“Sevgili
İbrahim Kalın kadim bir dostum.
Kabiliyetleriyle sevdiğim ve gıpta ettiğim bir entellektüel. Yaşayan üç beş İslam düşünürünün en önemlilerinden
biriyle (Attas) yüksek lisans, bir diğeriyle (Nasr) doktora yaptı. Böylece
İslam düşüncesini en doğusundan en batısına kadar hazmetti. Doğuyu da Batıyı da
tanıdı. Siyasi tecrübesi ise malum.
İbrahim Kalın’ın ayrıca sanat yönü
de var; dijital makineler çıkıp mertlik bozulmadan önce çok iyi bir fotoğrafçı idi. Bağlama çalması ve eşliğinde Anadolu
türkülerini seslendirmesi herkesin bildiği bir özelliği. Bir araya geldiğimizde
benim istek favorim mutlaka ‘mihriban’
olurdu. Çünkü o bunu çok güzel söylüyordu ve ben de zaten başka bir parça
bilmiyordum.”
Yukarıdaki satırlar, Prof. Dr. Faruk Beşer'in Yeni Şafak gazetesinde
yayınlanan bir yazısında yer alıyor.
Prof. Dr. İbrahim Kalın’a gelince.. Bizim gibi sıradan
gariban bir vatandaş değil, unvanı bol.. Vikipedi onu şöyle tanıtıyor:
İbrahim Kalın (d. 15 Eylül 1971, İstanbul), Türk bürokrat, diplomat ve akademisyendir.
11 Aralık
2014 tarihinden beri büyükelçi sıfatıyla Türkiye Cumhuriyeti
Cumhurbaşkanlığı sözcülüğü, 2018 yılından itibaren Cumhurbaşkanlığı Güvenlik ve
Dış Politikalar Kurulu başkan vekilliği ve Cumhurbaşkanlığı başdanışmanlık
görevini de yürütmektedir.
*
Faruk Beşer’in Yeni Şafak gazetesinde yayınlanan “İslam’ın devleti olur mu?” başlıklı
yazısı gibi “doğal olmayan” felâketleri “analiz” edip “kritiğe” tabi tutarken
böylesi “dostluk”ları da dikkate almak gerekiyor olabilir.
Yazının başlığındaki soru, inkâr-ı istifhamî üslubuyla
yöneltilmiş..
Muhataplarının “Olmaz!” demesini bekliyor gibi..
Evet, yazı rezalet..
Hilekârlık sosuna batırılmış cehalet..
Adam ne yazdığının farkında bile değil.. Öyle ki, bir
lafının diğerini çürüttüğünü fark edemiyor..
Yazısı şöyle başlıyor:
“… devletin asıl varlık sebebi insanların kavga etmeden
yaşayabilmenin yolunu aramalarıdır. Hakların sahiplerine
verilmesi, haksızlık edenlerin cezalandırılması bunun
sonucudur.”
Bu, doğru..
“Haklar”
kelimesi de hukuk anlamına gelmektedir.
Çünkü hak kelimesinin çoğulu, hukuktur.
*
Sonra, “müçtehit Fethullah“ın bu eski şakirdi, şu soruyu yöneltiyor: “İslam, bağlılarının bir devletinin olmasını istemiş midir?“
Bu Saray mollasının devlet tanımı dikkate
alındığında, cevap açık:
Eğer İslam, genelde insanların, özelde de
müminlerin kavga etmeden birlikte
yaşamalarını istiyorsa, hakların sahiplerine
verilmesini (adaletin sağlanmasını) ve haksızlık edenlerin cezalandırılmasını talep ediyorsa, “bağlılarının bir devletinin olmasını” da istiyor
demektir.
Ancak, “müçtehit Fethullah”ın eski, “müçtehit Recep Tayyip Erdoğan”ın ise yeni şakirdi
fıkıhçımız yazısının devamında “başka telden çalıyor”..
Sözleri şöyle:
“Kuranıkerim’de hedefiniz bir devlet kurmaktır, bunun için çalışın diyen bir ayeti kerimenin bulunmadığını biliyoruz.”
Bu Allah’tan korkmadan yazıp konuşma ustasnın
gerekçesi de ilginç.. Kur’an-ı Kerîm‘de devlet kelimesi bugünkü anlamda kullanılmıyormuş..
Evet, kullanılmıyor..
Çünkü devlet, Arapça’da
bugünkü anlamını sonradan kazandı.
*
Faruk Beşer şayet iyi niyetli olsaydı, devlet kelimesi
etrafında mugalata, demagoji ve safsata üretmek yerine mülk kavramına bakardı.
Ya bunu akıl edemeyecek kadar düşüncesiz ve bilmeyecek
kadar cahil.. Ya da vicdanını yele vermiş bir “düzen”baz.
TDV İslâm Ansiklopedisi‘nden okuyalım:
Öte yandan Kur’an’da önceki
peygamberlere ve bazı şahsiyetlere “hükümranlık ve saltanat”
anlamında mülk verildiği açıklanmıştır. Hz. İbrâhim’in soyuna
(en-Nisâ 4/54), Hz. Yûsuf’a (Yûsuf 12/101), Dâvûd’a (el-Bakara
2/251; Sâd 38/20), Süleyman’a (el-Bakara
2/102; Sâd 38/35), Nemrud’a (el-Bakara 2/258), Firavun’a (ez-Zuhruf
43/51) ve Câlût’la savaşmak üzere İsrâiloğulları’ndan Tâlût’a (el-Bakara
2/247) mülk verildiği belirtilmektedir.
Dikkate alınması gereken bir başka kavram, “hüküm“.. Ki, hükümet kelimesi
buradan gelir.
Yine TDV İslâm Ansiklopedisi‘nden okuyalım:
Sözlükte … “ilim, derin
anlayış; siyasî hâkimiyet, karar ve yargı” anlamlarında isim olarak yer alan hüküm (hükm,
çoğulu ahkâm) İslâmî ilimlerin teşekkül etmesinden sonra mantık, kelâm ve
fıkıhta değişik şekillerde tanımlanmıştır. … Fıkıhta ise sadece mükelleflerin
fiilleriyle ilgili ilâhî hitaplara hüküm denilir ….
Kur’ân-ı Kerîm’de hüküm otuz yerde zikredilir; fiil kalıbındaki
kullanımlar ve diğer türevleriyle birlikte bu sayı iki misline çıkar ve yaygın
olarak “yargılama, karar verme” anlamını taşır. Kur’an’da hüküm Allah’a, peygamberlere ve insanlara
nisbet edilmiştir. İlgili âyetlerde belirtildiğine göre mutlak hüküm yalnız
Allah’a aittir, O, hüküm verenlerin en hayırlısı olup en güzel hükümleri verir
ve dilediği hükümleri koyar. Allah, gönderdiği kitaplar aracılığıyla insanların anlaşmazlığa düştükleri konularda çözümler içeren
hükümler indirmiştir. … Aynı âyetlerde peygamberlerin ilâhî
hükümleri dikkate alarak insanlar arasında
hükmetmek, bunu yaparken de beşerî duygulara
kapılmaktan sakınmakla emrolundukları ve onların bu tâlimatı yerine getirmeye
çalıştıkları açıklanmış, aynı emrin son peygamber Hz. Muhammed’e de verildiği
beyan edilmiştir. Hükmün insanlara nisbet edildiği âyetlerde ise kendi
aralarında hükmederken hakkaniyetle davranmaları istenmiş, ilâhî hükümlere uymaya çağrılan müminlerin bunu teslimiyetle
karşılamaktan başka çareleri bulunmadığına dikkat çekilmiş,
ayrıca ilâhî hükümlerle hükmetmeyenlerin kâfir, zâlim ve fâsık oldukları belirtilmiştir.
… (bk. M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “ḥkm”
md.).
Hüküm kelimesi Kütüb-i Sitte dahil olmak
üzere hadis mecmualarında da yer almıştır. Hz. Peygamber, Kur’an’ı ihtilâflı konuları çözen hükümlerin kaynağı olarak göstermiş (Dârimî,
“Feżâʾilü’l-Ḳurʾân”, 1), insanlar arasında hüküm
verenlerin Allah’tan korkmaları ve öfkeli iken hüküm vermekten
kaçınmaları gerektiğini bildirmiş (Müslim, “Aḳżıye”, 16; İbn Mâce, “Zühd”, 1),
yargı işine rüşvet karıştıranların Allah’ın lânetine uğrayacaklarını belirtmiş
(Müsned, II, 287-288), haksız hükümlerin verildiği toplumlarda kan döküleceğini
ve hakkı bildiği halde zalimane hüküm verenlerin cehenneme gireceklerini haber
vermiştir (el-Muvaṭṭaʾ, “Cihâd”, 26; İbn Mâce, “Aḥkâm”, 3).
*
Devletten söz etmek için illa da “devlet” kelimesini kullanmak gerekmez.
Gâvurlar nasıl devlet kelimesi yerine “state, Staat” vs. diyorlarsa, Kur’an‘ın nazil olduğu dönemde de devlet kelimesi
yerine mülk ve hüküm (hakimiyet) kelimeleri
kullanılıyordu.
Ayrıca, devletin yasama (teşrî / şeriat vaz’
etme), yargı ve yürütme (hükmetme, hükümet etme, idare etme) işlevlerinden/fonksiyonlarından
(kuvvetlerinden/erklerinden) söz ettiğinizde, doğrudan devlet kurumuna dikkat
çekmiş olursunuz.
*
Beşer, sözlerini şöyle sürdürüyor:
"Resulüllah (sa) daha ilk yıllarda
devlet kurmayı bir hedef olarak göstermiş olsaydı bu sadece diğerlerine bir alternatif arama ve bir dünyevilikten diğerine geçme isteği anlamına gelirdi."
Bay “düzen”baz, psikologların “yansıtma” (eskilerin kıyas bi’l-nefs)
diye adlandırdıkları “tersinden empati” işlemini
yanlış yerde ve yanlış zata karşı kullanıyorsun.
Sen, ihlas (salt
Allahu Teala’nın rızasını düşünme) ve zühd (dünyaya
değer vermeme, dünyevîleşmeme) bakımından Resulullah s.a.s.’in senin gibi,
bizim gibi olduğunu mu zannediyorsun?
*
Hz. Süleyman a.s.’ı alalım.. Ortada
müslüman bir toplum var.. Başlarında da bir peygamber: Hz. Davud a.s.. Böyle bir toplumda Hz. Davud’un
oğlu olması hasebiyle gücü eline geçirme konumunda bulunan Hz. Süleyman, “Tı, devlet işi bize göre değil, dünyevîlik olur bu!” diyecek
değildi.
Peygamber Efendimiz s.a.s. hem mekân hem de insan
unsuru bakımından çöl olan bir yerde dünyaya geldi.. En olumsuz şartlarda büyük
çilelerle, adeta tırnaklarıyla kazıyarak bir eser inşa etti.. Başlangıçta üç
yıl boyunca tebliğini ancak gizlice yapabildi. Şartlar uygun olsaydı, elbette
ki devletini de hemen kurardı. Ve bunu ne kendi şahsî saltanatı için isterdi,
ve ne de bu, onun dünyevîleşmesi, dünyaya tamah etmesi anlamına gelirdi.
Bay “düzen”baz, sen daha ihlasın ve (dünyevîleşmenin karşıtı demek olan) zühdün ne olduğunu bile anlayamamışsın. Allahu
Teala’yı hiç unutmayan, ölümün, hesabın, sonsuz ahiret hayatının en yüksek
seviyede bilincinde olan bir zatın derdi hiç dünya olabilir mi?!
*
Kelâbâzî’nin et-Ta’arruf‘ta
aktardığına göre, Hz. Ali r. a., “Zühd nedir?” sorusuna şu cevabı vermiştir: “Dünyayı ister müslüman ister kâfir yesin, buna aldırmamandır.”
“Dünya bir leştir/cîfedir, talipleri köpeklerdir” de
denilmiştir.
Akbaba, leşin başında mutludur; leş, onun için tadına
bayıldığı lezzetli bir rızık anlamına gelir. Pislik böceği,
pisliğin içinde kendisini cennet bahçesinde zanneder. Dünya hakkında doğru bir
bakış açısına sahip olan, ve bunu içselleştirmiş, özümsemiş insan da,
dünyalıklara sahip olanlara karşı içinde bir gıpta ve imrenme duymaz,
nerde kaldı ki haset etsin..
Çiçeklerle beslenen bal arısı, pislik böceğinin
rızkının bolluğuna gıpta eder mi?!
Evet, gerçekten zahid olan
(diliyle değil, kalbiyle zahid olan) insan, kâfirlerin elindeki zenginlikleri
dert etmez..
Dünyanın Allahu Teala indinde sivrisineğin kanadı
kadar bile bir değeri yoktur, bizim gözümüzde sivrisineğin kanadının değeri
neyse, dünya nimetlerinin durumu da Allahu Teala katında odur, hatta o kadar
bile değildir. O yüzden, “İnsanlar (küfürde birleşen)
tek bir ümmet olacak olmasaydı, Rahmân’ı inkâr edenlerin evlerinin tavanlarını
ve üzerine çıkacakları merdivenleri gümüşten yapardık” buyurulmuştur
(Zuhruf, 43/33).
Resulullah s.a.s., kâfirlerin zenginliklerine ne
heveslenmiş, ne de onlara imrenip gıpta etmiştir.
Onun hasır üzerinde uyumakta olduğu basit odasına
girip de yanında sadece işlenmiş bir deri ve “içinde birkaç avuç arpa olan
küçük bir torba” bulunduğunu, hasırın vücudunda iz yapmış olduğunu gören Hz.
Ömer ağlayınca ona, “Ey Hattab oğlu! Niçin ağlıyorsun?” diye sormuş, “Ey
Allah’ın Resulü, İranlılar kisralarını saraylarda yaşatırken, Bizanslılar
kayzerlerini lüks ve ihtişama boğmuşken sen böyle yaşıyorsun” cevabını alınca
şu karşılığı vermiştir: “İstemez misin ey Ömer, dünya
onların olsun, ahiret de bizim!”
*
Bugüne gelelim..
İçimizdeki laik kâfirlerin, münafıkların, ve imanı yok
denecek kadar zayıf olan beyinsizlerin, mesela Afganistan‘daki
müslümanı, Afrika‘daki gariban mümini
fakirliğinden dolayı ayıpladığını görüyoruz.
Amerikalı, Avrupalı, Japon vs. müşriğe de hayranlık duyuyor, elindekine de aç
kedinin ciğere baktığı gibi bakıyor.
Çünkü böylesi dünyaperestlerin değer verdikleri şeyler
“iman” değil, dünyalık leş..
Sonra da bu dünyaperest adamlar, hadlerini bilip
seslerini kesmeleri gerekirken, utanmadan arsızca ve yüzsüzce başkalarına
riyakâr “iman, ahlâk ve irfan” dersi vermeye
kalkışıyorlar.
*
Beşer, şöyle aptalca bir soru ile
saçmalamayı sürdürmüş:
“Peki, neden ilk Müslümanlara devlet kurma
gibi açık bir görev verilmemiş, bu bir hedef olarak gösterilmemiştir?”
Önce şunu soralım, buradaki “ilk müslümanlar“dan kasıt kimler?
İlk müslümanlardan kasıt, Mekke’deki ilk müslümanlarsa, sayıca o kadar az ve
güçsüz, kendilerini savunmaktan bile aciz bir topluluğa “devlet kurma” gibi bir
hedef göstermek, ancak senin gibi ahmakların düşünebileceği bir budalalık
olabilir.
Allahu Teala abesle iştigalden de, hikmetsiz emirler
vermekten de münezzehtir.
Bedir Savaşı’nda o ilk müslümanlar, yani muhacirler kaç kişiydi?
Sadece 67..
(Artısı eksisiyle) 314 kişinin geriye kalanı ensardan oluşuyordu.
Karşıdaki Kureyş ordusu ise, bin kişiydi..
Yani 67 Mekkeli müslümanın karşısındaki Kureyş ordusu,
hicretten sonra bile, bin kişiydi.
67’ye karşı bin (rakamla 1000).
*
Bu “düzen”baz yazar saçma sorusuna cevap olarak şöyle
diyor:
"Çünkü devlet kurma gaye ve prensip bir hüküm değildir, bir araçtır.
İslam’da asıl olan insanların şirk bataklığından kurtulup tevhide ulaşmaları, yani Allah’ı hakkıyla bir
bilmeleri, O’nu olduğu gibi tanımalarıdır."
Mugalata ve demagoji yapıp olaya böyle bakarsan,
namaz da, oruç da, hac da, zekât da önemini yitirir.
Çünkü bunlar da sonuçta araçtır; Allahu Teala’nın rızasının kazanılması için
birer araç.. Asıl gaye, temel ilke, Allahu Teala’nın rızasını kazanma
hedefinden ibarettir. Bu, bir..
İkincisi, vâcibin yerine getirilmesinin
kendisiyle tamamlandığı şey de vaciptir.
Küfre ve şirke yol açan “fitne”nin ortadan
kalkması, İslam’ın/Şeriat’in devlete hakim olmasına (yani İslam devletinin
varlığına) bağlıdır.
O yüzden, merhum Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Hoca, Hak Dini Kur’an Dili tefsirinde En’âm Sûresi’nin 136’ncı âyetini açıklarken şöyle demektedir:
… Burada iman ile şirki, önce biri
inanca, biri amel’e (fiil, eylem ve davranışa) ait olmak üzere iki açıdan
düşünmelidir. Önce inanç açısından Allah’ı birleyen bir müminin Allah’tan başka hakem ve Allah’ın hükmünden başka hüküm (yasa,
kanun) tanımadığı için, bütün iş ve hareketlerinde yalnız o
ölçüden hareket etmesi ve bundan dolayı kâr ve kazancında Allah’tan başkasının
hükmü adına bir kazanç sevdasında bulunmayacağı gibi, Allah’tan başkasının
hükmü adına bir masraf da yapmaması ve ne harcarsa yalnız hak ve adaletli olan Allah’ın hükmü adına
ve yalnız ilâhî kanuna uygun bir harcama seçmesi
gerekir. Ve böyle olan harcamaların da hepsi sonuç itibariyle hayırlı ve
faydalı olur. İnanç bakımından böyle olan, Allah’ı birleyen bir mümin bu iman
ve inancını amel açısından da böyle tatbik edebilirse, inanç ve amel bakımından
tam mümin, kâmil bir müslüman olur. Ve “âkıbetü’d-dâr” (dünya yurdunun sonu) onun, o
inanç ve amelde bulunanların olur. Bu inancını amellerinde tatbik etmezse, o
zaman da inanç bakımından mümin olmakla beraber, amel bakımından bir müşrik durumunda bulunur ve
fasık olur. Ve bundan dolayıdır ki, zorunlu da olsa müşriklerin
uyruğu altında kalıp hükümlerine ve amellerine uyup ve iştirak etmek
mecburiyetinde bulunanlar inanç veya amelle ilgili şirke
sürüklenmekten uzak kalamazlar. Kalb ve inanç itibariyle karşı
olmakla beraber, amel bakımından muvafakatı amelî şirki, kalben rıza göstermek ise itikâdî şirki gerektireceğinden yukarda “Eğer onlara itaat ederseniz muhakkak
müşrik olursunuz” (En’âm, 6/121) buyurulmuştu.
*
Evet, Faruk Beşer adlı Saray mollasının “İslam devleti” talebinin karşısına tutup “tevhid-şirk” meselesini getirip
yerleştirmesi, İslam devleti ile tevhid akidesini
“tokuşturma” sahtekârlığına yeltenmesi, şirk konusundaki
hassasiyetinden kaynaklanmıyor.
Sadece, “tevhid-şirk” meselesini istismar ediyor. Hepsi bu..
Ne için?..
Aldığı “rica-minnet görünümlü talimatlar/emirler”
çerçevesinde İslam devleti hassasiyetini itibarsızlaştırmak, değersizleştirmek,
önemsizleştirmek için.. (Birilerine saz çaldırıp Mihriban mersiyesi söyletebilme “nimet”inin
elbette bir “külfet”i de olacaktır.)
Bu “din yolunun haramisi”ne ne desek az..
*
Evet, Beşer şöyle diyor:
“Resulüllah (sa) daha ilk yıllarda
devlet kurmayı bir hedef olarak göstermiş olsaydı bu sadece diğerlerine
bir alternatif arama ve bir dünyevilikten diğerine geçme isteği anlamına gelirdi.”
Gelmezdi..
İslam devleti, şahısların, ırkların, zümrelerin, sınıfların, çıkar gruplarının hakimiyeti değildir, ilkelerin
hakimiyetidir.
O ilkeler de birtakım düşüncesiz düşünür taslaklarının
heva ve hevesinin ürünü olan safsatalar değil, herşeyi yaratmış
olan Allahu Teala’nın vaz’ ettiği, şeriat (hukuk kuralları) olarak belirlediği ilkelerdir.
İmdi, İslam devleti kurmayı
hedeflemek demek şu demektir: Toplumsal hayatta Allahu Teala’nın hükümleri,
emir ve yasakları (yani adaleti) hakim olsun.
İslam devleti kurmak, belirli
bir zümrenin kendi keyiflerine, heva ve
heveslerine göre başkaları üzerinde hakimiyet kurmaları
anlamına gelmez.
Yani, İslam devletinde yönetici konumuna gelen
müslümanlar, kendi keyiflerine, arzu ve isteklerine göre
kural koyamazlar. Bunu yaptıkları nisbette İslam’dan uzaklaşmış
olurlar.
O yüzden, İslam devleti kurma hedefi, dünyevîleşme demek değildir.
Tam aksine, İslam devletini kurmak mümkünken küfür
idaresine razı olmak, dünyevîleşmedir.
Dünya hayatına aldanmak, ahireti unutmaktır.
*
Beşer’in ifadeleri onun “fıkıh özürlü”
olduğunu ispatlıyor.
Yukarıya aldığımız son cümlesi bunun kesin kanıtı..
Bu şahsın dediği gibi İslamî
tebliğin daha ilk yıllarında devlet kurmanın bir hedef olarak
gösterilmiş olması “sadece diğerlerine bir alternatif
arama ve bir dünyevilikten diğerine geçme isteği” anlamına
gelseydi, aynı şey, daha sonraki dönem için de aynı ölçüde geçerli olurdu.
Beşer’in “sadece diğerlerine bir alternatif arama ve bir dünyevilikten diğerine geçme isteği”
şeklindeki ifadesi, Allahu Teala’nın hükümlerinin yürürlüğe konulması ile
tağutun şeytanî hakimiyeti arasında çok da bir fark görmediğini, “farkında
olmadan” itiraf etmesi anlamına geliyor.
*
İslam’ın ilk yıllarında “devlet kurma“dan bir
hedef olarak söz edilseydi pratik bir faydası olmazdı.
O ilk yıllarda zekât bile farz
değildi. Medine’de, hicretin ikinci yılında farz kılındı.
Aynı durum, oruç için de
geçerli.
Hac ise, hicretin dokuzuncu senesinde,
Mekke’nin fethinden sonra farz kılındı.
Mekke fethedilmeden hac farz kılınsaydı, ifası o gün
için mümkün olmayan bir ibadet farz kılınmış, tabiri caizse “farz olmayan farz” getirilmiş olurdu.
İslam’ın ilk yıllarında devletten bahsedilmemiş
olmasının dünyevîleşme ile bir ilgisinin bulunmadığı buradan da anlaşılabilir.
*
Bununla birlikte, Resulullah s.a.s., hedef olarak
değilse bile, bir müjde olarak, “gelecekteki devlet“i
daha İslamî tebliğin ilk yıllarında haber vermiştir.
Habbab bin Eret r.a. şöyle anlatıyor:
“Müşriklerin çok şiddetli
işkencelerine maruz kaldığımız bir gün Resûlullah ın (s.a.s.) yanına vardım.
Hırkasını kendisine yastık edinmiş, Kâbe’nin gölgesinde bulunuyordu. ‘Ey Allah’ın Resûlü, (çektiğimiz eza ve cefalardan kurtulmamız
için) Allah’a dua etmez misin?’ deyince, kalktı ve doğruldu;
yüzü kızarmıştı ve şöyle dedi: ‘Sizden önceki milletlerde
öyleleri vardı ki, onun için yerde bir kuyu kazılır, kuyunun
içine atılır, testerelerle başından aşağıya ikiye bölünür, fakat yine de
dinlerinden dönmezlerdi. Demir taraklarla etleri kemiklerine kadar taranırdı
da, yine de bu işkenceler onları dinlerinden çeviremezdi. Vallahi Allah, bu dini tamamlayacak. Endişe ve ızdırablardan o
derece emin olacaksınız ki, bir atlı San’a’dan Hadramevt’e kadar Allah’tan
başka hiç bir kimseden korkmadan gidecek. Kimsenin, koyun
sürüsüne kurt saldırır diye bir korkusu olmayacak. Fakat siz acele
ediyorsunuz’.”
(Buhârî, Menâkıb, 25.)
*
Beşer şunları da yazmış:
“Resulüllah (sa) daha ilk yıllarda
devlet kurmayı bir hedef olarak göstermiş olsaydı bu sadece diğerlerine bir
alternatif arama ve bir dünyevilikten
diğerine geçme isteği anlamına gelirdi. Oysa tek tek insanların önce imanı ve ahlakı sindirmeleri gerekiyordu.
Esas olan hukuk değil ahlaktı. Bunlar
olmadıktan sonra devlet sadece ezici bir güç yani dûle olurdu.
Bunun için de bütünüyle Mekke Döneminde Resulüllah (sa), bir gün biz de bir
devlet kuracağız, yönetimi bu zalimlerden alacağız, dünyaya biz hâkim olacağız
anlamında bir şey söylemedi. Söylediklerinin özeti
‘eslim-teslem’, yani Allah’a teslim ol kurtul demekten ibaretti.”
Birincisi, mesele eğer “önce imanı ve ahlâkı sindirme” ise, bu, bir İslam
devletinin sağladığı uygun ortamda mı daha kolay gerçekleşir, yoksa azgınların
idaresi altındaki bir küfür devletinde mi?
Beşer, bu soruyu kendisine sormalıydı.
İkincisi, normalde insanlar “gelecekle ilgili vaatler“e değil, konjonktüre bakarlar..
Mevcut durumun varlığı onlar açısından malumdur, fiilî gerçekliktir, gelecekle ilgili
vaatlerin tahakkuku ise meçhuldür.
O yüzden, meseleye dünyevî açıdan
bakan pragmatik ve “hesapçı” insanlar, malumun yanında yer alır, meçhule itibar etmezler.
Nitekim, Medine’de bile, hendek kazısı sırasında
Resulullah s.a.s. İran ile Bizans’ın fethi müjdesini
verdiğinde, münafıklar kendi aralarında bu müjde ile alay etmişlerdi.
Bu dünyaperestler, herşeyi dünyevîlik açısından değerlendiren ikiyüzlüler,
böylesi bir müjdenin üzerine dünyevîleşme temayülleri
çerçevesinde mal bulmuş Mağribî gibi atlamak yerine, Beşer’in
şaşkın yaklaşımı çerçevesinde “dünyevîleşmeyi terk etme”
anlamına gelen küfürlerini eşedd hale getirmeyi tercih etmişlerdi.
*
Üçüncüsü, “Esas olan hukuk değil ahlaktır” şeklindeki bir ifade, kamu hukuku literatürüne biraz vakıf olan, hukuk ve ahlâk felsefelerine ucundan kıyısından da olsa
aşina bulunan insanları sadece güldürür..
Evet, ahmaklıktan daha beter olan bu cehalet, onları
güldürür, acı acı..
Devlet, esas itibariyle hukuk demektir. Ahlâkî değil, hukukî bir kurumdur.
Günümüzde devlet kurumunun (dinî
hükümlerden bağımsız olarak) salt akıl çerçevesinde meşruiyetini temellendirmeye çalışan siyaset felsefecilerinin ve kamu hukukçularının itibar ettiği yaklaşım, bilindiği
gibi, “toplumsal sözleşme/ahid” (social contract) anlayışıdır.
Buna göre, insanlık tarihinin başlangıcında devletsiz bir “doğa durumu” vardı.
Bu, (kargaşa ve kaos değil) düzen getiren
bir kurallar manzumesi ve siyasal otoritenin bulunmaması anlamında anarşiye karşılık geliyordu.
Yani insanlar için tek bir bağlayıcı mercî vardı,
kendi vicdanları ve ahlâkî olgunlukları.
Ancak, insanlar, canlarının mallarının, ırz ve
namuslarının hayvandan farksız birtakım yağmacıların olmayan ahlâklarına emanet edilmesinin birşeye yaramadığını
gördüler.
Bu yüzden, “toplumsal sözleşme”
anlamına gelen zımnî bir anlaşma
gerçekleştirerek “kendi başlarına buyruk hareket etme”
derecesine varan özgürlüklerinin bir kısmını içlerinden birilerine
(yöneticilere) devrederek, karşılığında güvenlik (saldırganlara
karşı savunulma) ve adalet (aralarındaki
ihtilafların hakça halledilmesi) hizmetini almayı kabul ettiler.
Böylece “erken devlet” adı
verilen devletin ilk/ilkel formu ortaya çıkmış oldu ve bu
günlere kadar gelindi.
*
Batı’da geliştirilen ve günümüz anayasa hukuku teorisinin temelini oluşturan
“toplumsal sözleşme” anlayışı, devletin varlığını (ve
ayrıca meşruiyetini) bir “sözleşme“ye
dayandırmaktadır.
Doğal olarak bu sözleşme nosyonunun yahudi-hristiyan düşünce geleneğinden beslenen bir
tarafı var; nitekim İncil Yeni Ahit, Tevrat ise Eski Ahit olarak adlandırılır.
Allahu Teala bile, kulların sorumluluğunu “elest” bezmindeki “söz“e bağlamıştır.
Öte yandan, İslam’a göre de, yönetenler ile
yönetilenler arasındaki karşılıklı hak ve sorumluluklar, biat/bey’at diye adlandırılan sözleşmenin
ürünüdür. Biat, tek yanlı bir itaat ilişkisi değil, yöneticinin de birtakım
taahhütlerde bulunduğu ve sorumlu hale geldiği bir anlaşmadır.
Evet, “toplumsal sözleşme” düşüncesi devletin meşruiyetini bir sözleşmeye bağlarken, Faşizm gibi putperest “devletçi” ideolojiler,
devleti meşruiyetin kaynağı haline getirmişlerdir.
Yani devlet, tapınılan bir put/tanrı olmuştur.
Bu “devlet-çi” anlayışa göre, bir şey, devlet
onaylıyorsa iyidir, onaylamıyorsa kötüdür. Bu “devleti putlaştırma”
dalaleti Hegel sapığı tarafından metafizik-ontolojik bir görünüme de
büründürülmüştür:
“… es ist der Gang Gottes in der
Welt, daß der Staat ist, sein Grund ist die Gewalt der sich als Wille
verwirklichenden Vernunft.”
“Tanrı’nın
Dünya’daki yol alışı (yürüyüşü) ki, devlettir; onun temeli,
kendisini irade olarak gerçekleştiren (fiiliyata geçiren) aklın gücüdür.”
*
Evet, hukuka karşı ahlâk edebiyatı
yapmanın pratik bir değeri yok.
Ancak gerçeklikle ilgisini koparmış ölü
kafaların umut bağlayabileceği bir hayalperestlik avuntusu
olabilir bu.
Bir de, “kendi olmayan ahlâklarına göre” insanlara
“ahlâkî güzellikler” yapmak isteyen potansiyel arsız, hırsız, yağmacı, haydut
tiplerin “hedefindeki toplum projesi” olarak “değer” taşıyabilir bu “hukuksuz toplum / kanunsuz dünya” ideali .
Hukuk ile ahlâkı bu şekilde “tokuşturan” yaklaşımlar, ya kafasızlık ve
akılsızlıktan kaynaklanır, ya da “hukuk bağından kurtulma”
isteğiyle yanıp yakılan “potansiyel canavarlık”tan.
Üçüncü bir şık yok.
*
Hukuk ile ahlâk, birbirinin destekçisidir.
Ahlâkı düzgün olanın hukuk/devlet ile
başı derde girmez. (Tabiî bu, gerçek anlamda hukuk devleti için
söz konusu.. Yoksa, Nemrut’un devletinde
İbrahim, Firavun’un devletinde Musa, Medyen’de Şuayb, Mekke’de ashab olursanız,
başınız yine derde girer.)
Faruk Beşer’in ifadelerini okumaya devam edelim..
“Esas olan hukuk değil ahlaktı. Bunlar
olmadıktan sonra devlet sadece ezici bir güç yani dûle olurdu” diyor.
Devletin ahlâkı diye birşey varsa, adaletten
ibarettir. Adalet de, hukuk demektir..
Devlet (yöneticiler; siyaset kurumu ve bürokrasi) için
gereken sadece hukuktur, yani haklara riayet
etmesi..
Devlet, hukuk içinde kaldığı sürece sorun yok
demektir.
Yani yöneticiler (iktidarlar, siyasal güç sahipleri)
hak yemesinler, hukuk sınırları içinde kalsınlar, yetkilerini istismar
etmesinler, ceplerini doldurmasınlar yeter.. Gölge etmesinler başka ihsan
istemez..
Tabiî, Beşer’in bu ifadesi, bugünkü devletlerin (ve bu arada Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin)
“ezici bir güç” olarak resmedilmesi anlamına da geliyor.
*
Ahmet Davutoğlu, bir süre önce Karar gazetesi yazarları Ahmet Taşgetiren, Elif Çakır ve Yıldıray Oğur’un sorularını cevaplandırırken “hukuk-ahlâk ayrımı” konusuna da girmiş, ancak o
sözleri röportajda yayınlanmamış, daha sonra Yıldıray Oğur kendi
köşesinde aktarmıştı..
Davutoğlu’nun “yayınlanmayan” sözleri şöyleydi:
Ufuk Uras bey[le] bir sohbetimiz
olmuştu. Ufuk Beyle 70’li yıllarda biz karşı kamplardaydık. 40-50 sene geçmiş
oturup konuşuyoruz. “Ufuk bey” dedim, “siz ve ben 70’li yıllarda karşı kamplardaydık. Ve Türkiye’nin en
iyi beyinleri bu kamplardaydı. Aynı hatayı yaptık, farklı ideolojilerde.
Biz insanlara iyi bir İslamî ya da dinî eğitim verirsek
onları melekleştirebileceğimizi düşündük. Ve bu melekler ordusunun
ülkeyi kurtaracağını, dünyaya düzen getireceğini. Siz de iyi bir Marksist
eğitim verirsek sınıfsız bir topluma ülkeyi götürecek bir melekler ordusu
çıkar diye düşündünüz. İkimizin de unuttuğu şey şuydu: İnsan
doğasının mutlak melek ya da mutlak şeytan olamayacağı gerçeği. En
melek gibi görünen insanın içinde bir şeytan gizlidir. En şeytan gibi görünen
insanın içinde bir melek yaşamaya devam eder. Zamanla
sizinkiler reklamcılığı bizimkiler de müteahhitliği öğrenince
içlerindeki o kapitalist şeytan yüzü ortaya çıktı. Demek
ki sadece kişilerin tek tek ahlâklı olmasına dayalı
bir sistem kuramayız. Kişileri tek tek ahlâklı yapalım
şu ve ya bu ahlakî zeminde. Ama esas olan iklimi korumak. O ahlâkın
yeşereceği iklimi korumak. Çölde gül ağacı yetiştiremezsiniz. O iklim
bozuksa bir kişinin ahlaklı olması o iklimi kurtarmıyor. Ama o da
yetmiyor. Üçüncüsü öyle kurallar öyle kurumlar oluşturalım
ki bütün bu iklimi de aşıp yanlışa kalkanı hesaba çeksin, sorgulasın veya doğru
işleri kurala koysun. Dolayısıyla üç aşamalı bir
şey: Bireysel aşama, iklim yani sosyal
aşama ve siyasal-hukukî aşama.”
*
Faruk Beşer bir de “Mekke Döneminde Resulüllah
(sa), bir gün biz de bir devlet kuracağız, yönetimi bu zalimlerden alacağız, …
anlamında bir şey söylemedi” diyor ki, yukarıda Habbab bin Eret r.a.‘den aktardığımız rivayet bunun
gerçek dışı (kafadan atma) olduğunu ortaya koyuyor.
*
Evet, Beşer böyle diyor:
"Resulüllah (sa) daha ilk
yıllarda devlet kurmayı bir hedef olarak göstermiş olsaydı
bu sadece diğerlerine bir alternatif arama ve
bir dünyevilikten diğerine geçme isteği anlamına gelirdi."
Eğer “devlet kurmayı bir hedef olarak gösterme”nin
İslamî tebliğin ilk yıllarında yapıldığında dünyevîleşme anlamına
geldiği kabul edilirse, söz konusu hedefin daha sonraki süreçte gösterilmesi
için de aynı şeyi söylemek gerekir.
İmdi, İslam devleti hedefini/idealini benimsemek bile
size göre dünyevîlik (dünya sevgisi, dünyaya
bağlanma) anlamına geliyorsa, bir küfür-şirk devletinde “devletçilik” yapmak, “devletin
bekası” edebiyatına sarılmak
ne olur?
İslam devleti olmak, sonuç itibariyle, Allahu Teala’nın hükümlerini, emir ve yasaklarını
siyasal ve toplumsal hayata hakim kılmaktan, Allah Celle Celalühû’nun sözünü yüceltmekten, kâfir ve
müşriklerin sözünü ise alçaltmaktan başka birşey değildir.
Sizdeki nasıl bir kafa ve itikatsa, bunu hedeflemek,
dünyevîlik olabiliyor.
*
Böylesi bir ultra takvanın, süper vera‘nın, acayip ihlasın, “Bize İslam devleti gerekmez, ahlâkımızın
güzelliği bize yeter” diyen sıradışı hassasiyetin,
küfür-şirk devletleri namına devletçilik yapmasını
geçtik, onlardan Şeytan’dan Allahu Teala’ya sığınır gibi uzak
durması, böylesi devletlerle en ufak işbirliği içine girmeyi bile pisliğe batma olarak görmesi beklenir.
İslam devletinde bile dünyevîlik görebilen
“ahir zaman takvası“, küfür-şirk devletlerinde kimbilir
ne melanetler görür?
Peki, durum bu mu?
Tek dertlerinin ahlâklarını güzelleştirme olduğunu
söyleyen bu beyzadeler, laik/dinsiz devletler söz konusu olduğunda
karşımıza “devletçi” olarak çıkabiliyorlar.
*
Müslümanların İslam devleti çatısı altında aziz olmasını, acizlik, zillet, ezilme,
aşağılanma, horlanma, ezilme ve sindirilme dertlerinden
kurtulmasını dünyevîlik olarak görürken,
küfür-şirk devletlerinin açıkça şirk anlamına
gelen yeminlerini edip (böylesi rejimlerin amentülerini ve kelime-i şehadetlerini söyleyip)
söz konusu devletlerin “dünyevî nimetleri”nden pay kapmaya çalışanları aklamak,
onların avukatlığını yapmak için kendilerini paralıyorlar.
İslam devleti söz konusu olduğunda zühd ü takvaları
cûş u hurûşa geliyor, her biri tacı tahtı terketmeye hazır birer İbrahim Edhem namzedi haline geliyorlar,
fakat küfür-şirk devletlerinin iktidar kapısından içeri
girebilme fırsatı doğduğu zaman da hep birden koşuyorlar, izdihamdan kimileri
bayılıyor, kimileri ölüyor, kimileri de sakat kalıyor.
Kapı dışında kalan ya da bir zaman sonra bir tekme ile
kapı dışına atılanlar ile içeriye girmeyi başaranlar arasındaki kavga
gürültünün, restleşmeler ile hakaretleşmelerin ise bini bir para..
*
Evet, İslam devleti “ideal”i söz konusu olduğunda
dünyevîlik korkusu ile zühd ve kanaat hırkasına bürünenler, küfür-şirk
devletlerinin müşahhas nimetleri söz konusu olduğunda, onların yeminlerini
etmekle de yetinmiyor, “din devletinin peşinde olmadıklarını,
dinî esaslara dayalı devlet istemediklerini,
laikliği (Allahu Teala’nın dininin/hükümlerinin devlet yönetimine
karıştırılmamasını) ve demokrasiyi (çoğunluk neredeyse orada olmayı)
savunduklarını, din milliyetçiliğini ayaklarının altına
aldıklarını” söyleleyebiliyorlar.
Hatta, Recep Tayyip Erdoğan gibi,
Mısır ve Tunus’a gidip, “Kardeşler, Şeriat’i atın gitsin, laik olun!” diyenler
bile var.
(Ahmet Davutoğlu farklı
mı?.. Aynı kafa.. Milim farklılık yok.
Temel Karamollaoğlu gibiler de “İslamcı değilim, müslümanım” diyerek “Anlayın,
bende ne akıl ve fikir, ne de İslamî hassasiyet var” mesajını vermekten geri
kalmıyorlar.)
Ve de, Faruk Beşer gibiler,
böylesi şahısları dünyevîlik açısından
sorgulamak bir tarafa, onların dalkavukluğunu yapıyorlar.
Öfkeleri, İslam devleti idealini unutmayan
“marjinal”lere, yani zuafa ve gariplere karşı..
*
Faruk Beşer’in bu hataları dünyevî hatalar değil, dinî hatalar..
Hatta, doğrudan “amel“le ilişkili de
değil diyebiliriz, zihniyetle,
hatta itikatla alâkalı..
Yani Faruk Beşer’e “Senin şu amelin, şu hareketin, şu
davranışın hatalıdır” demekten ziyade, “Bak alenî olarak şunu yazıyor, şu şu
görüşlerin propagandasını yapıyorsun, bunlar yanlış, insanların itikadını ve zihniyetini fesada veriyorsun”
diyoruz.
Bu durumda Faruk efendinin, yaptığı hatalar dinî
nitelikte olduğu için ya kendi sütununda düzeltme yapması ya da hatalı
değerlendirmeler yaptığımızı göstererek bizim gibi yanlış düşünenleri “irşad”
etmesi, cevap vermesi gerekirdi.
Fakat, cevap gelmedi.
*
Bizim bu tür yazılarımıza başka odaklar başka yol,
yöntem ve araçlarla cevap veriyorlar, verdiler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder