Şeyhülislam’ın
Mevkıfu’l-Akl
adlı eserinin üçüncü cildinin ilgili bölümü “Âlemin (evrenin) Allah
karşısındaki konumu” başlığını taşıyor.
Söze,
vahdet-i vücut anlayışının “Allah ile âlemin birleşikliği (ittihadi)” inancına
dayandığını, ve aklın bedahetinin, özellikle de muvahhid Müslümanın aklının, her ne kadar sufîlerden birçoğu bu düşünceyi
savunmuşlarsa da, onu reddettiğini söyleyerek başlıyor. (Mustafa Sabri, Mevqıfu’l-‘Akl,
C. 3, 2. b., Beyrut 1981, s. 85; Mustafa Sabri Efendi, Mevkıfu’l-Akl, C. 3, çev.
Hüseyin Nohut, Sontra/Almanya 2023, s. 84.)
Ve
insanların birçoğunun bu sûfîleri usûlü’d-dîn âlimlerinden daha üstün bir
mertebede gördüklerine, onlar vasıtasıyla “Doğu’nun
eski bir dalâleti”nin bazı müslümanların inancına girdiğine dikkat çekiyor.
(Mevqıfu’l-‘Akl,
C. 3, s. 86; Mevkıfu’l-Akl, C. 3, s. 85.)
*
Bu
“sufîlerin usûlü’d-dîn âlimlerinden üstün mertebede kabul edilmesi” meselesi
önemli.
Sufîlerin
(gerçek sufîlerin, günümüzde sayıları çoğalmış olan “sufîlikten nasipsiz
tarikatçılar” kalabalığının değil), nefsi terbiye ve tezkiye konusunda
söyleyecek sözleri bulunmakla birlikte, itikad bahsinde (şayet kelam ilminde bir
İmam Matüridî gibi içtihat
mertebesine ulaşmamış iseler) konuşmaya hakları yoktur.
Yani
“keşf”lerine dayanarak itikadî konularda ileri geri konuşmaya
hakları bulunmamaktadır.
Tıpkı
fıkıh alanında olduğu gibi..
Bir
sufî, bir İmam-ı Azam, bir İmam Malik gibi fıkıhta
derinleşmemişse, tutup “keşf”ine
dayanarak fetva vermeye kalkışamaz.
Amelî
hususlarda keşfine dayanarak ileri geri konuşmaya hakkı bulunmayan bir adamın
itikadî konularda konuşma hakkı hiç olamaz.
Bu
noktada keşf ü keramet sahibi olarak
bilinmenin bir önemi yoktur.
Bir
sufînin salt “keşf ü keramet”ine dayanarak itikat ve fıkıh konularında ahkâm kesmeye
hakkı bulunmadığı gibi, o şekilde ahkâm kesmiş olan bir başka sufinin (“Bunlar irfan sahibidir, bir bildikleri vardır”
diyerek) peşine düşmesi de kendisine helal olmaz.
Çünkü,
keşf menşeli iddiaların itikat açısından değerinin sıfır olması bir yana,
itikatta delilsiz, senetsiz sepetsiz “taklid”in
“günah” olduğu kesindir.
*
Böyle
davranan biri isterse keşf ü kerametiyle tanınan biri olsun, durum değişmez.
Mesela
Akşemseddin’i alalım..
İstanbul’un
fethini müjdelemesi, Ebu Eyyub el-Ensarî r. a.’in kabrini keşfetmesi gibi
“keramet”leri var. Ancak, bu tür “dünyevî”
sayılabilecek keşfler, sahibinin itikadî ve fıkhî meselelerdeki “keşf”lerine
de itibar edilmesini gerektirmez. Mesela Naima Tarihi’nde anlatıldığı üzere
Lala Mustafa Paşa, İran seferi sırasında Kars’ta, kendisinin ve bir çavuşun
gördüğü rüya üzerine Ebu’l-Hasan-ı Harakanî k. s.’nun kabrini “keşf” etmiş ve
üzerine bir türbe, yanına da bir cami yaptırmış bulunuyor. Bu keşfi Lala
Mustafa Paşa’yı ne peygamberler gibi “masum” bir insan haline getirir ne de her
sözünü ve kanaatini dinde “delil” katına yükseltir. (Yeri gelmişken burada bir
hususu da belirtelim: Ebu’l-Hasan-ı Harakanî, Nakşbendiye ve Yeseviye
tarikatlarının silsilelerinin kendisine ulaştığı büyük bir zattır. Böyle
olmakla birlikte İmam-ı Rabbanî Mektubat’ta onun bir sözünü tenkit
etmekte ve reddetmektedir. “Benim pirimdir, şeyhlerimdendir, her sözünü tasdik
etmeliyim, yoksa edepsizlik etmiş olurum vs.” dememektedir.)
Bir
insanın keşf ü kerametinin bulunması, onun bir peygamber gibi “masum” ve de “dinî konularda yanılmaz” bir insan gibi kabul edilmesini
gerektirmez.
Diyelim
ki böyle bir insan, kalan ömründe bir “masum”
gibi hiç günah işlemeden yaşadı ve dinî konularda da yanılmadı, yine de sizin
ona “yanılmazlık ve masumiyet” atfetmeniz caiz olmaz. Böyle düşündüğünüz anda
siz sapıtmış, yoldan çıkmış olursunuz.
Ve
keşf adına itikatla ilgili bir şey söylediği zaman da onun o sözlerine değil,
kendi (delil eksenli) araştırma ve tahkikinize dayanmakla, onu “taklid”
etmemekle yükümlüsünüzdür.
Diyelim
ki müktesebatınız yetersiz olduğu için “tahkik” ehli olamıyorsunuz, “taklid”le yetinmek zorunda
kalıyorsunuz, o durumda da başvuracağınız adres Akşemseddin gibi sufîler
olmamalıdır, İmam Matüridî rh. a. gibi itikat alanının imamları olmalıdır.
Sufîlerin
kerametleri, onların şahsı için Allahu Teala’nın (bir imtihanı, bir sınaması
değil de) mahza bir lütfu olsa bile, senin için “imtihan” olmaktan çıkmaz.
Onları
ve sözlerini edille-i şer’iyye
katına yükseltmemen, onların da senin gibi “yiyip içen” aciz birer kul olduklarını
hiç unutmaman gerekir.
*
Vahdet-i
vücud felsefesinin Tanrı (Allahu Teala) ve âlem (evren, kâinat) hakkında yeni bir anlayış getirmiş olduğu
kesindir.
Bu
anlayış, Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’nin dikkat çektiği gibi, (anlatıldığı
şekliyle) ne “akıl ile idraki mümkün olmayan manevî/tasavvufî bir ‘hâl’"dir –Ki
o takdirde hiçbir şey söylemeyip susmaları gerekirdi-, ne de –ancak benzer bir
manevî keşf tecrübesi yaşamış olanların anlayabileceği türden- bir keşftir.
Kökleri İslam dışı felsefî akımlara
dayanan bir felsefedir; ve felsefe yapılarak savunulmaktadır.
Evet,
vahdet-i vücud düşüncesi, İslam düşünce geleneği (ve tasavvuf hareketi) içinde sonradan ortaya çıkmış yeni bir anlayıştır.
Yani
bid’attir.
*
Bu
konuyu “temel ilkeler” ve “usûl” açısından ele almak gerekir.
Olaya
ayrıntılar düzeyinde bakmak, “Yok
falan şöyle bir keşf yaşamış, yok filan büyük sufî, İbn Arabî için şöyle olumlu
ifadeler kullanmış” türünden ayrıntı kabilinden ve konunun özü ile alâkasız
lafları dikkate almanın bir yararı da, anlamı da yoktur.
Filan
veya falan âlim ya da sufînin ne dediğinin önemi bulunmuyor, önemli olan
Allah’ın Rasulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) ne demiş olduğudur.
Rasulullah
s.a.s.’in de kıyamete kadar gelecek olan her herzevekilin adını verecek hali
yok; herkesi onunla tartalım diye bize genel ilkeyi (ya da ölçüyü) veriyor:
“Sözlerin en doğrusu
Allah'ın Kitabı’dır, yolların en hayırlısı Muhammed'in yoludur. İşlerin en
şerlisi muhdes (sonradan ihdas edilmiş) olanlardır. Dine sonradan sokulan her şey bid'attır, her bid'at dalalettir,
her dalalet ateştedir.”
(Müslim, Cum’a: 43; Ebû Dâvud, Sünnet: 5; Nesâî,
Î’deyn: 22)
Evet,
vahdet-i vücutçuluğun İslam düşünce geleneği içinde sonradan ortaya çıktığı kesindir. Bid’attir.. Üstelik mesele amelî
de değil, itikadî nitelikte.. Adam
Allahu Teala hakkında (İslam dışı felsefelerin etkisiyle) “yeni bir anlayış”
icat etmiş durumda.
Elimizde
Rasulullah s.a.s.’in verdiği ölçü varken (keramet göstersin göstermesin)
falanca sufînin İbn Arabî için olumlu konuşmuş olmasına itibar edemeyiz.
Üstelik
bu İbn Arabî, Şeyhülislam’ın dikkat çektiği (ve İmam-ı Rabbanî’nin de Mektubat’ta
vurguladığı gibi), Hz. Ebubekir r. a.’in “Allahu Teala’yı idrakten aciz
olduğunu bilmen idrakin kendisidir” anlamına gelen sözünü aktararak böyle
söyleyenlerin ilim ve irfandan nasipsiz cahil olduklarını söyleyebilmiş,
Sıddîk-i Ekber’i aşağılayabilmiştir.. Kendisi “irfan” sahibi ya, “irfansız” Hz. Ebubekir’i aşağılama
hakkını kendisinde buluyor.. Edep harikası..
Evet,
vahdet-i vücut anlayışının “itikadî bir
bid’at” olduğunu bilmek, onun hakkında verilecek hüküm için yeterlidir.. Bu
konuda yapılan laga lugaya, gereksiz gevezeliğe itibar etmeye lüzum yoktur.
*
Şeyhülislam’ın
konuyla ilgili sözlerini özetlemeye devam edeceğiz inşaallah.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder