabını Kutup’un bu düşüncelerine reddiye olarak kaleme aldığı iddia
edilmiştir (Zollner, 2009, 65-66).
Mesele,
salt cihadî grupların kurulu rejimleri (düzenleri) tağutî diye nitelendirmelerinden ibaret değil.
Tağut kavramını
bu gruplar icat etmiş değiller, Kur’an’da yer alıyor.
Kurulu
düzenler nasıl Kur’an’ın hükümlerini
hayattan silip atmaya çalışıyorlarsa, Kur’an dilini de unutturmaya çalışıyorlar.
Cihadî
denilen gruplar ise, “Kur’an’ın hükümlerini hayata
geçirmeye gücümüz yetmiyor, hiç değilse ‘dil’ini
unutmayalım, kâfirlerin ıstılahatıyla/terminolojisiyle değil, Kur’an
terimleriyle düşünelim” diyorlar.
Merhum
Elmalılı Hoca’nın muhalled tefsirinin adını “Hak Dini Kur’an Dili”
koymuş olması sebepsiz değil.
*
Seyyid Kutub’un “cahiliyet” ve “hakimiyet” “teori”lerinden söz etmeye gelince..
Bunlara ona ait teori demek yanlış.
Merhum
Kutub’un yaptığı şey, Kur’an terimlerini hatırlatmaktan
ibaret.
Ortada
bir teori varsa, bu, Allahu Teala’nın “teorisi”..
Allahu
Teala’nın bildirimleri (Popper gibi konuşmak gerekirse) “yanlışlanma”ya açık (ve yanlışlanmaya açık olduğu için de bilimsel
değer taşıyan, bilimsellikleri, yanlışlanabilir nitelikte tezler olmalarından
kaynaklanan) teoriler değildir..
Mutlak
gerçektir. Cehennem bileti almak isteyenler tarafından inkâr edilebilirler, fakat yanlışlanamazlar.
"İslam’ın
pratik hayatı düzenlemeye yönelik önerdiği hukuki sistemin (Şeriat’in)" görmezden gelinmesini “cahiliyet” davası olarak nitelendiren
Seyyid Kutub değil ki..
Allahu
Teala..
*
Allahu Teala’nın “hakimiyet”i
meselesine gelince..
Allahu
Teala’nın kâinat üzerindeki hakimiyetini (özünde deistçe bir mantıkla), yaratması ve yarattığı herşeye bir (“âdet” ya da “doğa yasası” diye adlandırılan) “doğal süreklilik” vermesi ile
sınırlandırmak, hakimiyetini ontolojik düzleme hapsetmek; O'nun uluhiyetini
(ilahlığını, tanrılığını) “sosyal
tanrılar (putlaştırılmışlar, tağutlar)” lehine sınırlandırmak olur.
Bu,
şöyle birşey demek gibidir: “Doğa tanrısı başka, sosyal tanrı ya da tanrılar
başka.”
Allahu
Teala insana akıl ve irade vermiş, (bir tür duygu sahibi canlı robot olan) hayvanlar gibi içgüdüye mahkum etmemiştir.
İnsanın
yeryüzünde halife olması bu akıl ve
iradeden kaynaklanır.
İnsanın
“imtihan”da oluşunun esasını da yine
bu akıl ve irade oluşturur.. Halifeliğin hakkını verecek midir, vermeyecek
midir?
İnsan,
Allahu Teala’yı uuttuğunda, yani sosyal
alanda Allahu Teala’nın hükümlerine riayet etmesi gerektiğini kabul
etmediğinde, halifelik yerine tanrılık davasına kalkışmış olur.
Allahu
Teala insana bu imkânı vermiştir.. Bu, insanın Allahu Teala’ya haşa kafa
tutabilecek kadar güçlü olmasından değil, imtihanın
doğasından kaynaklanmaktadır. İmtihan edilen kişi zorlamaya maruz kalmaz, (belirli bir süreyle kayıtlı olmak üzere) serbest
bırakılır.
Her
bir insan bu dünyada “ömür” süresince
serbesttir.. İnsanlık Kıyamet’e
kadar bu serbestiyete sahiptir.
*
İhvan’ın
mürşid (şeyh) geçinen budalalarından
Hasan bilmem ne’nin kitabına
gelelim..
Davetçiymiş, yargılayıcı
değilmiş..
Aptal
adam, her davet yargılama ile başlar.
Bir
adamın davete muhtaç olduğuna onu yargılamadan, onun hakkında hüküm vermeden
nasıl karar verebilirsin?!
Davet,
“Kör tuttuğunu öper” tarzı yapılan birşey midir?
Mesela
adamı şirk konusunda uyaracaksın
diyelim, onda şirk emaresi bulunduğuna hükmediyorsun ki bunu yapıyorsun.
Yargılama
üzerine kurulu olmayan bir davet, "riyakâr işgüzarlık" değilse aptallıktır..
*
Bu
“hakimiyet” meselesi, İslam
dünyasındaki “müesses” rejimlerin hassas
nasırı durumunda..
Laik
(ya da laikleşme heveslisi) rejimlerin hepsi, Allahu Teala’nın hakimiyetini “ontolojik” alana hapsetmeye çalışmakla
meşguller.
Bu
kabul edildiğinde zihniyet (itikad)
düzeyinde mesele hallolmuş oluyor.
Söz
konusu laik (siyasal dinsiz) rejimlere
Batılılar da bu yönde akıl veriyor, yol gösteriyor, “Maşallah çağdaşlaşıyorsunuz,
özgürleşiyorsunuz, uygarlaşıyorsunuz, Ortaçağ zihniyetinden kurtuluyorsunuz,
size hayranlık duyuyoruz” filan diyerek onları gaza getiriyorlar.
Evet, bu hakimiyet meselesi önemli.. Allahu Teala’nın hakimiyetini ontolojik alanla sınırlandırıp sosyal alanda hakimiyeti “millet” denilen (pratikte neye karşılık geldiği belirsiz) kavramın tekeline verdiğinizde, laiklik heykelinin yapımını tamamlamış oluyorsunuz.
(Evet, milletin neye karşılık geldiği, neye tekabül ettiği belirsizdir.
Mesela Türkiye’de millet, Şeriat istediğinde, "demokratik" darbe ile
başı ezilmesi gereken “millet düşmanı”
haline gelmiş olur. Demek ki millet, gerçekte millet değil. O kadar ki, bazılarının gözünde millet ile zillet arasındaki fark sadece bir harften ibarettir: "Benim güdümümdeysen milletsin, değilsen zilletsin." “Milleti millette demen, millette değüldür /
Bir millet vardır millette, milletten içerü.” )
*
Türkiye’de
“hizmet” şampiyonu Fethullahçılar böylesi
bir laikleşmeye hizmet ettiler.
Bundan
25 yıl önce düzenledikleri bir Abant
Platformu toplantısının konusu buydu.
O
zaman, Sağduyu gazetesindeki köşemde, 20 Temmuz 1998 günü şunları
yazmıştım:
ALLAH’IN HAKİMİYETİ, MİLLETİN
HAKİMİYETİ
“İrticacı” vali ve kaymakamların Mesut Yılmaz hükümeti
tarafından defterlerinin dürüleceğini dünkü gazetelerden birinde okurken,
“sanal gerçeklik” kavramı üzerinde bir kere daha düşünme imkanı buldum.
Allah’ın hakimiyetini “ontolojik” düzlemle sınırlayan
Abant Bildirgesi‘nin milletin hakimiyetine yaptığı vurgu,
“siyasal” alandaki “gerçek” BÇG (Batı Çalışma Grubu) etkisinin yanında “sanal
gerçeklik” olarak kalıyordu.
Bir zamanlar Medine Vesikası’ndan hareketle estirilen
“sözleşme” furyası, Abant Toplantısı’nda yerini “milletin hakimiyeti”ne yapılan vurguya bırakmıştı. Fakat düşünce
alanında sergilenen bu geniş mezhepliliğe paralel olarak, sosyal hayatta
karşılaştığımız baskılar dramatik biçimde artıyordu.
“Sözleşmeciler”, sözleşme edebiyatından vazgeçmek
zorunda kalmışlardı, çünkü sözleşme en az iki taraflı olurdu, kimse kendi
kendisine gelin-güvey olamazdı. Bu anlamsız zihin jimnastiği, eğer tek taraflı
sözleşme yapmak mümkün olsaydı, gazete ve dergi sayfalarının boş laf
koleksiyonuna katkıda bulunmayı sürdürecekti; ama iş tek taraflı olunca,
sözleşme değil, aç tavuğun kendisini darı ambarında sanması olayı yaşanıyordu.
Aydınlarımız bol keseden
“kaynaklara dönüş” edebiyatı yapmış, sonunda döne döne Hobbes, Locke ve
Rousseau gibi isimlere ulaşmışlardı. Kur’an’ın
sesine kulak veren yoktu:
“Müşriklerle nasıl sözleşme olabilir ki, size galip
gelseler hakkınızda ne bir yemin gözetirler, ne de bir sözleşme. Ağızlarıyla
sizi razı etmeye çalışırlar. Fakat kalbleri buna karşıdır. Onların çoğu
insanlıktan çıkmış fasıklardır.” (9/8)
*
Ontolojik düzeyde Allah’ın hakimiyetine yapılan
vurgunun ardından siyasî alanda hakimiyeti millete tahsis etmek, teorik olarak
çok güzel bir çözüm olarak görünebilir, fakat pratikte seküler
düşüncenin “din”e galebesinden başka birşey değildir.
Siyasî alanda hakimiyet kayıtsız şartsız milletin
olduğunda, Allah’ın kâinat üzerindeki hakimiyetini kabul edip etmemek kimsenin
umurunda olmaz. Çünkü sizin milletin hakimiyetine teslim olmanız malum,
onların Allah’ın ontolojik hakimiyetini kabul ettikleri ise daima meçhuldür.
Milletin hakimiyeti katı gerçeğin ta kendisi, Allah’ın
ontolojik hakimiyeti ise vicdanlara gömülmüş bir meseledir.
Kur’an‘da ırk
anlamında “millet” kelimesi geçmez, ama aşiretlerden sözedilir. Allahu Taala,
insan üzerinde kabilesinin hâkim konumda olmasını kabul etmez:
“De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz,
karılarınız, aşiretleriniz, kazandığınız mallar, geçersiz olmasından
korktuğunuz bir ticaret ve hoşunuza giden meskenler, size Allah ve Resulü’nden
ve hak yolunda cihaddan daha sevgiliyse, artık Allah’ın emri (azabı) gelinceye
kadar bekleyin! Allah fasık bir kavme hidayet vermez.” (9/24)
Mücadele Suresi’nin 22’nci ayet-i kerimesinde de,“Allah’a
ve Peygamberi’ne muhalefet eden” aşiretiyle mü’minin bir bağının
olamayacağı belirtilir:
“Allah’a ve ahiret gününe iman eden hiçbir kavim
bulamazsın ki, Allah’a ve Peygamberi’ne muhalefet edenlerle dostluk etsin.
İsterse o muhalifler babaları veya oğulları veya kardeşleri veya aşiretleri
olsun. İşte Allah bunların kalblerine imanı yazmış ve kendilerini, tarafından
bir ruh ile kuvvetlendirmiştir. Onları altlarından ırmaklar akan cennetlere
koyacak, orada ebedî olarak kalacaklardır. Öyle ki, Allah onlardan razı, onlar
da Allah’dan razıdırlar. İşte bunlar Allah’ın fırkasıdırlar. Dikkat edin! Hiç
şüphesiz Allah’ın hizbi, zafer bulanların ta kendisidir.”
Hak, hakikat ve hidayetin kaynağı bellidir: Kur’an ve Sünnet. Bunlara
aykırı olarak ortaya konulacak her yenilik bid’attir, her bid’at de
sapıklıktır.
Kaldı ki, dönüp dolaşıp insanı kavim, kabile ve
aşiretine itaate çağıran, hakimiyeti onlara veren bir anlayış yeni bile
değildir.
Merhum Prof. Dr. Ali Fuat Başgil, “Gençlerle Başbaşa” adlı eserinde,
gök kubbe altında yeni bir görüş bulunmadığını, her yeni fikrin eski bir
düşüncenin değişik ifade edilmiş biçimi olduğunu söyler. Doğrudur.
İbn Haldun da, geçmişlerin geleceklere, suyun suya
benzemesinden daha fazla benzediğini söylerken, zannediyorum sadece olayları
kastetmiyordu, insanların düştükleri fikrî yanılgıları da buna dahil ediyordu.
*
Hakimiyet meselesi bugün olduğu gibi geçmişte de
tartışılmıştır elbette, tıpkı suyun suya benzediği gibi.
Dinî tartışmalarda Osmanlı vs. örneğinin delil olarak kıymet-i harbiyesi bulunmaz,
çünkü Osmanlı gibi örnekler şer’î
deliller kapsamına girmez.
Hakimiyet meselesiyle Haricîler’in “hakem” meselesinin de bir ilgisi
yoktur. Hz. Ali, bütün bir Arap milleti bir araya gelseler de Kur’an ve Sünnet’e aykırı bir
hükmü benimseselerdi, onlarla yine mücadele ederdi, “Hakimiyet milletindir”
diye düşünmezdi.
Üstelik, hâkimiyeti teorik olarak millete atfetmeniz,
pratikte de bunun böyle olduğunu göstermez. Bugün acaba milletin tercihleri mi
ülke üzerinde daha belirleyicidir, yoksa (Deniz Kuvvetleri Komutanlığı
bünyesinde kurulmuş illegal) BÇG’nin mi? Ülkenin gerçek meselesi
budur. Tartışılması gereken budur.
Bir, milletin tercihleri vardır, bir de Allah’ın emir
ve yasakları. Milletin hâkimiyeti ve tercihleri ancak mübah alanda geçerlidir.
Kaldı ki, bahsedilen ilkeler evrensel olmak zorundadır.
200 milyon müslüman Çinlinin yaşadığı Çin’de hâkimiyet acaba kimin olmalıdır?!
Budist Çin milletinin mi?!
Tabiî ki bugün ülkemizde laik bir rejim yürürlüktedir
ve kimse İslâm’a göre yaşamak zorunda değildir, ama bu, İslâm’ı rejime
uydurmaya çalışma hakkı vermez kimseye.
Kur’an ve
Sünnet yerinde duruyor. “Devrim” yapan ancak kendi kanaatlerinde yapmış olur.
*
Bunları
yazdığım sıralarda hemen herkes (bugün FETÖ
diye adlandırılan) Fethullahçı grupla can ciğer kuzu sarması modunda dostluk
ilişkisi yaşıyor, şimdilerde hakaretler savurdukları Gülen’i “Hocaefendi” diye saygıyla anıyorlardı.
Onlar
kendilerini biliyorlar, isimlerini saymayalım.
Fethullah’a
tepki gösterenler de vardıysa da çoğunluğu, “hizmet yarışı”nda ondan geri
kalmaktan dolayı içerleyip kahırlanan, “düzenin nimetleri”nden Fethullahçılar
kadar yararlanamayan, “Pastadan bize de pay bırak” diyenler oluşturuyordu.
Fethullahçı
gruba İslamî hakikatler için, Allah için tepki gösteren az sayıdaki kişi ise,
(FETÖ içindeki “düzen”baz MİT’çilerin de
gaz vermesiyle) FETÖ’nün (Fethullahçı Takiyye Örgütü’nün) hedefi haline
geliyordu. (FETÖ’cüler “radikal” buldukları bazı müslümanlarla uğraşarak “düzen”in
gözüne gireceklerini, “düzen”in dikkatini kendilerinin üzerinden uzaklaştıracaklarını zannediyorlardı fakat işler umdukları gibi gitmedi. Kullanıldılar ve efendilerine efendilik taslayacak kadar fazla büyüdükleri düşünülünce defterleri dürüldü.)
*
Sağduyu gazetesindeki bu
tür yazılarımdan dolayı Fethullahçıların beni hedefe koymuş olduklarını
düşünebilirsiniz.. Koymadılar..
Fakat,
Fethullahçılardaki bu itikadî boyuta
kadar varan savrulmayı zevkten dört köşe izleyen derinler benim bu tür yazılarımdan rahatsızdılar..
Bundan
dolayı, içinde bulunduğum cemaatin (İskenderpaşa’nın,
Hakyolcuların) bünyesindeki derin
elemanların ayak oyunlarıyla baş etmeye çalışmak zorunda kaldım..
O
kadar ki, 28 Şubat yüzünden yurtdışında bulunan Esad Efendi’nin Türkiye’de cemaatin sırtına binmiş olan oğlu Nureddin, bana, Necdet Yılmaz
vasıtasıyla “Yazılarında ayet meallerine yer vermesin” diye talimat
gönderiyordu.
[Bu şeyh taslağı babasının ölümünden sonra bir taraftan Kur’an meali satmak suretiyle ayet ticareti yapıp cebini doldururken diğer taraftan kurduğu Sağduyu Partisi’nde siyaset alanında “dinî (İslamî) değerlere” sırt çevirdiğini ilan edecek, o değerlerin yerine, neye karşılık geldiğini bir tek kendisinin bildiği “dinî değersiz sağduyu” ile “herkesin kendi ideolojisine göre bağımsız olması” hurafesini oturtacaktı.. Cemaatten herhangi bir tepki gelmeyince de 2011 yılında düzen partisi MHP’nin boz kurtuna biat edecekti..
Tam da MHP’nin 15 kişilik yönetim
kadrosundan 10 kalantorun boz kurt tipi “uçkurist”
kasetler dolayısıyla siyasî mevta haline geldikleri sırada..
Mevlana ve
Şeyh Sadî gibi zatlar, yandaşlık ve
yoldaşlığın ortak paydalardan
kaynaklanacağını söyler, örnek olarak da bir leylek ile karganın birlikte
uçması örneğini verirler.. Örnekteki bu birliktelik bir arifin hayretini mucip olur.
Sonra yere kondukları zaman fark eder ki ikisi de topal..
Ortak
özellikler, ortak paydalar..
MHP ile Nureddin söz konusu olduğunda bunlar neler olabilir?.. Birlikte "uçma"larını hangi ortak özellikleri sağlıyor?
Görünüşe göre ortak payda, boz kurt totemine
olan ortak bağlılık..
Peki,
MHP’nin arkasındaki derinler Nureddin’e böylesi bir “ev ödevi” vermiş
olabilirler mi?.
Yine,
Sağduyu Partisi’ndeki zırvalar da cemaati
“laikleştirme” hedefi doğrultusunda derinler tarafından yazdırılmış şeyler
olabilir mi?..
Gerçek
şu ki, Sağduyu Partisi’ndeki ifadelerin ortaya koyduğu itikadî savruluş ve sapma, Fethullahçıların Abant Bildirgesi’ndekinden daha açık ve
daha çirkin..
Ancak
Nureddin’in bir Fethullah gibi “dış güçler” tarafından keşfedilip istihdam edilme,
ABD’de ağırlanma şansı yok.. Bunun nedeni Fethullah’la kıyaslandığında çapsız,
silik, kifayetsiz, yetersiz, sönük ve boş olması..
Dolayısıyla
MHP’nin müttefiki “aziz başkan”ının
emrinde “yerli milli” ve de “düzen”baz kalmak dışında bir seçeneği bulunmuyor.]
*
Çakmaktaş’ın
makalesini okumaya devam edeceğiz inşallah.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder