Türkiye
Cumhuriyeti Devleti, kendisini, Anayasa’sındaki ifadeyle “laik demokratik sosyal bir hukuk devleti” olarak tanımlamaktadır.
Onunla
ilgili değerlendirmeler de bu tanım çerçevesinde yapılmalıdır.
“Kişi
ikrarı ile muaheze olunur” hükmü, Mecelle’de de yer alan bir evrensel
hukuk ilkesidir.
Bu,
tüzel kişiler ve hükmî şahsiyetler için de böyledir; esas olan kişinin kendi
beyanıdır.
Mesela
bir kimse kendisinin ateist olduğunu
söylüyorsa, “Yok yok, sen aslında müslümansın” demeye, onu tabiri caizse
ateistlik dininden ihraç etmeye, ateistlik dininin kâfiri kabul edip bir tür “tekfir”e
tabi tutmaya hakkımız yoktur.
Türkiye
Cumhuriyeti Devleti de Anayasa’sında kendisini laik (siyasal dinsiz) olarak
tanıttığına göre, onun hakkında sanki “İslam devleti”ymiş gibi kelam etmek
haksızlık olur.
İlk
yıllarında İslam devleti olduğu doğrudur. Nitekim 1921 Anayasası, kanunların
Şeriat’e uygun olmasını hükme bağlıyordu.
1924 Anayasası’nda
da “Devletin dini, din-i İslam’dır” hükmü mevcuttu.
Fakat
sonra 1927 yılında devlet (Mustafa Kemal ve ahbaplarının tasarrufuyla) dini
terk ettiğini, dinden döndüğünü, dinsiz hale geldiğini göstermek için Anayasa’dan
bu maddeyi çıkardı.
1937’de
ise laiklik (siyasal dinsizlik)
ilkesi Anayasa’ya konuldu.
Sonraki
anayasalar da laikliği (siyasal dinsizliği) “değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez” bir ilke kabul
ettiler.
*
Her
ne kadar bu devlet kendisini laik (siyasal dinsiz) olarak tanımlıyorsa da, bu, resmî ideolojinin
(Kemalizmin/Atatürkçülüğün) din tanımına göre böyledir.
İslam’a
göre, Türkiye Cumhuriyeti de bir din
devletidir.
Ancak
İslam devleti değildir, (İslam açısından) batıl
bir dinin devletidir.
Bu
batıl dine laisizm, Kemalizm, Atatürkçülük, Türkiyecilik, ulusçuluk/milletçilik
(milliyetçilik), Batıcılık, çağdaşlık, uygarlık vs. gibi adlardan birini vermek
mümkün olabilir.
Evet,
İslam’a göre Türkiye de bir din devletidir.
Çünkü
din, İslam’a (Kur’an ve Sünnet’e) göre, salt bir ibadet meselesi değildir.
Devletin
“hukuk düzeni”, onun dinini oluşturur.
Nitekim
bir ayette Allahu Teala şöyle buyurmaktadır:
“Bunun üzerine
(Yûsuf, su kabını aramaya), kardeşinin yükünden önce onların yüklerinden
başladı; sonra onu kardeşinin yükünden çıkardı. İşte Yûsuf'a böyle bir çâre
öğrettik. Yoksa Melik'in (hükümdarın) kanûnuna göre (fî dîni’l-Meliki) kardeşini alıkoyamayacaktı; ancak Allah'ın
dilemesi müstesnâ. (Biz) kimi dilersek derecelerle yükseltiriz. Her ilim
sâhibinin üstünde, (daha bilgili) bir bilen vardır.” (Yûsuf, 12/76)
Daha ayrıntılı bilgi almak isteyenler TDV
İslâm Ansiklopedisi’nin “Din” maddesine bakabilirler.
Sözün özü, (İslam’a göre) Türkiye Cumhuriyeti de bir din
devletidir, fakat batıl bir dinin devleti..
Çünkü İslam’a göre bütün devletler din
devletidir. Devlet bir kanunlar/kurallar manzumesine sahip olduğunda, o, onun
dini demektir.
Bana kanununu söyle, sana hangi dinden
olduğunu söyleyeyim.
*
Yani İslam’a göre, dinsizim demekle dinsiz
hale gelmiyorsun, batıl bir dini benimsemiş oluyorsun. Heva ve hevesin, dinin
haline geliyor.
Yine İslam’a göre, “Tanrısızım, ateistim” demekle tanrısız (mabudsuz) hale gelmezsin.
Yeni tanrın; heva ve hevesin, arzu ve tutkuların, şehvetindir:
“Hevâsını kendisine tanrı edineni gördün mü? Şimdi sen
ona (temsilciliğini üstlenip avukatlığını yaparak) vekil olacak mısın?”
(Furkan, 25/42)
İslam
nazarında Allahu Teala’nın hükümlerini (Şeriat’i) bırakan herkes, hevasının
peşine düşmüş demektir.
O
yüzden İmam Şatıbî el-Muvafakat’ta, Casiye Suresi’nin 18’inci ayetine dayanarak, (aklın
yolu olan) Şeriat’e muhalefet eden herkesin hevâsının (nefsanî arzularının) peşinden
giden bilgisizler (cahiller, akılsızlar) olduğuna dikkat çekmektedir:
“Sonra da seni (din
ve dünyaya ait) iş’te bir şeriat üzere kıldık. O halde ona tâbi' ol; bilmeyenlerin
hevâlarına uyma!” (Casiye, 45/18)
*
Kısacası
İslam’a göre dinsiz devlet de, tanrısız insan da yoktur.
Ateist (tanrısız)
olduğunu söyleyen kişinin tanrısı, kendi arzu ve tutkularıdır.
Dinsiz
olduğunu söyleyen bir devletin dini de, kimlerin arzu ve tutkularını kanun
yapıyorsa, onu tanrı edinme esası üzerine kuruludur.
Milletin
hevası esas alınıyorsa, tanrı millettir, falan şahıs öne çıkarılıyorsa, tanrı o
şahıstır.
Bu
hevaperestliği kendi ideolojileri çerçevesinde din olarak adlandırmıyor olmaları
İslam açısından önem taşımaz. (Nitekim İslam’ın hükümleri de onlar açısından
önem taşımamaktadır, bin 400 yıl öncesinde kalmış şeylerdir.)
İşte
o yüzden, merhum Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Hoca, Hak Dini Kur’an Dili tefsirinde,
Tevbe Suresi’nin 31’inci ayetini tefsir ederken, eskiden papaz ve rahiplerini “rab”
edinerek Allahu Teala’ya şirk koşmakta olan Batılı Hristiyanların laiklikle birlikte parlamentolarını ve
parlamenterlerini (milletvekillerini, senatörleri) rab edinmeye başlamış
olduklarını söylemektedir.
Bu, şirk alanında yapılmış bir güncelleme ve bir devrimdir/inkılaptır.
*
Gelelim
Türkiye’nin laikliğine..
İmdi,
Türkiye’nin laikliği samimi bir laiklik olsaydı, resmî yeminlerde, şurda burda, Atatürk ilke ve inkılaplarına
bağlılık yerine, “akla ve bilime bağlılık”
gibi tabirleri kullanmaları gerekirdi.
Çünkü
“hayatta en hakiki mürşit” ne Eczacı
Hurşit’tir, ne de Atatürk.. İlimdir.
Atatürk’ün
kendisi de, her ne kadar söyledikleri ile yapıp ettikleri arasında kimi zaman uçurum
varsa da, şöyle demektedir:
“Ben manevi miras
olarak hiçbir nass-ı kat’î, hiçbir dogma, hiçbir donmuş, kalıplaşmış kural
bırakmıyorum. Benim manevi mirasım ilim ve akıldır.”
Lüzumsuz
bir söz.
Çünkü
Atatürk ayet (veya nass-ı kat’î) bırakabilecek bir kimse değildir. Boyundan
büyük konuşmuş.
Kur’an bin 400 yıldır “Doğru sözlü iseniz ondaki surelerin benzeri bir sure getirin” (Yunus, 10/38) diyerek meydan okuduğu halde, tek satırlık İhlas ve Kevser surelerinin bile benzerini getirebilen yok.
Ayet getirmek kulların haddine mi! (Orijinal bir eser üretmek zordur, fakat
benzerini yapmak çocuk oyuncağıdır. Mesela ilk otomobili, ilk uçağı, ilk
bilgisayarı, ilk telefonu yapmak, icat etmek zor, benzerini yapmak kolay..
Edebî eserlerde de böyledir, farklı bir üslub sahibi olmak zor, onu taklit
etmek ise kolaydır.)
*
Mirasının
ilim ve akıl olmasına gelince.. Burada da lüzumsuz yere büyük konuşmuş.
Bir
hadiste peygamberlerin mirasının
ilim olduğu belirtilir..
Nitekim
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem de geride miras bırakmadı.
Mesela Hz. Fatıma r. a.’ya intikal etmiş hiçbir miras yok.
Mustafa
Kemal’in ise mirası Afet İnan’a, Sabiha Gökçen’e, Ülkü’ye, Makbule Hanım’a vs.
kaldı.
Bununla
birlikte ilim ve akıl Mustafa Kemal’in
terekesi arasında yer alan kendi şahsına özgü nimetler değil.
İlim,
Mustafa Kemal’in hiçbir dahli olmadan geçmişten bugüne kendi mecrasında yol
alan bir genel insanlık mirası..
Akıl
da aynı şekilde Mustafa Kemal’le birlikte insanlık âleminde ortaya çıkmış ve
sonra da onun mirası olarak başkalarına dağıtılan bir nimet değil.
Mustafa
Kemal’in tutup aklı kendi şahsî malıymış gibi terekesine dahil etmesi, bu
şekilde konuşması, ilim ve akıl açısından bakıldığında çok da hoş bir manzara
arz etmiyor.
*
İmdi,
Atatürk hiçbir ayet, hiçbir dogma,
hiçbir donmuş-kalıplaşmış kural bırakmadığına göre, bağlı kalınması gereken bir
Atatürk ilke ve inkılapları dogmasından,
kalıplaşmış kurallarından bahsetmek de yanlış olacaktır.
Her ne kadar kendisinin kişisel malı ve mirası
gibi göstermekle ilmin ve aklın canlarını acıtmış olsa da, bu iki kavrama
dikkat çekmekle yerinde bir şey yapmış.
Dolayısıyla, şayet Türkiye Cumhuriyeti Devleti
Atatürk’ün sözlerine ve mirasına saygı duyuyorsa, Atatürk ilke ve inkılaplarına
bağlılık dogmatik donmuşluğundan ve buz tutmuşluğundan kurtulmalı, ilme ve akla referansta bulunmaya
başlamalıdır.
Mesela vatandaşlardan Atatürk ilke ve inkılapları
adı verilen donmuş kalıplara değil, akla ve ilme bağlılık yemini etmeleri
istenmelidir.
İnsanlar akla ve ilme bağlılık yemini
ettiklerinde Atatürk’ün mirasına (en azından mirası gibi benimsediği değerlere)
yönelmiş olacaklardır.
İşte bu yapıldığı zaman, devletin “laiklik”
söylemi ve icraatı, “samimiyet” ve “tutarlılık” imtihanında bir nebze de olsa başarı
göstermeye başlamış olur.
*
Ayrıca “namus”
üzerine yemin etme meselesi de aklın ve ilmin ışığında gözden geçirilmelidir.
Çünkü Kâzım Karabekir Paşa’nın anlattıklarına
bakılırsa Mustafa Kemal’in namus konusunda bazı çekinceleri mevcut.
Her halükârda namus kavramı en az Şeriat kadar eski bir düşünce biçimi
ve anlayışa karşılık geliyor. Hatta insanlık tarihi kadar eski olduğu
söylenebilir.
Nasıl bazı insanlar Şeriat düşmanı
olabiliyorsa, namusu da irticaî ve devri geçmiş bir eski gelenek görenek ya da
hurafe olarak değerlendiren insanların mevcut olduğunu biliyoruz.
Böylesi bir insanın namus üzerine yemin etmesi,
namus kavramıyla da, yeminle de alay etmesinden başka bir anlama gelmez.
Yemin törenini komik, çocukça ve arkaik bir ritüel
olarak göreceğinden de şüphe edilemez.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder