Prof. Dr. Faruk Beşer’in Yeni
Şafak’ta yayınlanan bir yazısının, “fıkhın önemli ölçüde değişebilir”, yani güncellenebilir birşey olduğu düşüncesini şuuraltımıza yerleştirmek
ve bilgimizin “kesinliğinin” bulunmadığına, dolayısıyla bilgimize güvenmememiz
lazım geldiğine bizi inandırmak için yazılmış olduğu anlaşılıyor.
Yazı şöyle:
Fıkhın değişenleri ve değişmeyenleri
Fıkıh sürekli değişen hayatı vahye göre ya da hiç
değişmeyene göre anlama demek olduğundan zaten değişkendir. ‘Zamanın
değişmesiyle hükümlerin değişebileceği inkâr olunamaz’ anlamındaki
Mecelle maddesi bunu söyler. Değişmeyen naslardır. Zaten hiç kimse nasla sabitlenmeyen
bir konuda her zaman aynı şeyi anlamaz. Bu sebeple de mutlak anlamda objektif
bilgi olmaz. Belki resim bir ölçüde objektif olabilir. Obje ve objektif
kelimeleri de zaten fotoğrafçılıkla ilgili kavramlardır. Fotoğrafın bir ölçüde
objektif olması da sadece o an için öyledir.
Önemine binaen sık sık dile getirdiğimiz bir husus
vardır: İslam’ın hükümleri iki çeşittir; biri hiçbir zaman ve mekân
için değişmeyen/sabite hükümler, diğeri de zamana ve mekâna göre değişen
hükümler. Akide ve ibadetler konusundaki hükümler birinciye misaldir.
Din deyince anlaşılan da budur. Böyle hükümlere taabbudî hükümler denir. Yani
bunların böyle olması salt bir iman ve ibadet meselesidir, bunlar aklın
anlayabileceği ve çözebileceği meseleler değildir. Bir konuyu akıl anlamayınca
orada içtihat ve görüş beyanı da olmaz. Çünkü içtihat akılla yürütülen bir
eylemdir. Resulüllah zamanında cin diye bir şey var idiyse şimdi de vardır. O
zaman öğle namazının farzı dört rekât idiyse şimdi de öyledir.
Böyle konularda özü itibariyle zamanla bir
değişiklik olmaz. Böyle taabbudî konularda sonradan ortaya çıkacak her türlü
değiştirme, ekleme ve çıkarma, dinin özüne akılla müdahale sayılır. Dolayısıyla
bu ekleme ve çıkarmalara bid’at denir. Bid’at, Allah’ın
dininde kulun rötuş yapmaya kalkışmasıdır. Bu sebeple Resulüllah (sa), “Her
bid’at dalalettir ve her dalalet de cehenneme götürür. Kim bizim işimizde, yani
dinin esasatında yeni bir şey ihdas ederse onun yaptığı reddedilir”
buyurmuştur.
Dünyaya; mesela ticarete, devlet yönetimine, siyere
yani uluslararası ilişkilere, tedaviye dair hükümler anlık yaşanan durumlara
ilişkin hükümler olduğu için o durumlar değişince onları düzenleyen hükümler de
değişir. Bu iki alana prensip hükümler, düzenleyici hükümler de
denebilir.
Durum böyle olmakla beraber, akide için diyemesek
bile ibadetlerle ilgili hükümlerin uygulanmasında ve detaylarında da zamanla
değişmeler olabilir. Aslında ibadetlerin özü de hiç değişmez ama onu kuşatan
şartlar değiştiği için ibadette bu değişen şartlara ilişkin yeni hükümler ortaya
çıkabilir. Mesela iğne ya da astım spreyi, göz damlası, insülin orucu
bozar mı bozmaz mı tartışmaları yeni ortaya çıkan durumlardır. Bu
ibadetin değişmeyen özü şudur: Orucu bozan şey sadece yeme içme ve cinsel
ilişkidir. Yeni bir durum ortaya çıkınca fakih ancak, mesela iğne yaptırmanın
yeme içme cinsinden olup olmayacağını tartışır ve ulaştığı sonuca göre hükmünü
verir.
Önceden yeni ayın başlangıcı hilali görerek tespit
edilirken şimdilerde hesapla tespit edilmesi de böyledir. Keza kadının yanında
mahremi yokken sefer müddeti yola tek başına çıkması da buna örnek verilebilir.
Böyle konularda meselenin püf noktası şurasıdır:
Resulüllah (sa); “Kadın yanında bir mahremi yokken yolculuğa çıkmasın”
buyururken bunu değişmeyen taabbudi bir hüküm olarak mı duyurdu, yoksa bunun
akılla kavranabilen ve zamanla değişebilen bir sebebi/illeti var mıdır? Bu
tespit edilebilirse hükmün değişip değişmeyeceği de tespit edilmiş olur.
Nitekim fakihlerin kahir ekseriyeti, kadının tek başına uzun bir yola
çıkamaması, onun kişiliğine ve kadınlığına gelebilecek muhtemel
tehlikeler sebebiyle olduğunu söylemişlerdir. Eğer bu kanaate varırsa
günümüzün fakihi şöyle diyebilir: Bugün bir kadının Almanya’dan uçağa binip
Ankara’ya gelmesinde böyle bir tehlike yoktur, o halde bu yolculuğu caizdir.
Aynı şekilde Resulüllah “Yeni hilali
gördüğünüzde oruca başlayın, tekrar gördüğünüzde orucu bitirin” buyururken
fakih, yeni ayı tespit için hilali görme bizatihi maksud bir ibadet midir,
yoksa sadece yeni ayın tespitinin bir aracı mıdır meselesini düşünür. Eğer bir
tespit meselesi olduğu kanaatine varırsa bunu daha kesin yapabilen bir
yöntemin, yani hesabın da yeni ayın başlangıcını belirleyebileceğine hükmeder.
Bir başka fakih de aksini düşünebilir. Her biri diğerine saygı duyar ve doğru
olanın, diğerinin söylediği olabileceğini de hesaba katar.
Bu ilmi arayış sürdükçe fıkıh da gelişir ve
değişmeyen öze göre değişen detaylar sürekli anlaşılmaya çalışılır. Ama aklın
ve içtihadın ürünü olan bilgiler hiçbir zaman kesinlik kazanıp sabite/değişmez
hale gelmez. Buna rağmen içtihatlarla amel etmek kaçınılmazdır. Çünkü
hayatta yapılanların çok azı zorunlu/kesin bilgiye dayanır.
*
Yazıdaki bold/koyu ifadeler bizzat
yazarın kendisine ait..
Öyle bir yazı ki, içinde taşıdığı
hataların çetelesini tutsanız uzun bir liste yapar.
Birileri, Batı düşüncesinden
etkilenerek bir “değişim de değişim” teranesi tutturmuş gidiyorlar.
Dini heva ve hevese uydurmak için
cazibedar ve büyülü “değişim”
kavramı, iyi bir mazeret teşkil ediyor.
Hayat sürekli değişiyormuş..
Tabiî ki değişiyor.. Ama insanın tabiî ihtiyaçları değişmiyor.
İnsanların hepsi doğuyor, büyüyor,
ölüyor. Bu değişmiyor..
Beslenme ihtiyacımızda değişen
birşey yok.
Aslında, hayatın
değişen yönleri, değişmeyenlere göre çok
çok önemsiz ve cüz’î durumda.
*
Beşer, yazısının daha ilk
cümlesinde, Fıkıh’ın temel özelliği olarak, “değişkenliği” gösteriyor.
“Fıkıh … değişkendir” diyor.
Fıkhın bizzat kendisi aslında
değişken değildir. Değişken olan, sadece sınırlı
sayıdaki bazı fıkhî hükümlerdir.
Makasıd-ı
şerîa hiçbir zaman değişmez.
Şu satırlar önemli:
“Allâme Zahid el-Kevserî’nin bu husustaki tespiti
de çok önemlidir: Zamanın, mekânın değişmesi ile hükmün değişmesi, hükmün
değişik hâllere göre tafsilâtından ibarettir. Yoksa zamanın
değişmesi ile mutlak mânâda hükümlerin değiştiğini düşünmek, ilâhî
nizamı insan ürünü kanunlar seviyesine indirmek demektir.” (Kevserî, Makalât, s. 87).”
(Ergün
Çapan, “Kur’an’ın Evrenselliği ve Tarihselci Yaklaşım”, Yeni Ümit Dergisi, Yıl: 15, S. 58,
Ekim-Kasım-Aralık 2002; http://www.yeniumit.com.tr/konular.php?sayi_id=58&konu_id=45&yumit=bolum3)
*
Gelelim Beşer’in, “Hiç kimse nasla sabitlenmeyen bir konuda
her zaman aynı şeyi anlamaz. Bu sebeple de mutlak anlamda objektif bilgi olmaz”
sözüne.
Düşünmeden yazıp konuşmak diye
herhalde buna denir.
Hiç kimse nasla sabitlenmeyen bir
konuda her zaman aynı şeyi anlamasaydı, “icma” diye birşey de
olmazdı.
Yani Beşer’e göre, edille-i
şeriyyede “icma” diye bir fasıl aslında yokmuş. Çünkü nasla sabitlenmediğinde
herhangi bir konuda aynı şeyi anlamak mümkün olmuyor.
Beşer, “Bu sebeple…”
diyerek, bu yanlış “iddia”sından hareketle bir başka hükmü, sözde ispatlamış
oluyor. Bu sebeple “mutlak anlamda objektif bilgi
olmaz”mış.
Aslında bu,
septisizmden/şüphecilikten ve agnostisizmden/bilinemezcilikten başka birşey
değildir.
*
Bir defa, Ehl-i Sünnet uleması
(Kelam/itikat âlimleri), mutlak ve objektif bilgiye ulaşmanın mümkün olduğu
konusunda müttefiktir.
Mutlak anlamda objektif bilginin
bulunmaması iddiası, Eski Yunan sofistlerine ve bu
zamanın postmodernistlerine aittir.
Konunun teferruatına burada
girmeyelim.
Mesele şu: Faruk Beşer, neden bu batıl fikirleri İslam adına ortaya
sürüyor?
İslam adına eleştirilen birilerinin
yanlışları için “Öyle de olur, fıkıh değişkendir, zaten bilgi mutlak
anlamda objektif olmaz, sizin bilginiz de mutlak anlamda objektif değildir,
birilerini eleştirip keyiflerini bozmayın” demek istemiyorsa, bunları niçin
yazıyor?
*
“Fıkıh değişkendir” şeklindeki zırva, “Helal bellidir, haram da bellidir” diyen Rasulullah sallallahu
aleyhi ve sellem’i yalanlamak anlamına gelir.
Helal belli, haram da belli ise,
fıkıh değişken olamaz.
Yok, fıkıh gerçekten değişkense, o
zaman da helal ve haram belirsiz ve değişken hale gelir.
Peki Beşer bunu bilmez mi?
Bilir, fakat bazen unutmak işine
geliyor.
Çünkü, Yeni
Şafak’ta “Dinin temeli sayılan
dört hadisi şerif” başlığı altında yayınlanan başka bir yazısında şunları söyleyebilmiş durumda:
… Hem bir fıkıh,
hem de bir hadis âlimi olan Ahmed bin Hanbel otuz bin hadis içeren Müsned‘ini yedi yüz elli bin hadisten seçerek
oluşturmuştur….
İşte bu
muhteşem âlim bunca hadisi eleyip otuz binini yazdıktan sonra diyor ki, aslında İslam’ın tamamını üç hadis üzerine oturtabilirsiniz.
…
İkinci
hadisi şerif: “Kim bizim bu işimizde sonradan bir şey ihdas
ederse o reddolunur”. Resulüllah’ın ‘bu işimiz’ dediği şey dinin akılla kurulmayacak olan yönü, yani ibadetler ve akide
tarafıdır. İşte bu alanda sonradan farklı bir uygulama ya da inanç
ortaya konursa bu bidat olur, kabul edilmez. Bu sıralama aynı zamanda âlimlerin
bidat konusunda nasıl dikkatli olduklarını da gösterir.
Üçüncü
hadisi şerif: “Helal bellidir, haram da bellidir. İkisinin
arasında şüpheli şeyler vardır ve insanların çoğu bunların hükmünü bilmez. İşte bu şüpheli şeylerden
kaçınabilenler dinlerini de haysiyetlerini korumuş olurlar. Bu şüpheli alanda
dolaşanlar ise harama düşebilirler. Tıpkı hayvanlarını bir koruluğun etrafında
otlatan çobanın durumu gibi. Hayvanları her an o koruluğa girebilir. Dikkatli
olun, her kralın bir özel koruma alanı olduğu gibi, Allah’ın da böyle bir
koruluğu vardır. O’nun koruluğu haram kıldığı şeylerdir. Dikkat edin, vücutta
bir et parçası vardır ki, o sağlam olursa bütün beden sağlam olur, o bozuk
olursa bütün beden bozuk olur. İşte o kalptir”.
*
Bu Faruk Beşer’e alim ve fıkıhçı
demek, ilme ve fıkha haksızlık olur.
Adam ne yazdığının bile farkında
değil.
“Dinin akılla kurulacak/kurulmayacak
yönü”nden bahsediyor ama, anlaşıldığı kadarıyla kendisi akıl bakımından biraz
fakir. Hem “Helal bellidir, haram da bellidir…” hadîsini yazıyor, hem de bu
“belli olan” helal ve haramların itikat ve ibadetin ötesine uzandığını
akledemeyecek kadar zihin melekeleri dumura uğramış.
Ey fakih, bu helal ve haramlar
“akılla kurulabilir” mi?!
*
İslam’a ilişkin olmadığı için çok
önemli bir hata değil, fakat obje ve objektif kavramlarının fotoğrafçılıkta kullanılıyor olması, bunların, onun
söylediği gibi, esas itibariyle fotoğrafçılığa
ait olması anlamına gelmez.
Sadece bu ifadeleri bile, Beşer’in
aslında, içinde obje ve objektif kelimesi geçen cümleler kurma liyakat ve
salahiyetinin bulunmadığını göstermektedir.
Bu akılları fikirleri kimden alıyor,
onu da bilmiyoruz.
Fakat kendisinden “Mihriban” türküsünü dinlediği İbrahim Kalın’ı tanıtırken onun
fotoğrafçılık hobisine dikkat çekmiş olması hafızamızda.
*
Beşer’in şu sözleri de bir facia..
Diyor ki:
“İslam’ın hükümleri iki çeşittir; biri
hiçbir zaman ve mekân için değişmeyen/sabite hükümler, diğeri de zamana ve
mekâna göre değişen hükümler. Akide ve ibadetler konusundaki hükümler
birinciye misaldir. Din deyince
anlaşılan da budur.”
Din din olalı, acaba böyle bir zulüm
görmüş müdür!
Beşer’in, önce “din”in ne anlama geldiğini
öğrenmeye ihtiyacı var.
Tavsiyem, TDV İslâm Ansiklopedisi‘nin
“Din” maddesini okumasıdır.
Söz konusu maddenin ilk cümleleri
şöyle:
Dil alimleri, din kelimesinin Arapça deyn kökünden
masdar veya isim olduğunu kabul ederler. Cevherî dinin “adet, durum; ceza,
mükafat; itaat” şeklinde başlıca üç anlamını verir ve terim olarak
dinin bu son anlamdan geldiğini belirtir (es-Sıhah, “dyn” md.).
Ragıb el-İsfahanî sadece “itaat” ve “ceza” (karşılık) anlamlarını kaydetmiştir
(el-Müfredat, “dyn” md.). İbn Manzûr bunlara “hesap” ve “İslam”ı da eklemiş,
… (Lisanü’l- ‘Arab, “dyn” md.). Zebîdî, ayet ve hadisler yanında Arap
şiirinden aldığı çeşitli örneklere dayanarak din kelimesinin yirminin üzerinde
anlamını ve terim olarak iki ayrı manasını zikreder (Tacü’l- ‘Arûs, “dyn” md.)
Mütercim Asım Efendi ise dinin otuzu aşkın anlamından söz etmiştir. Bunlardan
dinin terim anlamını yakından ilgilendirenler
şunlardır: Ceza ve karşılık, İslam, örf ve adet, zül ve
inkıyad, hesap, hakimiyet ve galibiyet, saltanat ve mülkiyet, hüküm
ve ferman, makbul ibadet, millet, şeriat, itaat (Kamus
Tercümesi, “dyn” md.).
Görüldüğü gibi, Faruk Beşer, kaşla
göz arasında, abrakadabra ya da alavere dalavere ile “din”i
tam da laiklerin ya da laikçilerin, resmî düzen yandaşlarının istediği şekilde
tanımlıyor.
Vatandaşa göre, din denilince, akaid
ve ibadetler anlaşılırmış..
Peki ya Şeriat?
Peki ya saltanat (siyasal otorite) ve mülkiyet (hakimiyet, egemenlik)?
Peki ya hesap (muhakeme,
mahkeme, yargılama)?
Peki ya ceza? Ceza hukuku?
Peki ya itaat?
Peki ya hüküm ve ferman?
Bunlar yok..
*
Beşer, böyle yazıyor. Çünkü laiklerin/laikçilerin ve bu güruhun elindeki “derin devlet”in din
tanımında bunlar yok.
Böylece Beşer, din tanımında bile Allahu Teala’ya değil, İslâm Ansiklopedisi’ndeki “din” tanımı çerçevesinde “derin devlet”e “itaat” ediyor.
Tabiî, Faruk Beşer’in bu noktada, “Cevherî’ymiş, Ragıp’mış, şuymuş buymuş,
bunları geç. Bunlar nas değil, dolayısıyla burada mutlak anlamda objektif bilgi
yok” demesi mümkün.
O zaman, söz konusu ansiklopedi maddesindeki
şu ifadeleri de aktaralım:
“Kur’an ı Kerim‘de din kelimesi doksan iki
yerde geçmektedir; ayrıca üç ayette de (et-Tevbe 9/ 29; es-Saffat 37 / 53;
el-Vakıa 56/86) değişik türevleri yer almıştır. Bu ayetlerde dinin başlıca şu
anlamlarda kullanıldığı görülür: Zül, yönetme-yönetilme, itaat, hüküm,
tapınma, tevhid, İslam, şeriat, hudûd, adet, ceza, hesap, millet.”
*
Görüldüğü gibi, Faruk Beşer aslında
naslara göre değil, heva ve hevesine, daha doğrusu Türkiye’nin laik/laikçi “derin devleti”nin heva ve hevesine göre yazıp
çiziyor.
Açıkça yalan söylüyor. Dini tahrip
edip bozuyor.
Muhterem, senin yazında, yukarıda
sıralanan anlamlar içinden sadece tapınma (ibadet) ve tevhid
(akaid) var.
Yönetme-yönetilme, şeriat, ceza,
hesap, itaat ve hüküm bahislerini ustaca bir manevrayla devre dışı bırakıyor,
insanların din anlayışını bozmaya çalışıyorsun.
Bunlar basit gerçekler. Ama senin yıllarca yazdığın gazetede olsun, başka yerlerde olsun,
artık bu basit gerçekleri insanlar, ender istisnalar dışında, açık ve net bir
şekilde söylemiyor.
*
En doğru-düzgün yazıp konuşan bile,
karmaşık, çetrefil, anlaşılması zor, sağ kulağını sol eliyle tutar şekildeki
dolambaçlı ifadelerle meseleyi çıkmaz sokaklara taşıyor, sözde birilerini
eleştirmiş gibi yaparak günü kurtarmaya uğraşıyor. Bu arada karşı cepheye de
laf atarak “Bakın düşmanlarınıza da laf çakarak aslında size hizmet de
ediyorum” demeye getiriyor. “Sınırlı sorumlu” yazılarına izin verilmesinin
bedelini bu şekilde başka insanlara zulmederek ödüyor.
Evet, giderek, bu toplumda, açık, net ve büyük harflerle söylenmediği için, en
basit gerçekler unutturuluyor.
Sözde “dindar” yayın organlarında
bile, müslümanların din anlayışı, din düşmanlarının “din” tanımı
çerçevesinde şekillendiriliyor.
Ve, anlı şanlı ilahiyatçılar,
bu “laikleştirme/sekülerleştirme” operasyonunda, dini asıl
özünden uzaklaştırıp, (heva ve heveslerini, yetmedi birtakım
şahısları tanrılaştıran “derin
devlet”in istediği şekilde) tahrip etme ameliyesinde
kendilerine verilen rolü ifa ediyorlar.
*
Bu ülkenin Anayasa’sındaki akla
ziyan “değişmez, değiştirilmesi teklif
dahi edilemez” dogmatizmi, fanatizmi, statükoculuğu ve zihniyet donukluğunu
tartışmıyorlar da, bunun yerine insanlara dinin “değişebileceğini”, yani fıkhın kula kul olunan düzenlerle bir sorununun
bulunmayabileceğini anlatıyorlar.
Bu ülkede, bir fakülteyi
bitirdiğinizde, kamuda bir görev aldığınızda, milletvekili olduğunuzda, ya da
mesela cumhurbaşkanı seçildiğinizde, falanca şahsın İslam akaidine ve
şeairine tamamen zıt ilkelerine bağlılık yemini yapmak zorunda
olmanız konusunda hiçbir şey söylemiyorlar; bunun da değişebileceğini, hatta değişmesi gerektiğini hiç dile
getirmiyorlar, fakat din bahsine sıra gelince, olağanüstü cesur ifadeler
kullanıyorlar.
İlla da birtakım ilkelere bağlılık
yemini gerekiyorsa, neden bu ilkeler Allah ve Resulü’nün ilkeleri değil diye
hiç sormuyorlar.
Böyle bir yemin, din ve vicdan
hürriyetine aykırı değil midir?
Aykırı değilse, o zaman buyursun
laikler, Kur’an ve
Sünnet’teki ilkelere bağlılık yemini etsinler.
O yeminleri etmediğiniz zaman bu
ülkede anayasal hiçbir hakkınızı kullanamıyorsunuz, sadece
seçen olabiliyorsunuz, seçilen olamıyorsunuz. Sadece yönetilen oluyorsunuz,
yöneten olamıyorsunuz.
Şimdi bunun adı nedir? Eşitlik ve
adalet midir?
Bu hürriyet midir?
Kölelik bu değilse, kölelik nasıl
birşeydir?
*
İlahiyatçılarımız bunları hiç
sormuyorlar.
Ve Diyanet İşleri..
Diyanet İşleri, hiçbir hutbede şeriatin asıl anlamının ne
olduğunu asla anlatmıyor.
Şeriat karşıtlığı ya da düşmanlığı
yapmanın küfre düşmek olduğunu
açıklamıyor.
Bunun yerine laik/laikçi derin devletin izin verdiği sınırlar
içinde devlete bağlılığı tahkim eden hutbeler
okutuyor, hatta “devlet” için dua ettiriyor.
Ve…
Allahu Teala, bütün bunları görüyor.
Karşılığını da verecektir.
*
“Bununla berâber, çok bağışlayıcı olan
Rabbin, rahmet sâhibidir. Eğer onları kazandıkları sebebiyle hemen hesâba
çekecek olsaydı, onları elbette çok çabuk azâba uğratırdı. Fakat onlara va’d
edilen bir zaman vardır ki, onun ötesinde kaçıp sığınacak bir yer aslâ bulamayacaklardır!” (Kehf,
18/58)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder